BİR ZAMANLAR MALATYA: Sami Kasap & Bedri Karahan
Malatya'ydı onlar da. Kendileri gittiii, sesleri, anıları ve şakaları kaldı yadigâr..
Ertaç ÖNAL Yazdı ertaconal@mynet.com
‘’İlk mayişini (maaşını) almıştı Veysel Efendi o gün. Bir de bahtım ki Belediye mezbahanesinin 20 yıllık emektarı olmama rağmen aldığı mayiş benim mayişimden daha fazla. Ula bu nasıl oluyu, dedim. Meğer sakat kontenjanından işe alındığı için, her iki gözden ama Veysel Efendi'den vergi kesilmiymiş. Şimdi diyeceksin ki iki gözü görmeyen bir adam mezbahanede nasıl çalışır, davar kesem derken gendi golunu bacağını kesmez mi? Yav, işe de ben aldım hırboyu. Bi enterasan adam. Çoh gonuşuyu, bi ses duysa hemen Sami abeee o neyin sesiydi diye sormasa çatlar.’’
1960’lı yıllarda Elazığ Mezbahanesi’nde çalışır Sami Kasap. İş kanunu hükümlerine göre; 50’ den fazla işçi çalıştıran iş yerlerinin bir tane sakat veya eski hükümlü çalıştırmak zorunluluğu nedeniyle İş ve İşçi Bulma Kurumu bir sakat bir de eski hükümlü işçi adayı gönderir mezbahaneye. İkisinden birisi tercih edilecektir. Birlikte çalışacağı için ikisinden birisini seçme hakkını Sami Kasap’a bırakır mezbahaneden sorumlu Belediye Amiri.
‘’Yav iki gözü ama herife ben nasıl iş verem diye düşündüm. Gafamda eski hökümlüyü işe alma var ama hele bi gonuşam şunnan dedim. Gardaş, gonuştum ki ne gonuşam? Herif bi anladıyı ki bilmem gaç gişiyi bıçahlamış. Anasını kesen o, babasını sünnet eden o. Vay babooo dedim, bu herif başımıza bela olur, hemen bi bahanaynan gönderdim getti. Mecburen ama Veysel’i aldıh işe. İki gün soyna bi bahdım, bu bi tene bekçi düdügü yanında getirmiş, Sami abe dedi ben mezbaha içinde gaybolursam, bu düdügü ötdürdüm mü amanı bilir misin, yetişesin. Yitirmezsek bulduh diye söylendim. O günden soyna bi bahıyım ki iki de bir fırrrrrıt düdüğü ötdürüyü. Yav çalışmasından vazgeçdim bari bana engel olmasa. Neyse ağama söyleyem mayişi aldı ya Veysel, Sami abe ahşam beni kebapçıya götür sana da kebap ısmarlayacam, dedi. Eyi dedim, aldım Elaziz’in menşur bi kebapçısına götürdüm. Siparişi almaya gelen garsona demesin mi ki, bana bir buçuh, Sami abeye bir porsiyon Adana kebap getir diye. Sesimi çıharmadım, ne diyem. Ama kebaplar gelince onun tabağındaki yarım porsiyon kebabı çatalımnan alıp çahtırmadan gendi tabağıma goydum. Yemek bitince bana dedi ki Sami abe, bi daha bu lokantaya gelmeyek dedi. Niye gardaş dedim, bunların yemek porsiyonu az dedi. Peki dedim. Bu sefer de dutturdu ki beni ille de sinemaya götür. Yav arhadaş sen filimi nasıl seyredeceksin dedim. Ben seslerden sahneyi tahmin ederim, dedi. Neyse sinemaya getdik. En önde oturah, dedi. Ona da peki dedim. Neyse filim başladı bu sefer ikide bir bu sahneyi bana tarif et, diyi. Neyse başa gelen çekilir diye arada bir filimin sahnesini tarif ediyim. İşte artiz geldi, gıza sarhıntılıh edenleri dögüyü felan diye. Bu sefer arhadan seyirciler bağırıyı hooop arhadaş, gonuşmayın ki filimi izleyek diye. Yitirmezsek bulduh diye söyleniyim gine. Neyse ağama söyleyem tayinim Malatya mezbahanesine çıhdı da bu dertden eyle gurtuldum’’.
