BİR ZAMANLAR MALATYA: Arasa X
...Hocamızın bahsettiği ‘Kanalboyu’nda hüküm süren aşk’ ifadesinin kaynağı..
Ertaç ÖNAL Yazdı ertaconal@mynet.com
Değerli dostumuz, hemşerimiz Tekirdağ Vali Yardımcısı Mahmut Yıldırım’ın (Namı diğer Kaymakam Mahmut) emekliye ayrılacak olması nedeniyle düzenlenen veda gecesi etkinliğe katılmak üzere Nisan ayı başında Ankara ve İstanbul’da oluşan gurup arkadaşlarımızla birlikte Tekirdağ’a gittik. İki gün iki gece süren etkinlikten sonra oraya 100 km. mesafedeki Gelibolu’da bulunan yazlık eve gidişim ve tamirat, tadilat derken ancak Kasım ayı içerisinde dönebildim Ankara’ya ve de evdeki PC başına.
Aradan oldukça uzun bir zaman geçmesi nedeniyle önceki yazımızda (Arasa IX) bahsi geçen ama yarım kaldığı için devam edecek olan bir olayın başlangıcını hatırlatma babından özetleyelim istedim;
Arasa IX, Hacı Kasım Özyavuz (Adıyamanlı Hacı) ile başlamış; Kışla Caddesi başında, şimdiki Akbank’ın bulunduğu binanın yerindeki kerpiç binada “Halk Lokantası” isimli lokantayı işlettiğini, kendisinin ve ortağı Mehmet Ali Yalçın’ın fanatik birer CHP yanlısı ve İsmet İnönü sevdalısı olduklarını anlatmıştık. CHP’nin 1950 seçimlerini kaybedip iktidardan düşmesi ile mevcut hükümetin İnönü’ye sataşmalarını radyoda dinledikçe Hacı Özyavuz’un çok öfkelendiğini her gün akşam dükkânı kapatmadan bir küçük şişe rakı içip Hükümet Meydanı’ndaki İnönü heykeline günlük olayları anlattığını yazmıştık. İnönü heykelinin bulunduğu yerden kaldırılacağı dedikodusunun Malatya’da yaygınlaşması ile bunu gerekirse kaba kuvvete başvurarak engellemek için mahallelerde timler oluşturulduğunu anlatmıştık…
Bu dedikodudan en çok etkilenip üzülen kişinin lokantacı Hacı, namı diğer Adıyamanlı Hacı Dayı olduğunu; bir akşam el ayak çekilince mutad olduğu üzere yine alkollü bir vaziyette İnönü heykeline günlük olaylar hakkında tekmil verirken, kendisini takip eden bir arkadaşının şaka olsun diye heykel kaidesi arkasına saklanıp, konuşmasına cevap verince Hacı Dayının konuşanın İnönü’nün ruhu olduğunu düşünüp şaşkınlıkla eve gidip erkenden yattığını anlatmıştık.
Buradan devam ediyoruz;
Hacı Dayı kâbuslar içinde geçen geceden sonra bir süre İsmet İnönü heykelinin önünden geçmeden sabah erkenden arka yollardan lokantasına gitti. Hayal mi görmüştü, yoksa Paşa kendisine “sen ne yapacağını bilirsin” diyerek bir mesaj mı vermek istemişti?
Bu kez lokanta kapanmadan ve henüz akşam olmadan mutfak tarafındaki rakı şişesinden kalan son kadehini yudumluyordu. Aniden ayağa kalkıp kararlı adımlarla dükkândan çıktı. Bu kez gezinerek değil, hızlı adımlarla Belediye binası önünden geçip Vilayet binasının ön kapısından içeri daldı. Merdivenleri çıkıp Vali odasına gelmeden merdiven başında şöyle bir soluklandı. O devirde Vali’nin kâtibi diye anılan şimdinin özel kalem müdürü odasına daldı.
-Vali içerde mi? diye sordu.
Görevli memur, Hacı Dayı’yı yukarıdan aşağı göz ucuyla şöyle bir süzdükten sonra;
-Vali bey odasında, niye sordun? demesiyle Hacı Özyavuz’un kapının koluna asılıp makam odasına dalması saniyeler içinde gerçekleşti. Vali Turgut Babaoğlu ayağa kalkmış odasındaki iki misafirini uğurluyordu. Tam kapıya yakın bir yerde karşılaştılar.
-“İsmet Paşa’yı sen mi bu meydandan kaldıracaksın?” diye bağırarak Vali’nin ceketinin iki yakasına sarılıp sarsmaya ve ulu orta konuşmaya başladı. Feryatlar, bağırtılar arasında odaya doluşan memurlar ve polisler Hacı Özyavuz’u derdest ederek adeta havada götürdüler, Emniyet’in kullandığı bodrum kata.
Hayli örselenmiş olacak ki gerisini hatırlamadığını, ancak “Ağır Ceza Mahkemesi Hâkiminin karşısında kendini bulduğunu”söylemiş yakınlarına.
Olay, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyuttadır. Vali’nin yakasını tutup sarsmak ne demek? Hükümet konağındaki mahkeme salonu bir yana, koridorlar bile davayı takip etmek isteyenlerle hınca hınç doludur. Hâkim, sorduğu suallere cevap alamaz. Son kez sorar;
-“Bak evladım, Vali bir vilayette yaşayanların babası sayılır. İnsan babasına el kaldırır mı, neden böyle bir davranışta bulundun, çok ağır bir suç işlediğinin farkında mısın?
Hacı Özyavuz’un cevabı tek cümleden ibaret bir sorudur;
-“Sen Uç Baba Torik filmini görmedin mi hâkim beg?”
Hâkim verilen bu cevaba bir anlam veremez, karar için duruşmaya ara verilir.
Verilen arada Hâkim ile Vali görüşürler. İsmet İnönü heykelinin kaldırılması dedikoduları ile Malatya’nın adeta kaynayan bir kazana döndüğü istihbaratı da gelmektedir Vali’ye.
Bu olayı ard niyetlilerin kullanabileceği varsayımıyla, herhangi bir olumsuzluğa meydan vermemek için iyi bir devlet adamlığı örneği göstererek suçluyu affettiğini ve davacı olmadığını söyler.
O devirde adli tıp olmadığı için müşahede altında tutmak gibi bir yaptırım da yoktur. Hükümet Tabibi'nin raporu yeterlidir. Kararı hâkim verir: “Sanığın akli muvazenesinin yerinde olmadığı anlaşıldığından Elazığ Akıl Hastanesi’nde salaha kavuşuncaya kadar tedavi görmesine…..”