1998 yılı baharı Ankara’ya gelmişti Sami Kasap. Benim de Petrol Ofisi Genel Müdürlüğü’ndeki Daire Başkanlığı görevime başlayalı birkaç ay olmuştu. ‘’Yeni görevin hayırlı olsun’’ diye ofisime geldi, akşam yemeğini de Malatya’dan gelen dostlarla birlikte yerken anlatıyor bunları Sami Kasap. Tabi herkes gülmekten kırılıyor.
Hani duymuşsunuzdur, Çin’de bulunan ve vaktiyle çok ince porselenden yapılmış Fağfur Kâsesi varlığı söylenir. Bir fiske vurulduğunda uzun süre çııınnnnnnnn diye öten bir kâse.
Eskiler dertli bir insana derdi sorulunca saatler süren anlatımı nedeniyle ‘’Bir dokun bin ah! dinle kâse-i fağfurdan’’ diye tanımlarlardı dertli kişiyi.
Ben de ‘Bir Zamanlar Malatya’ denilince Arasa merkezli başlayıp gelişen bir yelpaze ile birbiri ardına canlanan anılarımı kâse-i fağfurun bitmek bilmeyen iniltisi gibi başlıyorum yazmaya. Durdurabilene aşk olsun.
Uzun konuşmalar gibi uzun yazıların da sıkıcı olabileceğini bildiğimden, ne kadar kısa keseyim desem bir bakıyorum sahifeler dolmuş.
Malatyalı ses ve saz sanatçılarından laf açılıp da Sami Kasap ve Bedri Karahan’dan (Topal Bedo) bahsedilmemesi abesle iştigal olurdu.
Sami Kasap ve Topal Bedo namıyla maruf Bedri Karahan ustalarımız ile ilgili anekdotlarımdan ‘BİR ZAMANLAR MALATYA: Eğlence Mekânları ve Sanatçılarımız’ başlıklı yazımın içinde bahsedeyim diye düşündüm ama, hem o yazıyı daha çok uzatıp sıkıcı olmaktan çekindim hem de, sanki Malatya’nın bağrından yetişmiş bu çok değerli ses ve saz üstatlarımıza haksızlık yapmış olacağım kanaati uyandı bende. Başka bir başlıkta öyle araya sıkıştırılacak sanatçı mı bunlar diye düşündüm.
Malatyalılar, mesleği nedeniyle Gasap Sami diye tanırlar ama Avrupa’ya- Amerika’ya kadar uzayan ününde Sami Kasap diye tanınıyor üstadımız. Tenor sesinin volümü mikrofonları patlatacak güçteydi. Bu yüzden genellikle mikrofonsuz okurdu. Kuşkusuz Malatya folklorunun bağrında açan emsalsiz bir kır çiçeğiydi Sami Kasap. (Yandaki fotoğrafta Sami Kasap ABD- New York'ta)
Malatya Halk Eğitim Merkezi’nin bir odasını stüdyo haline getirmiştik. Bu odada, Şehit Kemal Özalper Erkek Sanat Enstitüsü Eğitim Radyosu için müzik kaydı yaptığımız gibi, radyo tiyatrosu bile kayda alınır ve radyoda yayınlanırdı. Tabi ses kaydı ve tiyatro çalışmalarının sorumlusu rahmetli Dilaver Uyanık’tı. O, 20 metrekarelik küçücük odayı stüdyo haline getiren de oydu. O ne amatör ruh ve hevesti Allah’ım. Hepimiz bir şeyler üretebilmek adına gece yarılarına kadar bıkıp usanmadan saatlerce çalışırdık. Manavından bakkalına, tüccarından taksi şoförüne, velhasıl evlerde, iş yerlerinde Malatya halkının yayın saatini dört gözle beklediği (Kısa dalga 43 mt. 7025 sykl üzerinden yayın yapan Şehit Kemal Özalper Erkek Sanat Enstitüsü Eğitim Radyosu sabah 10.00-12.00; akşam 16.30-18.30 saatleri arasında neredeyse tüm Malatya'nın dinlediği) tek radyo istasyonuydu. Bu beklentiye kayıtsız kalmak mümkün müydü?
Bu radyo ile ilgili olduğumuzu bilen herkesin ayrı bir önerisi veya talebi oluyordu. Bu ilgi bizi mutlu ettiği gibi soruları cevaplamaktan usanmıyor da değildik. Bizler son derece kısıtlı imkânları zorlayarak yayın yapmaya çalışıyorduk. Örneğin bant kaydı yapabilmek için Yeşilyurt ilçemizde terzilik yapan rahmetli Yunus ağabeyin (Yunus Gök) zamanın en gelişmiş ses kayıt ve yayın cihazı olan TK-340 Grundig marka makaralı teybini getirmek ve bunun için Yunus ağabeyin uygun zamanını kollamak; plaklardan kayıt yapabilmek için Edison veya Altınova plak mağazalarından ödünç plak almak zorundaydık. Zira bu kayıtlar için ayrılmış tek kuruş ödenek yoktu. Aldığımız plakları da küçükken aldığım nota eğitimi nedeniyle makamlarına göre ben ayırıyor ve sıralamayı yaptıktan sonra okulun yayın yapılan küçük makaralı teybine kaydediyorduk. İşte bu zor şartlar altında çalışırken olağanüstü yoruluyor ama halkın mutluluğu tüm yorgunluğu unutturuyordu bize. (Bu sorunu nasıl çözdüğümüzü ‘BİR ZAMANLAR MALATYA: Eğlence Mekânları ve Sanatçılarımız’ başlıklı yazımda tafsilatlı olarak yazmıştım).
(Sami Kasap dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/Sami-Kasap-Hasta-Düstüm-Gurbet-Elde-YouTube.mp3"][/audio]
Bahsettiğim Halk Eğitim Merkezi'ndeki bu ses kayıt stüdyomuzda bir akşam Sami Kasap’ın okuduğu türkü ve gazelleri kaydediyoruz. Okuduğu bir gazelin sözleri şöyle; ‘’ Benim sevgilim sensin, senin sevgilin kimdir yar eeey aman.’’ Rahmetli Sami Kasap ‘’sevgilim’’ kelimesini ‘’sevgülüm’’ diye okuyor. Dilaver Uyanık da buna takıldı, ille ‘’sevgilim’’ dedirtecek. Sil baştan kayda geçiyoruz, sıkı sıkı tembihlenmesine rağmen Sami ağabey oraya gelince yine ‘’sevgülüm’’ diye okuyor. Birkaç tekrardan sonra Dilaver bir kartona büyük harflerle ‘’ SEVGİLİM ’’ diye yazıp, gazeli okurken kartonu Sami Kasap’ın gözünün önünde tutuyor. Lakin Sami Kasap yine bildiği gibi okuyunca, bu ve benzeri durumlarda gülme krizi tutan ve orada ritim saz çalan Mehmet Furun ’un yine krizi tutup gözlerinden yaşlar boşalana kadar katıla katıla gülmesi, Sami Kasap hariç oradaki herkesi gülme krizine soktu. Sonuçta pes eden yine Dilaver Uyanık oldu. Bu örnekte olduğu üzere şarkı ve gazellerini okurken ki özgün tavrı nedeniyle okuduğu gazelleri ve lehçesini istenilen, düşünülen kalıba kimsenin sokamayacağı yırtıcı bir aslana benzetirdim Sami ağabeyi. ‘Doğal kır çiçeği’ tanımlamam da bu nedenledir.
1933 Malatya doğumluydu, mesleği soyadı gibi kasaplıktı. Dükkânı yoktu, belediye mezbahanesinde çalışıyordu. Sigortalı memurdu yani. 1955-1960 yılları arasında Malatya’daki bağ bahçe düğünlerinde sesi yankılandı. Sonraki yıllarda önce konser için şehre gelen müzik gruplarının sahnesinde halkın ısrarı ile misafir sanatçı olarak sahne aldı. Daha sonraları, 1965-1985 yılları arasında da Orduevi karşısındaki İsmet Paşa Parkı’nda, ‘Hürriyet Aile Gazinosu’ adıyla faaliyet gösteren içkisiz aile gazinosunda yaz aylarında yıllarca sahne aldı. Kış aylarında ise şehir merkezindeki tek pavyon olan halk arasında ‘’Hürrem’in Pavyonu’’ diye anılan Kantar Pavyonda zaman zaman İbrahim Tatlıses ile birlikte sahneye çıktığını duymuştum. Bunu, bir TV programına davet ettiği Sami Kasap’ı tanıtırken bizzat İbrahim Tatlıses’in kendisi açıklamıştı. Hatta O’nu tanıtırken ‘’Türkiye’de bu oktavda gazel okuyan başka bir sanatçı yok, plakları peynir ekmek gibi kapış kapış satılıyordu’’ diye tanıtmıştı Sami Kasap’ı.