* * *
1970’li yılların ikinci yarısı itibariyle akşam mesai bitiminden sonraki uğrak yerlerimden birisi de Nasuhi Caddesinde, Derme İlkokulu karşısındaki Terzi Fikri’nin dükkânı idi. Terzi Fikri mesleğini en iyi yapan esnaflardan birisiydi. Kendi ifadesiyle “yüksek ilkokul” mezunuydu. Evinde zengin bir kütüphaneye sahipti. Her ahvalde günde en az iki saatini okumaya ayırırdı. Okuduğu kitaplar arasında felsefe, mantık, sosyoloji baş köşeyi alır, batı klasiklerini de okuduğu gibi, siyaseti ve güncel olayları çok iyi takip ederdi. Mesela; Yapı Kredi yayınlarından, Kazım Taşkent’in ‘Yaşadığım Günler’ isimli kitabını okumamı, kitaptan bazı ilginç bölümleri irticalen bana anlatarak o önermişti. İnci gibi yazısı vardı. Şiire meraklıydı, oldukça kalın bir şiir defteri vardı. Bu defterde tanınmış veya tanınmamış şairlerin şiirleri kayıtlı olduğu gibi, kendi yazdığı şiirleri de vardı.
Arkadaşlarımızla bir arada olduğumuz toplantlarda fırsat buldukça konuma uygun şiirleri ezbere okurdu. Yazılarımın arasına serpiştirdiğim şiirlerin bir kısmı bu toplantılarda dinlediğim ve hafızamda kalanlardır. Velhasıl kalın ve çatık kaşlarının aksine çok ince bir ruha sahip, şakacı ve mert bir arkadaşımızdı. Dükkânı üst düzey bürokratların, gazetecilerin, doktorların esnafın, üst düzey emniyet mensuplarının velhasıl her kesimden insanın uğrak yeriydi.
Hacı Kasım Özyavuz, namı diğer Adıyamanlı Hacı Dayı da bu mekânın ziyaretçilerindendi, Hacı Dayı üstte de bahsettiğimiz gibi nevi şahsına münhasır bir insandı. Az ama öz konuşur, başkasının uzun cümlelerle anlatabileceği bir meramı birkaç kelime ile ifade edebilme kabiliyetine sahipti. Nüktedandı. Çok konuşmayan, espiri yaparken bile ciddiyetini muhafaza eden ve fazla güleç olmayan bir insandı. Bir yönüyle hiciv ustası Şair Eşref’e benzetirdim nüktelerini. Yazılarımın arasında bu nüktelerinden zaman zaman bahsedeceğim Hacı Dayı’nın.
Bir hafta sonu öğle sonrası Fikri ustanın dükkânında oturuyoruz. Hacı Dayı da orada. Fikri usta onu konuşturabilmek için ha bire sataşmakta, ama tepki yok Hacı Dayı’da. Bir an kapıda akli dengesi bozuk Deli Ali diye anılan biri belirdi.
-“ Fikiri abe, bizim timsah teşkilatının toplantısı na'zaman?” diye sordu.
Fikri usta onu başından savmaya çalışırken Deli Ali, elindeki sigaradan bir nefes çekip havaya üfledikten sonra Hacı Dayı’ya dönüp;
-“Haci dayı hatırlıymısın, seninnen Elaziz tumarhanasında gazoz satmıştıh.” deyip dudaklarını yukarı doğru uzartarak “hü, hü, hüüüüü” diye bir de gülmesin mi? Bir anda Hacı Dayı’nın yüzünün allak bullak olduğunu gördüm. Ayağa kalkerken Fikri ustaya dönüp;
- “Fikri yaaavvv, şu verimli eraziye bah, ne mahsuller yetiştiriyooor.” diyerek hızlı adımlarla çıkıp gitti.
Nükte bomba gibi. Gülerken kasıklarımızı tuttuk. Hatta her olumsuz kişi için bu nükteli tanımlamayı söyler olduk. Ama bu, tımarhanede gazoz satmak da neyin nesi, gerçek payı var mı, böylesine zeki, hazırcevap ve oturaklı birinin akıl hastanesinde ne işi ola ki? diye Fikri ustaya ısrarla sorunca yukarıdaki olayı özetleyerek anlattı ve teferruat istiyorsam Hacı Dayı’nın oğlu Cahit ile konuşmamı önerdi.
Cahit Özyavuz, bir akşam yemeğinde ısrarlarıma dayanamayıp birebir yukarıdaki olayı aynen nakletti. Ama onun da, babasının mahkemede söylediği ve bir türlü açıklamasını öğrenemediği “Sen Uç Baba Torik filimini görmedin mi hâkim beg?” cümlesini neden söylediğini öğrenemediğini ifade ederek “Ertaç bey, babam seni hep metheder, çok da sever. Şöyle kalabalık olmayan bir ortamda iyi bir zamanlama ile sorarsan belki sana açıklar. Böylece biz de öğrenmiş oluruz.” dedi.
Bir zaman sonra Fikri ustanın dükkânında neşeli halini görünce lafı çevirip oraya getirdim. Israrıma dayanamayıp anlattı;
-“O hadiseden birkaç sene önce gençlik yıllarımızda sinemada ‘Bağdat Prensi’ isimli bir film oynuyordu. Filmde artizin (!) eline sihirli bir halı geçiyor, halının üzerine bağdaş kurup oturduktan sonra ‘Uç baba torik’ diye bağırınca halı aligopter (helikopter) gibi havalanıyor, ‘İn baba torik’ deyince istediği yere iniyor.”
-Eeee,
-“E'si m'esi yok. Hâkim bana; ‘Vali, bir halkın babası sayılır neden yaptın’ diye soruyor, ben de, yani alkol almışım kafam uçmuş, aklım başımda değil, sen hiç o duruma gelmedin mi anlamında Uç Baba Torik filmini görmedin mi dedim. Ama hâkim anlamayıp deli raporu verdi. Anlayışı gıt herif !..
* * *
1980 li yılların başlarında Ankara’ya gezmeye geldiğimde meşhur bir TRT sanatçısı arkadaşım Ankara’nın sayılı kabadayılarından birisinin kendisini öğle yemeğine davet ettiğini, benim de kendisi ile beraber bu davete gelmemi ısrarla rica etti. Kıramadım, birlikte Tunus Caddesi’ndeki ofisine gittik kabadayının. Kapıda çok güzel karşılanıp içinde koruma mı, fedai mi desem birçok iri yapılı insanların bulunduğu birkaç iç içe odadan geçip davet sahibi kabadayının gayet lüks döşenmiş salonuna girdik.