Ama ne yazık ki bu gibi değerler Malatya’nın o günkü şartlar ve imkânsızlıkları içerisinde hak ettikleri yerlere gelemediler.
Selahattin Alpay anlatıyor; ‘’Ben Halk Eğitim Merkezi’nde hocam Mehmet Yumrutepe sayesinde olgunlaşan ses ve yorumumla dinlenir olduğumda, bir gün belediye mezbahanesinin bulunduğu Babuhtu (Eski Boztepe, şimdiki Yeşiltepe ile şehir arasındaki bölge) semtinde Sami ağabey ile karşılaştım. Bana ‘bak yeğenim, ne yapıp et burada durma, böyük şeherlere get. Bah şu körpüye üzerinde ne yazıyı ‘ diye eliyle işaret ettiği yere baktım. Babuhtu Köprüsü’nün üzerindeki kemerde yağlı boya ile yazılmış SAMİ KASAP yazısını gördüm. ‘Hah işte sen buralarda galırsan körpünün öteki yüzüne de senin adını yazarlar, orada galırsın’ sözü günlerce kulağımda çınlamıştı. O uyarıdan sonra bin bir maddi imkânsızlık içerisinde Ankara’ya gelip iş baktım, sonra bir bankada memur olarak çalışmaya başladım. Bir süre sonra da Ankara Radyosu’nun açtığı yöresel sanatçılar sınavını kazanarak radyoya girdim.’’
(Sami Kasap dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/Sami-Kasap-Dağdan-İndim-Düze-Ben-YouTube.mp3"][/audio]
Malatya’daki bu noksanlığı görüp yaşadığımızdan ve de Turgut Özal’lı yıllarda, Malatya için her türlü yatırıma açık çek verilirken, maalesef bu noksanlığı o zamanki yöneticilere anlatamamamızın veya yöneticilerin algılayamama sıkıntısını da yaşadık hep birlikte. Zira her yetenek Selahattin Alpay kadar şanslı değildi maalesef.
Günümüzde ise; özellikle Malatya Battalgazi Belediyesinin modern şehircilik anlayışını, Türkiye’deki ilk uygulamalarla taçlandırmasının yanı sıra sanata, sanatçılara ve de sanatsal değerlere verdiği önem ve özen, her türlü övgünün ve takdirin üzerindedir. Keşke bu önemin yüzde onu o dönemlerde de verilebilseydi.
‘’Bi gün dolmuş taksiynen Elaziz’den Malatya’ya geliyim, bi de bahdım ki şoför daha yeni ilk doldurduğum 45 devirli plağı pikabına dahdı. Plağın zarfında da benim saçlı foturafım var. Ben de şoför mahallinde oturuyum. Ula bu benim diye söyleyem mi söylemeyem mi, diye tereddüde galdım ama söyledim şoföre. Ağa bu plahda dinlediğin ses benim, dedim. Herif bana şeyle yan göznen bahdı, bahdı. Soyna başını sağa sola salladı, ula s….tir get ahşam ahşam bennen gafa mı buluysun, bu Sami Gasap mülti milyoner adam. Benim de has ahbabım, dedi. Arhada oturan yolcular da gülünce, az ettim ki bi tene gazel patladam ama soyna vaz geçdim. Bırah Sami dedim gendi gendime içimden, bu herif seni hayalinde ahbap olduğu milyoner Sami Gasap olarah düşünsün dedim’’.
İşte böyle bizim mülti milyoner (!) Sami Kasap’ımızın doldurduğu plaklar peynir ekmek gibi satılır, hatta baskı yetiştirilemediği için bir ara karaborsaya bile düşer, ama gel gör ki bu pastanın kaymağını plak şirketleri yerken tabir caizse Sami Kasap’ın eline arada bir ağzını tatlandırabileceği bir bonbon şekeri verilir. Plak piyasasının bu acımasız tröstü başından sonuna kadar sömürür Sami Kasap’ı. ‘’Ağamızsın, Paşamızsın’’ gibi yapılan yalakalıklar gerçekleri görmesine mani olur, bu saf ve tertemiz kalpli Anadolu çocuğunun. Plak şirketlerince kendisi için İstanbul’da kiralanan bir eve yerleştirilerek, bir bakıma yakın çevresi ile ilişiği kısıtlanır ve sırtından servet kazananların gerçek yüzlerini görmesi engellenir. Peş peşe 120 adet plağı çıkar piyasaya. Elindeki tüm sermayesi alınan Sami Kasap tekrar geri postalanır Malatya’ya.