Loş ışıklı kocaman odanın giriş kapısına göre tam karşısında büyükçe bir masanın arkasındaki ünlü kabadayı ayağa fırlayıp yanımıza gelerek bizimle tokalaştı. Aslında tokalaşma da denilmezdi ya buna çünkü elinizi uzattığınızda parmaklarınıza bir şaplak vurup elini hemen çekiyor. Herhalde mafya usulü tokalaşma böyle oluyor diye İçimden geçirdim. Masanın önündeki koltuklara kurulduk. Etrafa bir göz gezdirdiğimde; odanın bir köşesindeki büyük bir akvaryumda yüzen et obur piranha balıklarını gördüm. Salondaki yemek masasına hazırlıklar yapılırken merak saikı ile kalkıp akvaryumdaki balıkları incelemeye koyulduğumda kabadayının; ‘Değerli arkadaşım sakın elini akvaryum içerisine sokmayasın, anında elinde et namına bir parça bırakmaz bu namussuzlar’ derken ikaz ile karışık bir övünç tını vardı ses tonunda.
O anda masanın arkasındaki ahşap fon üzerinde bu konudan bahsetmeme neden olan altın kaplama olduğunu sonradan öğrendiğim harflerle bir cümle ilişti gözüme. ‘BURADA SENET DEĞİL SÖZ GEÇERLİDİR. SENETE PUL OLMAKTANSA SÖZÜNLE ALTIN OL’ yazıyordu.
Kabadayılar dünyasında racon kesilirken geçerli olan bu kural, anladığım kadarıyla ziyaretçilere ayrıca yazı ile hatırlatılıyordu.
Eski Belediye binasının karşısındaki caddenin başından ‘KANERE’ diye adlandırılan manavların, yoğurt ve kadayıf satanların bulunduğu bölüme kadar karşılıklı dükkânlarda Malatya’mızın yüz akı esnafın konuşlandığı TÜCCAR PAZARI bulunuyordu.
Buradaki mağazaları genelde Malatya’nın köklü ve yerli aileleri işletiyordu. Tüccar Pazarında tüccar olmak ayrıcalıklı bir iştigal sahasıydı. Öyle her önüne gelen tüccar pazarında iş yeri sahibi olamaz ve esnaflık yapamazdı. Narin’ler, Kırçuval’lar, Efe’ler, Diltemiz’ler, Aksoğan’lar, İnan’lar, Şeftalicioğulları, Kığılı’lar, Cüre’ler, Nebioğlu’lar, Almendi’ler, Ağan’lar, Karakaş’lar, Kölük’ler, Öztemiz’ler, Elmalı’lar, Semercioğlu’lar, Emiroğlu’lar, Korkusuz’lar, Akbez’ler, Çekmegil’ler, Şavata’lar ve daha niceleri ellinin üzerinde tüccar esnafı sağlı sollu sıralanan irili ufaklı dükkânlarında ağırlıklı olarak manifatura, tuhafiye ticareti yaparlardı.
Buradaki esnafların her birisi yukarıda bahsettiğim kabadayının ticari ahlakına fazlası ile sahiptiler. Yani bir bakıma hepsi birer ticari kabadayıydılar. Çünkü esnafların birbiri arasında çeksiz, senetsiz borç para alış verişi olduğu gibi Malatya’nın yerli sakinleri tüccardan, bakkaldan ihtiyaçlarını senetsiz sepetsiz borç olarak alabilirler ve söz verdikleri günde, örneğin maaş aldığı, harman kaldırdığı, kayısılarını sattığı günde hemen giderek borçlarını öderlerdi. 1950-1965 yılları arasında böylesine bir güven ilişkisi vardı halkımız ve esnaflarımız arasında. Hani sabahın ilk saatlerinde gelen müşteriye; “Ben az önce siftah yaptım, bitişik komşuya git, orada malın daha iyisi var.” diyebilen Ahilik geleneklerine bağlı gani gönüllü esnafların kümelendiği bir pazar yeriydi Tüccar Pazarı.
Bu pazarın devamı Valilik binası karşısındaki Temelli Pasajı bulunuyordu. Gerek pasajın caddeye bakan yüzünde gerekse pasaj içinde yine Malatyalı yerli ailelerin konfeksiyon, züccaciye, kumaş mağazaları ile tüccar terziler yerleşikti.
Bu mağazaların caddeye cepheli olanları şimdiki Soykan Parkının yanından başlayıp İş Bankası binasına kadar sıralıydı. Gerek bu mağazaların bulunduğu kaldırım gerekse, karşı tarafta Ziraat Bankası’ndan başlayıp Renkli Sinema’ya (Kız Meslek Lisesi’nin karşısındaydı) kadar uzanan kaldırım, özellikle Salı ve Cuma günleri saat 13,30-14,30 arası ile 16.00-17.30 arasında Malatyalı genç erkeklerin volta attığı yerlerdi.
1971 yılında yedek subaylığımı yaptığım Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı’nın bulunduğu Eğirdir’de Eğirdir Gölü’nün, kış mevsimi hariç her mevsimde günün değişik saatlerinde bukalemun gibi renk değiştirmesini hayranlıkla seyrederdim. Mavi, lacivert, sarı, turuncu renklerin birbirine geçişlerini seyretmeye doyum olmuyordu. Tam bir tabiat harikası. Gölde yetişen pavuryalar o kadar boldu ki, sahil kenarındaki cadde ve sokaklarda başıboş gezinen bu tatlı su ıstakozlarının neden değerlendirilmediğini merak edip sorduğum bir rütbeli subay arkadaşım, bana subay gazinosu sahilindeki iskele ayaklarına kalın iplerle bağlanmış onlarca sepeti gösterdi. Sepetlerden birisinin ipini çekince, içinde oynaşan tatlı su ıstakozlarını gördüm. Meğer her bir sepetin sahibi varmış, canları çektiğinde alıp temizleyerek taze taze yiyorlarmış.
-“Eğirdir halkı pavurya nedir bilmez. Bilselerdi gölde pavurya kalmaz, bizim de elimize geçmezdi. Bu Eğirdir, pavuryalarıyla tanınacağına bahçelerde yetiştirilen çok nefis elmaları bir de Perşembe günleri yapılan kızlar pazarı ile meşhur.” dedi.
Terhis olduktan tam 10 yıl sonra anılarımı tazelemek üzere gittiğimde; Eğirdir’de sahilde başıboş dolaşan pavurya göremediğim gibi bu göl ürününün ihraç edilmek üzere sanayileştirildiğini görmek sevindirdi beni. Bu arada ‘Kızlar Pazarı’nın eski cazibesini kaybetmediğini öğrendim (Yıl 1981).
İlçe merkezindeki sahil kesiminde bulunan park, kızlar pazarı olarak adlandırılmıştı. Haftanın her Perşembe günü evlenme çağındaki genç kızların ve erkeklerin burada arz-ı endam ederek kısmet aradıklarını öğrendiğimde çiçeği burnunda yeni evliler olarak ben ve eşim merak saikı ile sıcak bir Temmuz ayı mesai bitimi sonrası kuzenimize kız bakıyoruz ayaklarına yatarak pazara gittik. Genç erkeklerin ve de kızların ikişerli, üçerli guruplar halinde bizim İsmet Paşa (Hürriyet) parkından biraz daha büyükçe olan parkın yürüme yollarında gezinmelerini çaktırmadan izledik. Şöyle bir tur attıktan sonra boş bulduğumuz bir bank sırasına oturup ‘memleketimizden insan manzaralarını’ seyre koyulduk.
Parkta gezinen gençler oldukça kalabalıktı. Yahu Eğirdir’de bu kadar çok bekâr genç kız ve erkek var mıymış, diye düşünürken civar köy ve ilçelerden hatta Isparta’dan bile gelenler olduğunu öğrendik. Bazı gezgin evlenme adaylarını, parktaki banklarda oturarak bekleyen anneler de vardı. Özenle giyinip yine özenle taranmış saçlarını omuzlarına bırakan veya örgülü saçlarını iki omzunun önünden sarkıtan hafif makyajlı kızlar mı dersin; şık giyinmesine karşın saçlarını bol biryantinleyerek kafasına inek yalamış gibi yapıştıran veya kısa kollu gömleklerinden kaslı pazularını ön plana çıkarmaya çalışan erkekler mi dersin ne ararsan var bu pazarda. Ama ortak nokta, karşılıklı kaçamak ve süzgün bakışlar, birkaç turdan sonra adres isteyip vermeler veya idealindeki kızı veya erkeği bir sonraki Perşembe günü bulacağı umuduyla mahzun dönüşler. Karşılıklı beğenide bulunan kız, adresini delikanlıya veriyor, ertesi gün yani Cuma gününün hayır ve bereketi de gözetilerek oğlan anası eline tutuşturulan adresteki kız evine, müstakbel gelinini görmeye gidiyor. Şimdilerde devam ediyor mu bilmiyorum ama böyle bir gelenek vardı Eğirdir’de…
İşte, yukarıda, Malatya’da güzergâhını belirlediğim Valilik binasının karşısındaki mağazalar önünden İş Bankası merkez şubesine; Zıraat Bankas’ından Renkli Sinema’ya kadar olan yaya kaldırımları da Malatya’mızın adı konulmamış bekârlar pazarıydı. Bu pazar, Salı ve Cuma günleri Renkli Sinemanın bayanlar matinesi öncesi ve sonrası olan 14.00-14.30 ile 16.00-17.30 saatleri arasında oluşuyordu.
Jilet gibi ütülü pantolonlarının üzerine pırıl pırıl tişört veya gömlek giyinmiş, sinekkaydı sakal traşı olmuş, saçını özenle taramış, henüz boyanıp cilalanmış ayna gibi parlayan iskarpinleri ile bu güzergâhta, yalnız dolaşan olduğu gibi, çoğunlukla ikili veya üçlü guruplar halinde bir aşağı bir yukarı tur atan Malatya’mızın genç delikanlıları. Diğer taraftan sinemaya geç kalma veya yer bulamama korkusu ile sıklaşan adımlarla yürüyen şık giyimli genç kızlar. Kaçamak bakışlar, “seninki geliyor” ikazı ile titreyen yürekler ve de dizler.
“Seninki” derken çoğunlukla karşı cinsin bu beğeniden veya gizli sevdadan haberi olmazdı. Olsa da, sevdalar gizli çekilirdi. Yani platonikti aşklar, sevgiler. O yıllarda (1960-1970 li yıllardan bahsediyoruz), çevrenin mevcut baskıcı ortamı, gençlere ayaküzeri de olsa birbirlerine beğenilerini, sevgilerini söyleme imkânı tanımazdı. Bakışlardan cesaret bulup bir tenha köşede sevgisini söylemek isteyen delikanlı, ya terslenirdi ya da “Annen gelip annemle konuşsun” cevabını alırdı. Sevdalısına rastlayan delikanlı, artık koruma içgüdüsüyle mi yoksa daha fazla görebilmek tutkusuyla mı evine kadar uzaktan takip ederdi sevdalandığı kızı. Kız da fırsat buldukça bir bahane ile arkasına dönüp bakardı sevdalı gencin gelip gelmediğini anlamak için. İşte o zaman delikanlının yüreği bir başka çarpar. Bir zaman sonra bu sessiz takipten bıkan genç kız artık bakmamaya ve surat asmaya başlar ki sevdanın ve de platonik aşkın bitişidir bu.
Bakınız Hüseyin Uğur Kıvılcım bu durumu şöyle yansıtmış şiirine;
“Ben Malatyalıyım gardaş O zamanların sisli kalıntılarıdır gözlerimdeki bu buğulu bakış Tezek yanan ocak başında oturmuşum Ocak başı deyince anılar gelir aklıma Dedem kurtların şehere indiğini anlatır Babam Karacaoğlan’dan çalar Âşık Garip’ten okur. Elvis Presley dünkü çocuktur.
Bizde sevdalar bakmakla başlar, bakmamakla biter Bizde kızlar diskoya, baloya, dansa gitmez Dans deyince aklıma harman yerinde halay çeken köylü kızlar gelir Kavrulmuş yüzlü, boncuk gözlü Titrer omuz, titrer göğüs Bir görseniz dans ediyor dersiniz Venüs Ben doğuluyum, Malatyalıyım gardaş”
Malatya Lisesi'nde (şimdiki Milli Eğitim Müdürlüğü) eğitim yapılırken Münir Doğan Baloğlu isimli bir edebiyat dersi hocamız vardı ki, bu hocamız, kendine has şivesi olan Akçadağ ilçemiz doğumlu idi ve konuşurken yöresel şivesini hiç bozmazdı. Bir gün, derste, Yunus Emre’nin tasavvufi görüşünü, Tanrı aşkını anlatırken arka sıralarda oturan Muharrem Doğan isimli arkadaşımızın ders dinlemeyerek yanındaki arkadaşıyla sohbet ettiğini görünce;
-Ula Maharreeem, biz burada Yunus’tan bahsediyorüz, Yunus’un aşkından bahsediyorüz sen orada dırrrrlanıyorsüüüün. Ama senin bildiğin aşk kanal boyunda höküm sürüyöööör tebiiii.
Deyince hepimiz katıla katıla gülmüştük. Allah selamet versin, aradan yıllar geçse de Malatya’da her rastladığımda sevgili Muharrem’e ilk sözüm, hocamızın bu cümlesi olur.