Sonuçta bizim ‘mülti milyoner’ sanatçımız maddi sıkıntı içerisine düşer. Yaşlanmıştır ama ekmeğini çıkarmak için bir süreliğine şehirlerarası bir otobüs firmasının kadrolu elemanı olarak Ankara ve İstanbul yolcularına yolculuk boyunca türküler, gazeller okur. O iş de bitince kendisine magazin basınının manşetler atarak haberini yaptığı; ‘Bir dağ ne kadar yüce olsa bir kenarı yol olur, bir yiğit ne kadar kahraman olsa sevdiğine kul olur’ isimli, satış rekorlarını alt üst eden plağı nedeniyle verilen altın plak ödülü olan, altın rengi parlak sarı boyalı plağı gerçek altın sanarak bir kuyumcuya satmak istemesi ile gerçekle yüz yüze gelir.
(Sami Kasap dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/SAMİ-KASAP-BİR-DAĞ-NEKADAR-YÜCE-OLURSA-OLSUN.mp3"][/audio]
‘’Bir gün ahşam eve geldiğimde seni ilk defa adam gibi bir adam gelip sordu. Şimdiye gadar hep p..şt p...venk herifler soruydu, herif acentacıymış, dediler. İsmini söyleyince anladım ki pavyonlara okuyucu ve gonsomatris garı ayarlayan Antepli bir aracı sormuş. O camiada bu işi yapanlara acente diyiler. Bizimkiler de yedek parça ve otomobil acentesi işi yapan biri sanmışlar herifi.’’ Bu olayı anlatırken artık arayıp sormayan plak şirketlerinin vefasızlığına vurgu yapmak istiyordu sanatçımız.
Oturduğumuz mekânda ilgi ile dinlenildiğini görünce kâse-i fağfurun iniltisi gibi anılarını anlatmaya devam ediyordu; ‘’Malatyaspor’a Fenerbahçe’den Erdoğan (Arıca) isminde bi tene fitbolcu getirmişler o zamanki gulüp başganı olan Hüseyin Ağa (Gencer) gil. Baba fitbolcu mu mafya mı ben annamadım. Gelirken yanında filim artizi Gadir İnanır geldi. Menşur babalardan Dündar Gılıç geldi. Meger yeğenleri oluymuş bu fitbolcu. Üç beş tene de onnarın avenesi var. Hepsi silahlı. Yaz mevsimi olduğu için gulüp idarecileri bunları gündüz vahdı serin olur diye Horata’ya davet etmişler. Bennen kemancı Mamoş’u da çağırdılar ki ağaları eglendirek. Yerlere halılar, minderler serilmiş, gaç tene mangal birden yahmışlar. Purzulalar (pirzola) bişiyi, içkiler degme getsin. Neyse ağama söyleyem, biraz soyna Mamoş’a işaret geldi, Mamoş hicaz makamından bi taksim geçip bana yol verdi. Ben gazele başlar başlamaz, bi anda gendimi Gore (Kore) harbinde belledim (zannettim). (Nasıl yani diye soruyorum). Yav Ertaş beg, en az ben on tene dabanca diyem, sen yirmi tene de. Hepsi birden cayır cayır havaya mermi sıhıylar. (Eeeee, diye merakla soruyorum.) Ee si mee si yoh, ben gazel ohumayı kesdim. Bunların mermileri tükendiği için bahdım ki yedek carcurları (şarjörleri) dahıylar. İşleri bitince, niye kestin devam et, dediler. Ben galdığım yerden devam etmeye başladım. Arası bir dakka sürmedi, bi bahdım ayni ahval. Sıhılan mermilerin govanları gafama düşüyü. Ben yine kestim ohumayı. Dündar Gılıç bana dedi ki, Sami abe, dedi. Biz ohuduğun gazelden işdaha gelip sıhıyıh, sen kesme devam et, dedi. Ben de dedim ki; sayın misafirler dedim. Ben keman sesi eşliğinde ohumaya alışmışım, dabanca sesiynen ohumayı bilmiyim, şaşırıyım, dedim. Bunun üzerine kestiler silah sıhmayı. (Üstteki fotoğraf, Sami Kasap'ın bahsettiği o muhabbetten)