Bu olaydan, Malatya’nın baskıcı ortamını, o devri yaşamamış gençlere anlatabilmek için bahsettim. Hocamızın bahsettiği ‘Kanalboyu’nda hüküm süren aşk’ ifadesinin kaynağı üst sınıflarda bulunan kız-erkek genç öğrencilerden birisi kanalın bir tarafında, diğeri de diğer tarafında yürürken konuşarak Kernek’e doğru yürürlerdi. Güya yan yana gelmeden konuşarak dikkat çekmediklerini sanırlardı. Yani bir erkek ile kızın ayni sınıf öğrencileri de olsalar okul dışında yan yana konuşmaları çok yadırganırdı. Ortaokula ilk başladığım yıl birisi kız diğeri erkek iki son sınıf öğrencisi okulun bahçesinde yan yana konuşarak yürürlerken ortalık ıslık sesiyle inlemişti. Ama sonraki yıllarda bu garipseme giderek kayboldu.
Bazen ayni kızı iki veya daha fazla delikanlının da beğenip sevdalandığı ve takip ettiği olurdu ki, işte o zaman ya bire bir ya da her iki taraf arkadaşların da katıldığı gurup münakaşaları, yumruklaşmalar, meydan kavgaları olurdu. Bir taraf diğer tarafa, -“Oğlum ben bir senedir bu kızın peşindeyim, puloşlamışım, sen nereden çıktın?” gibi öncelik hakkı olduğunu savunurdu. Ama genelde kız, her iki aşığın farkında bile değildir ve bu hengâmeden hiç mi hiç haberi bile olmazdı, iyi mi? (Puloşlamak; Malatya’ya mahsus bir deyim olup sahiplenmek, herkesten önce görüp, beğenip el koymak anlamında kullanılırdı).
Yanılmıyorsam 1964 yılı, yani Kanalboyu’ndaki lisede okuduğumuz son yıl, okul çıkışı yine kız meselesinden çıkan gurup kavgasında, karşı tarafın üzerine birkaç kişi sopalarla yürüyünce kendini korumak üzere cep çakısını gelenlere doğru rastgele savuran Kazım Benlioğlu isimli bir öğrenci, çakının karşı taraftan birisinin kalbine isabet etmesi sonucu hiç yoktan katil olmuştu. Aslında ne Kazım’ın ne de ölen çocuğun kavganın müsebbibi olmadığı öğrenildi sonradan.
Okul idaresinin zafiyetinin de bu sonuçta payı olduğu hep söylendi. Benim kanaatim de bu yöndedir. Çünkü ismi efsane olmuş, Şerafettin Mertoğlu isimli bir okul müdürümüz vardı ki yıllarca okulda ve okul çevresinde en küçük bir kavgaya fırsat vermemişti. Genel kanı; Şerafettin Bey olsaydı bu olay asla meydana gelmezdi yönündeydi hep.
Zaman zaman meydana gelen bireysel kavgalar da, gurup kavgaları da genelde okul dağıldıktan sonra lisenin karşısındaki İsmet Paşa parkında yapılırdı. Okul dağılmadan herkes kendi gurubuna “dögüş var” haberini dolaştırılarak o guruba adam toplardı. Kavganın sebebi nedir, kimlerle kavga edilecek diye sorma lüzumu bile hissedilmezdi. Kavgaya karışmamak veya olay yerine gitmemek korkaklıkla nitelendirildiği gibi bu gibiler her konuda yalnız bırakılır, dışlanırdı. Çoğunlukla da her iki taratan tefrik edilen gönüllü hakemler tarafları ortak bir noktada buluşturarak olay çıkmadan yatıştırılardı. Eğer anlaşma sağlanamazsa seyreyleyin gümbürtüyü, yumruklar havada uçuşurdu.
Kendisi de Malatyalı olan ve geçtiğimiz yıllarda 95 yaşında rahmetli olan, her zaman hayırla yadettiğim Şerafettin Mertoğlu, lise müdürü olarak Malatya’ya gelince bu tür kavgalar son buldu. Çünkü nasıl bir istihbarat ağı kurmuşsa park içinde kavga olacağı haberini alır, daha karşılıklı sataşmalar başlarken kendisi de iri kıyım olan ve davudi bir sese sahip olan Şerafettin Bey’in elinde sopası ile gök gürültüsünü andıran sesi;
-“Ağzına s.. ç……..tıklarııım.”
diye yankılanır ve kavgacıların her biri bir yana kaçıp kaybolurdu. Bazen de bakarsınız Şerafettin Bey kavgacılardan önce, parkta görünmediği bir yer tutmuş, her gelen kavgacı öğrenciye;
-Gel ağzı b..klu sen de gel şurada bekle, diye kenara çeker, kavgacı ekip tamamlanınca da önce kızar, bağırır sonrada nasihat edip dağıtırdı kavgacıları.
Çok severdi öğrenciler onu. Normal zamanlarda alabildiğine müşfikti, sevecendi, bir baba yaklaşımındaydı öğrencilerine ve de öğretmenlere.
Okulun en kıdemli öğretmenlerinden Tarih öğretmeni Fikriye Hanım ki lakabı ‘Deli Fikriye’ idi. “Şerafettin Müdür benim öğrencimdi, onu ben yetiştirdim.” diye övünürdü. Bir arkadaşımız, “ Hocam bizi hep sopayla dövüyorsun, Şerafettin Bey’i de dövmüş müydün.” diye sorunca, sopasını kullanmak için sebep aryan hocamız; “Ulan bunu sormak sana mı kaldı.” diyerek o özel yapılıp üstelik cilalanmış kısa sopasıyla arkadaşımızın sırtına ver yansın etmişti. Dersi kaynatmak isteyenler “hocam, bu arkadaş fazlasıyla hak etti. Vur, vur ellerin dert görmesin diye teşvik etmişlerdi. Sanırım lakabı bunun için takılmıştı kendisine. Beni çok severdi ve arada bir beni çağırıp “ oğlum, al şu parayı okul çıkışı git sinemadan bilet al, akşam filan saate de eve gelip bizi al sinemaya götürüp getir.” derdi. Tarih dersinin vasat bir öğrencisi olsam da beni böylesine mutemet görürdü. O sopadan tatmak bana hiç nasip olmamıştı ama bir keresinde tabir caiz ise, sopa yemekten direkten dönmüştüm. O sopayı yiyen öğrenciler sopanın hiç acıtmadığını söylerlerdi. Derste konuşan öğrenciye uzaktan fırlattığı sopayı havada yakalayan bir başka öğrenci de sopadan nasibini alırdı. Çünkü “ Hocam helal olsun size, çok iyi nişancısınız, ama …..sopayı havada tutmasaydı tam isabet olacaktı” diyen bazı arkadaşlar gaz verince, hedef şaşırtıp, sopayı havada yakalayanı sopalatmaktan zevk alırlardı. Tarih dersini kendisine has uslubuyla, hikâyelerle anlatan bu çok donanımlı hocamıza Allah’tan rahmet diliyorum.
İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığı döneminde, Malatya’ya diğer illerden ayrıcalıklı bir hizmet yapmadı diye eleştirilince; “Ben Malatya’ya en yetenekli, en donanımlı öğretmenleri gönderdim. Bunun ne kadar önemli olduğu zamanla anlaşılır.” dediği rivayet olunur.
Nitekim eskilerden duyduğum, Arif Nihat Asya, Vasfi Mahir Kocatürk gibi isimleri efsane olmuş öğretmenler ve daha niceleri Malatya Lisesi'nde görev yapmışlar, öğrenciler yetiştirmişler. Bu öğrenciler ileriki yıllarda ülke yönetiminde olsun, eğitim ordusunda olsun çok önemli görevler üstlenmişler. Rahmetli ağabeyimiz Araştırmacı- Yazar Ahmet Şentürk, 1930'ların sonu, 40'lı yıllarda, ahşap binası yanan ve yerine bugünkü Milli Eğitim'in bulunduğu bina yapılan Malatya Lisesi'nde Fen Bilgisi öğretmenlerinin Fransa Sorbonne Üniversitesi mezunu olduğunu anlatırdı.
Malatya Lisesi’nin devamı olan Turan Emeksiz Lisesi (1980’lerde adı tekrar Malatya Lisesi oldu) öğretmenlerinin hepsi de ayrı birer değerdi bizim dönemde. Hatırlayamadığım isimler olur da hata yaparım endişesi ile isim saymayacağım.
Malatya Lisesi’nden mezun olup da üniversiteye giremeyen öğrenci hemen hemen yok gibiydi. Siyasetin orta öğretime kadar inmesiyle öğrenciler mensubu olduğu fraksiyona göre not alınca kalitede de kantitede de çok büyük düşüş yaşandı. Bunun sosyal hayata yansıması da maalesef çok acı oldu.
Ben lise 1. sınıfta iken yakınen tanıdığım son sınıf öğrencisi bir ağabeyimiz ki Allah uzun ömür versin, ismini yazmayacağım, İTÜ İnşaat bölümünü kazanmasına rağmen sadece kompozisyon dersinden Haziran ve Eylül mezuniyet sınavlarında başarısız olduğundan 1 yıl beklemek zorunda kalmış ve ancak sonraki yıl Eylül sınavında asgari geçer bir not alarak mezun olabilmişti. Ünüversite giriş sınavında da ikici yıl Maçka Maden Fakültesini kazanarak maden mühendisi oldu. O yıllardaki Edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ateş bey’e; “ Hocam bu arkadaş İTÜ sınavını kazandı, kompoziyon nesine gerek?” diye sitemde bulunanlara “Kompozisyonun geçerli olmadığı bir meslek yoktur, mühendis olarak bir rapor yazacak olsa, maksadını yazıya döküp anlatamadığında, kendisi değil onu okutan veya mezun eden hoca küfür yer.” demişti.
Malatya Lisesi’nin ortaokul kısmına ilk başladığımız yıl Vahap Kişoğlu, daha sonra M.Tahsin Büyükakan 1’er 2’şer yıl müdürlük yaptılar. Şerafettin Bey’den sonra bizim dönemin son lise müdürü Necmettin Ecevit oldu.
İşte bizim dönemin ismi efsane olmuş lise müdürlerinin en başta gelenidir Şerafettin Mertoğlu ismi. Normal zamanda öğrencilere “Yavrucuğum, evladım” öğretmenlere de “ Hoca hanım, hocam” diye hitap ederdi.
Sadece öğrenciler değil, öğretmenler de saygı duyar çekinirdi ondan. Saygınlığının kaynağı sadece otoritesinden değildi. Kendisi Tarih öğretmeniydi ama edebiyata, tiyatroya, şiire, diksiyona, hitabete, sanata çok önem verir, öğrencileri hayal güçlerini geliştirmeye teşvik eder, kısaca hayata hazırlatırdı. Nitekim son sınıflara birer veda gecesi gösterisi hazırlatmak gelenek haline getirilmişti. O gecelerde Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği koro ve solo programları, tiyatro gösterileri, taklitler, halk dansları gösterileri velhasıl tüm sınıf öğrencilerinin görev bölümü yaptığı zevkle izlenen ve de anılarda hep yaşayan geceler düzenletirdi. Bu gecelere gözlemci ve yardımcı olarak tiyatro dalında İclal Dündar hocamız, Muazzez Duman hocamız, Malatya dışından olan halk dansları gösterilerinde ise şimdilerin meşhur hikâye, roman ve film senaryosu yazarı Osman Şahin hocamız bulunurdu. Sanki daha iyisini yapmak için adeta yarış yapıldığından Çok kapsamlı ve kaliteli görseller ortaya çıkardı. Daha önce İstanbul Sineması iken Malatya Lisesi’ne tahsis edilen Gazi İlk Okulu yanındaki salonda (şimdi yerinde park var) yapılan bu gösterilere protokole dâhil zevat, öğrencilerin aileleri ve öğrenciler seyirci olarak katılırdı.
Rahmetli Şerafettin Mertoğlu’nun bu gayretleri; öğrencilere dayanışma, birlikte üretme, yeteneklerini sergileme ve sosyalleşme alışkanlıklarını kazandırma amacı taşımaktaydı.
İstisnalar hariç şimdiki öğrencilere ‘’Babanın adı ne” diye sorulduğunda duraksıyor ama “Babanın adı a-b-c-d şıklarından hangisi” diye sorulunca hemen cevap verebiliyor. Bu benzetmemde abartı olduğu düşünülse de bir türlü rayına oturtulamayıp yaz-boz tahtasına çevrilen eğitim sisteminin de test sisteminin de yanlış sonuçlar doğurduğunu düşünmekteyim.
Eğitim ordusunun bu çok değerli yöneticisi Şerafettin Mertoğlu, Malatya’dan Kars, oradan Elazığ ve sonrasında Gaziantep liselerinde müdür olarak görev yaptıktan sonra, son olarak Ankara Aydınlıkevler Lisesine Müdür olarak atandı. Oradan emekli olmasına karşın, o’nun değerini çok iyi bilen ve Malatya Lisesi’nden öğrencisi olan Metin Emiroğlu’nun Milli Eğitim Bakanı olması ile Emiroğlu tarafından tekrar göreve çağırılarak Gaziantep ODTÜ de Devrim Tarihi öğretmeni olarak eğitime hizmet verdi. 5 yıllık bu hizmetten sonra Bakan Müşaviri olarak Ankara’ya atandı. 1989 yılında yaş haddinden emekli olan, bir süre sonra vefat eden bu aziz öğretmen ve yöneticiyi minnet ve şükranla anıyor, Allah’tan rahmet diliyorum. Malatya’da ikamet ettiği Nuriye Mahallesi Abbas Efendi Sokağına veya ayni mahallede uygun görülecek bir sokağa “Şerafettin Mertoğlu” isminin verilmesini belediye başkanlarımıza öneriyorum.
Evet, yaz mevsiminde bekârlar pazarında (!) volta atmak kolay ama soğuğun insanın yüzünü bıçak gibi kestiği, karda, buzda ayakların kaydığı o kış günlerinde ne yapıyor gariban Ferhatlar, Mecnunlar?
PTT binasının tam karşısında, eski Emniyet Lokantasının bitişiğindeki Altın Pasta Salonu, bunun az ilerisinde Terzi Sabri Öngen'in dükkânı ve özellikle Renkli Sinema bitişiğideki Gömlekçi Bayram Özer’in dükkanı sinemanın dağılma saatine yakın bu soğuk kış günlerinin önemli sığınma ve ısınma duraklarıydı. Bir kısmı daha önceden dikilmek üzere sipariş verdiği elbisenin provasını o saatlare denk getirir, bir kısmı yeni gömlek siparişi verirken daha önceki siparişini teslim alır. Tabi yanlarında da müşteri adayları olan 1-2 arkadaşıyla gidip otururlardı. Bazen oturacak yer de bulamayıp ikram edilen çayı ayakta yudumlarlardı. Ama gözleri, dağılan sinemadan gönül verdiği kızın oradan geçmesinde olurdu. Mekân sahipleri de tatlı dilleri ile yeni siparişler almanın keyfini yaşarlardı. Gömlekçi Bayram Özer bu müşteri bolluğundan kazandığı küçük bir servet ile sinemalar cazibelerini kaybedince Adana’da büyükçe bir atölye açıp ‘Özer Gömlekleri’ adıyla seri üretime geçti. Terzi Sabri Usta Emeksiz Caddesi’nde apartman yaptırdı.
Bu şartlardaki ‘gözlem’ ve eğer olursa ‘izleme- iletişim’ girişimlerinin ardından kızın da bu sevdaya aklı yatarsa kısa bir tanışma faslı için Şuayip Saral’ın işlettiği Altın Pasta salonunda sıcak bir sahlep veya çay, pasta molası vererek fırsat yaratırdı.
Bitmek bilmeyen hafta sonu tatillerinde yaya gezip aranmaktan ayaklarına kara sular inen ve sevda çeken âşık ve bekâr erkek milletinin sabrı taşınca paraya kıyıp 2-3 arkadaş birleşip taksi tutarak konfor denilen şehiriçi gezintisi yapmak adetten olmuştu. Malatya şivesi ile bu “gonforu” yaparken özellikle sevdalandıkları kızın mahallesinden ve evinin önünden birkaç kere geçip 45 devirli plaktan o yılların plak satış rekorlarını alt üst eden ‘Yara beni’ türküsünü belki kız duyar da pencereye çıkar umuduyla yüksek volümle dinlerlerdi. Eğer mevsim yaz ise gece, kış ise hem gece hem de gündüz yapılırdı bu “gonfor” gezintileri.
Altta dinletiye sunduğum bu türkünün sözleri şöyleydi;
Amman aman, Amman aman, Yara beni, yara beni Gidin deyin yâre beni. Dermansız bir derde düştüm, Kül eder bu yara beni, Öldürür bu yara beni.
Amman aman, Amman, aman, Yar aşkına, yar aşkına Sinem yandı yar aşkına Acı bana zalim felek Yandım yeter yar aşkına.
(Yara Beni türküsünü Yıldız Tezcan'dan dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2018/01/28-Yıldız-Tezcan-Öldürür-Yara-Beni.mp3"][/audio]
Okuması ve öğrenilmesi oldukça kolay olduğu için mi, yoksa nevaib-i ma’şukayı (Âşıkların dertlerini, çilelerini) dile getirdiği için mi çok tutulan, Yıldız Tezcan’ın okuduğu bu şarkı plağını arabasının pikabında bulundurmayan şöför esnafı gonforcu gençlerden müşteri bulamazdı. Malatyalı âşıkların milli marşı da denilirdi bu türküye.
O yıllarda Malatya’da çok sevilen ve ısrarla dinlenilen ikinci bir türkü ise Şükran Ay’ın okuduğu ‘Kahverengi Gözlerin’ türküsüydü. ‘Yara beni’ türküsü onlarca defa dinlenildikten sonra ‘kahverengi göz’ tutkunlarının ahhhh! offf! ları arasında bu türkü de defalarca dinlenirdi gonforcular tarafından. Hoş bu, bu türküler sadece gonfor yapanlarca değil, hemen her kahvehanede ve evlerde söylenip dinlenilirdi. Ama şarkının ismi her ne kadar “kahverengi gözlerin” olsa da şarkı arasında okunan “ Ey siyah gözlü kadın” gazeli dinlenirken atılan nara sesleri yankılanırdı sokak aralarında…
(Kahverengi Gözlerin parçasını Şükran Ay'dan dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2018/01/15-Şükran-Ay-Kahverengi-Gözlerin-YouTube.mp3"][/audio]
“Yieeeeaahhhhh..! , Auuvvvvvvvv…! Bu tür naraların tarihi Osmanlılara hatta Fatih Sultan Mehmet devrine kadar dayanmaktadır. Adına ‘Yeh çekmek’ denir ki, bir tür ruhun dejarj olması yanında, yiğitliğin alâmetifarikası sayılırdı. Daha ziyade bitirimlerin meyhanelerde ve güç gösterisi yapmaları gerektiği alanlarda çekilen “YEEEEHHH” ne kadar yüksek sesle ve uzunca çekilirse rakibe üstünlük taslamanın, gözdağı vermenin o kadar etkili olacağı düşünülürdü.
Lise son sınıftayız. Yaz günü tatilde arkadaşlarla yaptığımız piknikte hafif alkol de alınıyor. Aramızda Malatyada halter ve güreş sporunda oldukça başarılı olan 1,95 boyunda atletik yapılı Feyzullah Aytemur isimli arkadaşımız da var. Feyzullah, iri yarı atletik yapısının yanında saf denilecek kadar son derece temiz kalpli bir arkadaşımız. Diğer bir arkadaşımızın gazel atması esnasında şimdi Diş Hekimi olan Cengiz Çağlayan, cüssesi ve bariton sesi nedeniyle sesinin daha gür çıkacağını düşünmüş olmalı ki
-“Feyzullah hele bir yeh çek de gönlümüz rahatlaya” dedi.