(Sami Kasap dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/Sami-Kasap-Askin-Ne-Yara-YouTube.mp3"][/audio]
Sohbet etiğimiz günün akşamı Sami ağabey ve birkaç arkadaş hep birlikte TRT sanatçısı Eliz Avaroğlu’nun program yaptığı bir mekana gittik. Program başlamadan önce kulise giderek, daha önceden tanışmış olduğum sanatçıya Sami ağabeyden ve özelliklerinden bahsettikten sonra Beyati makamından bir şarkı okuyup meyan kısmında sazlar gazel ritmi tutarken beklemesini söyledim. Program başladıktan bir süre sonra sanatçı ‘Derdimden anlayan yok, halin nedir diyen yok’ diye güzel bir Beyati şarkı okumaya başladı ve meyan kısmında söylediğim gibi sazlar gazel ritmine girince, ‘haydi Sami ağabey şunlara Sami Kasap’ın kim olduğunu göster’ dedim. Sami ağabeyin özelliklerinden birisi de böyle ortamlarda hiç nazlanmadan okuyor olmasıdır. Sözleri;
Salınıp bahçaya girdim, hep çiçekler selama durdu. Mor menekşe boyun eğdi, gül kızardı hicabından
olan gazelini mikrofonsuz okumaya başlayınca, kalabalık bir dinleyici kitlesinin çoğunluğu ayağa kalkarak görmeye çalıştı bu ‘sıtma görmemiş’ sesin sahibini. Gazelden sonra sanatçı masamıza gelerek şarkının ikinci kıtasını birlikte okudular. Şarkı bittiğinde salon alkıştan inliyordu.
Oğlu Mahmut Kasap anlatıyor; "Ben küçük çocukken 1973 yılında babam davet üzerine Almanya’da düzenlenen bir konsere gitti. Günler sonra bir gece yarısından sonra hane halkı hepimiz uyurken kapının zili çaldı. Anam ‘’Mahmut hele kalk da bir bak‘’ dedi. Ben de pencerenin perdesini aralayıp baktığımda tanımadığım bir adam duruyor kapıda. Ana, dedim, tanımadığım bir herif duruyor kapıda, dedim. Anam da bismillah çekerek pencereye yöneldi, perdeyi aralayıp uzun uzun baktıktan sonra ‘’Oğlum bu baban, hele kapıyı aç’’ dedi. Kendi kendime dedim ki, anam uyku sersemliğiyle elin herifini babama benzetti galiba dedim. Tekrar pencereden bakarken anam kendisi bana söylenerek gidip kapıyı açtı. Kardeşim de ben de şaşkın şaşkın bakıyorduk. Babamı Almanya’ya sadece kulakları çevresindeki seyrek kıvırcık saçlarla göndermiştik ama düz ve gür saçlı olarak geri dönmüştü. Meğer erkekler için de peruk varmış, o zaman öğrendik."
Senden bahsederken hiç zorlanmadım acaba nereden başlasam diye. Çünkü sen Malatya’ydın Sami Ağabey. Allah’ın rahmeti üzerinde olsun. Mekânın cennet olsun, ışıklarda uyu.
* * *
Giderim Sivas üstü Antep yoluma düştü İstedim hiç dönmeyem O yar aklıma düştü
(Bedri Karahan dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/BEDRİ-KARAHAN-GİDENİN-ÜÇÜ-GÜZEL-YouTube-2.mp3"][/audio]
-Yahu Bedo bu nasıl oluyor, Sivas üstü giderken Antep nasıl yoluna düşer. Birisi şimalde (kuzeyde), diğeri cenupta (güneyde) değil mi?, diye soruyor arkadaşları. Yeni doldurduğu plaktaki türkünün sözlerini eleştirerek.
-Manda söğüt dalına yuva yapar laf yoh. Daşa limon ekilir laf yoh. Bedo Sivas üstü giderken yoluna Antep düşünce herkes bunu soruyu. Niye düşmesin arhadaş. Düşmese de ben düşürdüm ki plağım Antep’de de satıla, diyor yılların bestekâr sanatçısı Bedri Karahan.
1950'li yılların sonunda Malatya şehir merkezindeki Akpınar semtinden Kırçuval Mahallesi’ne giderken, eski Dışbudak sokağına gelmeden sol taraftaki kerpiç bir evin zemin katında oturuyordu Bedri Karahan. Ben ortaokul sıralarındayken eski mahalle ve okul arkadaşlarımın varlığı nedeniyle çok sık geçerdim o muhitten. Akpınar meydanından Bedri Karahan’ın oturduğu evin yakınına kadar sıralı halde dövme bakır işi yapan dükkânlar vardı. Bu dükkânlarda sabah saat 9’ da başlayıp akşam saat 6’ ya kadar sadece öğlen arası susan bakır dövme sesleri duyulurdu. Fakat bu birbirinden ayırt edilebilen tahta ve demir çekiçler o kadar ahenkli vurulurdu ki, sanki gürültü kirliliği, bir orkestra şefi tarafından bitmek bilmeyen bir müzik resitaline dönüştürülüyordu. Arasa yanındaki evimizin balkonundan rahatlıkla duyulan bu bakır dövme müzik resitaline kulağımız o kadar alışmıştı ki, hiç rahatsızlık duymadığımız gibi, Cumartesi öğleden sonra ve Pazar günü tam gün duyamadığımız bu musikiyi arar olurduk.
(Bedri Karahan dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/BEDRi-KARAHAN-gitme-sema-alacam-seni-.mp3"][/audio]
İşte bu bakır dövme sesleri olmadığı saatlerde Bedri Karahan zemin kattaki evinin penceresinin önünde oturup, önceleri bağlama ile daha sonraları cümbüş ile özellikle yoldan geçenlere duyurmak gayreti ile çalıp söylerdi yanık yanık. Bu halk konserini Pazar günleri evinin kapısı önüne koyulan bir sandalyede oturarak da verdiği olurdu. Dinlenilmek, takdir edilmek O’nun da hakkıydı tabi.
(Bedri Karahan dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/BEDRİ-KARAHAN-GELENİN-ÜÇÜ-GÜZEL-YouTube.mp3"][/audio]
Ortopedik engeli vardı, çocuk felcinden olmuş sanırım, ancak koltuk değnekleriyle yürüyebiliyordu. Oldukça zeki ve hazırcevap ve espritüel bir insandı. Okuduğu türküleri kendine has bir tarz ve yorumla seslendirdi. Zaman içerisinde Türkiye genelinde sevilen ve dinlenilen bir sanatçı kimliğini kazandı.
Tekel Sigara Fabrikası’na kadrolu eleman olarak girdi. Fabrikanın santralinde görevliydi. Santral memuruyken buna yapılan şakaların haddi hesabı yoktu. Bir gün gerçekten bir milletvekili arayıp fabrika müdürünü bağlamasını söylüyor. Bedo da yine arkadaşlarının şaka yaptıklarını zannedip, s….tir çekince kızılca kıyamet kopuyor. Mesele anlaşıldıktan sonra Bedo santral memurluğundan başka bir göreve veriliyor.
Yine Bedri Karahan anlatıyor: ‘’Bir gün İstanbulluoğlu Ali Dayı beni üç tekerli sakat arabamnan İnönü Parkı'na gezmeye götürdü. O zaman arabam motorlu olmadığı için Ali Dayı arabamı itelerken gezip dolaştıh. Park dönüşü tam Hüseyinbeg körpüsünün başına geldiğimizde Ali dayı, bi cıgara alam diye beni yokuşun başında bırahıp, Bülbüloğlu bakkaliyesine getti. Ama boşda galan araba yokuştan son sürat Kışla Caddesi'nden aşağı doğru enmeye başlamaz mı? Durdurmamın mümkünü yoh. Eyle bi süratlı gidiyim ki gurşun sıhsalar yetişmez. Neticede tam Samanbazarı köşesindeki Çınar otelinin kaldırımına çarptım. Arabam bi yana, ben bi yana savrulduğumuzu hatirliyim. Gözümü açtığımda sigorta hastahanasında olduğumu anladım. Ama gafam, golum, bacağım hep sarılı. Odada yalanız da değilim. Dışardan sesler geliyi. Yatanlardan biri, trafik gazası olmuş ona koşturuylar, dedi. Goridorlarda koşuşan dohtor, hemşire görünüyü ama bana bahan yoh. Son gücümü toplayıp dohtoooor diye bağırdım. Gapının öğünden geçen bi hemşire geldi yanıma. Ne var, dedi. Ne ola hemşire ben Topal Bedo’yum, burda bir yıldız gayıyor niye bahmıysınız, dedim. Gülerek çıhdı, az soyna bi bahdım benim oda dohtor hemşire doldu. Marah (merak) etme biz bu yıldızı gaydırmayız dediler de hayatım gurtuldu.’’