Gazel devam ederken Feyzi derin bir nefes alınca bizler, şimdi etraf inleyecek diye düşünürken Feyzi gayet yumuşak ve ince bir ses tonuyla “yeeeh” demez mi? Kırıldık gülmekten.
Fakat gözler siyah da olsa, kahve de olsa bakın şair ne demiş;
Yeşil göz, Kara göz, Kahve göz, Mavi göz, Hepsi bahane. Nerede bakmasını bilen bir göz varsa, İşte o göz şahane.
1-2 saat süren bu gonfor gezintisi içkisiz de olmazdı. Her birisi 2,5 TL.ye alınan iki şişe Buzbağ marka kırmızı şaraba yarım kg. kırık leblebi eşlik ederdi. Genelde 3 yolcu 1 şoförle yapılırdı bu gonfor gezintisi. Şoför dâhil gonforcular iç kısma doğru 45 derecelik bir açı ile otururlar, bir taraftan da yan gözle dışarıyı gözetlerlerdi. Şarap içerken bardak kullanılmaz, sırası gelen şişenin ağzını avcunun içiyle sıvazladıktan sonra şişeden yudumlayıp diğer arkadaşına verirdi şişeyi. Bazen şoförler de şaraptan nasiplenirdi.
O yıllarda bırakın alkol muayenesini trafik polisi bile yoktu. Malatya’nın ilk trafik polisi sonradan çok iyi ahbap olup ailece görüştüğümüz rahmetli Salim Zeki Selçuk idi. Selçuk Bey, Ziraat Bankası’nın karşısındaki cadde ortasına konulan beyaz renkli yarım varil benzeri bir noktanın içinden beyaz siperli şapkası ve beyaz kollukları ile nadiren geçen her vasıtaya el kol işareti ile “Geç” işareti yapmasını kaldırımda durup seyrederdi ahalimiz. (Malatya halkı o'nu “Selçuk bey” olarak tanıdı sevdi. Sonradan başkomiserliğe terfi edip Trafik Şubesi Amiri de Selçuk Bey emekli oluncaya kadar Malatya’da görev yaptı ve Malatya’ya yerleşti.) O zamanlar Malatya’daki vasıta sayısı çok azdı. Trafik tıkanması diye bir dert de yoktu ama Selçuk Bey görevini titizlikle ifa ederdi. Sayın seyircilerin de bazen dakikalarca bir vasıtanın geçmesini bekledikleri olurdu. Hatta şehre ilk kez gelen trafik memurunun ağzındaki düdük ve kol işaretleri ile yol vermesinden hoşlanıp araçlarıyla arka sokaktan dönerek tekrar oradan geçmekten zevk alanlar da vardı.
Şoför esnafının bir kısmı mahalle komşum, bir kısmı da ahbabım olduğu için onlarla aram oldukça iyiydi. İsmet, Çelem Nevzat, Battal, Bayroş, Şekip ve ilkokul arkadaşım Üç Kulak Cemal. Taksi durağındaki “gonfor turizm”in en revaçta olan şoförleriydi. Bu Üç Kulak Cemal’in sol kulak kapağından dışarı doğru uzanan bir siğil nedeniyle kendisine bu lakap yakıştırılmıştı. “ Ringo” türü filmlerin yeni vizyona girdiği yıllarda sinemada seyrettiği Rus ruletini denemek için bir arkadaşıyla bahse girmiş, bir toplu tabancanın içine tek mermi koyup tabancanın toplusunu birkaç kere hızlıca çevirdikten sonra ilk kez kendisi şakağına dayayıp tetiğe basınca kanlar içerisinde yere düştüğünü ve öldüğünü öğrendik. Cehaletin verdiği cesaret hayatına mal olmuştu Üç Kulak Cemal’in.
Evet, her ne kadar aşıkan sınıfından olmasam da şoför esnafı ile olan yakın ahbaplığım nedeniyle gonfor yapmak isteyen arkadaşlarım ısrarla benimde bulunmamı isterlerdi.
Şoför Şekip’in boynuna doladığı kaşkolun uçları neredeyse yere değecek kadar uzundu. Gonfor yapmak arkadaşlar arasında “Gonfora düşmek” olarak tabir edilir, ertesi gün “Dün gece gonfora düştük” diye hava atılırdı. Bir gece 8 silindir impala taksisi ile gonfor yaparken arkadaşlar “Yara beni” türküsünden usanmış olacaklar ki kendileri söylemeye başladı. Yalnız bir farkla, türküdeki ‘yârim’ sözcüğü yerine şöförün ismini söyleyerek. Böylece şöför Şekip onore ediliyordu kendilerince.
Altını bozdurayım nenni de Şekip nenni Gerdana dizdireyim eski de Şekip hani İpek mendil değilsin nenni de Şekip nenni Cebimde gezdireyim eski de Şekip hani.
Taksi içinde sigara dumanı yoğunlaştığı için Şekip kendi tarafındaki camı açarak dışarı sarkıttığı uzun kaşkolu rüzgârın ve taksinin sürati etkisiyle arka çamurluğa şlap şlap diye vurması da adeta ritim saz ve alkış sesini andırıyordu.
Yine bir gece gonfor yaparken içtiği şarabı fazla kaçıran bir arkadaş yolda “ usta dur,dur” diye şöföre seslenip duran taksiden aceleyle inip çömelerek istifra edince şöför Çelem Nevzat;
“- Arhadaş Akpınar Aslanı oldu. İsterseniz daha fazla dolanmayah.” demesi hepimize kahkahaya boğmuştu. Sanırım, başka “Akpınar Aslanları” oluşur da arabası kirlenir diye korkmuştu.
Malatyamızın Arasa yanındaki Akpınar semtinde bir minyatür havuz vardı. Bu havuza taştan yapılan bir aslan figürünün ağzından havuz içine devamlı su akardı. Havuzun arka cephesinde bir pide fırını mevcuttu. Ön cephesi ise eski saman pazarına çıkan ve sağlı sollu halı, kilim satılan dükkânların bulunduğu sokağa bakıyordu. Şimdi bu aslanlı havuzun bulunduğu yer minibüs durağı olarak kullanılıyor.
Çelem Nevzat’ın bu “ Akpınar Aslanı” teşbihini içkiyi fazla kaçırıp midesini bozanlar için sıkca kullanır olmuştuk o yıllarda.
__________________
Not: Arşiv fotoğraflar için Sayın Necdet Narin, Sayın İhsan Diltemiz, Sayın Ercüment Evliyaoğlu ve Sayın Asuman Mertoğlu’na sonsuz teşekkürler.