‘’Elaziz’in sayılı bir gabadayısı Malatya’nın bilinen bir gabadayısına misafir gelmişti. Çalıp söyleyem diye beni de çağırdılar. Yenildi, içildi. Vahıt gece yarısını geçince misafir getmek istedi. Bizimki ille seni Elaziz’e gadar götüreceyik, diye ısrar etti. Bana sen de gel yolda çalıp söylersin, dediler. Mecburen arabanın önüne, şoförün yanına bindim. Arhada da bizim ağaynan misafir oturuyu. Zaten gafaları gıyah. Az soyna bahdım ki arhada guruya vuruylar (esrar içiyorlar). Duman altı olmayam diye camı bir gıdım endirdim. Şeher göstereni az geçmiştik ki bana, dahaydi Bedo çal ki dinneyek, dediler. Ağa, hangi parçayı çalam, dedim. Sen gafana göre bi tene çal söyle, dediler. Ben de;
Kerneğin yollar yar dolam dolam Elindeki mendili goynuma goyam Ah yürü yandım sana kernekli misin Kerneğe gelmeye anom yeminli misin, türküsünü çalıp söyledim.
(Bedri Karahan dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/06/Bedri-Karahan-Topal-Bedo-_-Kerneklimisin.mp3"][/audio]
Türkü bitince, ağa şimdi neyi söyleyem dedim. ‘Yine ayni makamı çal’ dedi, misafir. Bi daha ayni türküyü çalıp söyledim. Hafif arhaya dönüp, ağa emrin nedir neyi söyleyem, dedim. ‘Gene ayni makamı çal söyle’ dedi. Bi daha çalıp söyledim. Velhasıl, belki on sefer ben sordum misafir ayni makamı istedi. Derken Kömürhan Körpüsü’nü geçerken gendi gendime dedim ki ula Bedo dedim, on seferdir sen sordukça onlar ayni parçayı istiyler, daha sormana gerek yoh dedim, başka parçayı çalmaya başladım. Daha dam üstünde.. derken, ensemde bi tokat patladı ki gözümden ataş çıhdı. Arhadan misafir demesin mi ‘Ula sabahdan beri ayni makamı çalıp söylüysün, biz kerizmiyik ki yuddurmaya gahıysın’?”
Bedri Karahan’ı doğum ve vefat tarihleri, çalıp söylediği türkülerle değil mizahi yanıyla da anlatmaya ve tanıtmaya çalıştım. Yukarıda anlattığım olayı rahmetli Terzi Fikri’nin (Öğrenecek) dükkânında anlatırken herkes gülmekten kırıldı. Baktı ki herkes ilgi ile dinliyor sanırım yine güldürmek için hayalinde canlandırdığı ve gerçek dışı olduğunu sandığım bir olayı başladı anlatmaya;
‘’Ağa, bi gün arhadaşlarnan pavyona gettik. Nasıl olduysa bi bahdım ki dögüş çıhdı. Beraber gettiğim arhadaşlarnan başka müşteriler önce ağız dalaşı başladı, arhadan zumzuhlar (yumruklar) gırla getti. Bi ara bahdım ki bizimkiler zor durumda. Garson Bayram’a dedim ki, ula Bayro çabuh beni gucağına al, dedim. Bayro beni gucağına alınca araya bi daldım, zumzuhlarımı makineli tüfek gibi savuruyum. Vurduğumu darmadağın ettim. Herifler arhalarına bahmadan gaçdılar. Bizim arhadaşlardan biri dedi ki ;’Yav Bedo, sen olmasan halımız dumandı bu sakat halınnan ortalığı toz duman ettin. Adamlar bir bir yere düşünce Muhammet Ali Gılay (Clay) mı geldi diye, bahdım ki vuran sensin’ dedi.”
Cümlesini tamamlar tamamlamaz bizler kahkahayla gülmeye başlayınca ‘’Ne gülüysünüz arhadaşlar, burada martaval atmıyıh’’ sözüne ‘Estağfurullah Bedo. Dövdüğün adamların hali gözümüzün önüne geldi de ona gülüyoruz.' dedik, yakayı kurtardık.
İşte Bizim Bedo’muz. O da katıksız bir Malatya’ydı.
Bahçeler dolu vişne Bedo peşime düşme Bu aşkın sonu yoktur Nafile dile düşme
Su gibi duru ve berrak sesinin yanında söylemleri ile de etrafına böylesine neşe saçan ve mizahi yönü ağır basan bu çok değerli sanatçımıza da Allah’tan rahmet diliyorum.
Kendileri gittiii, sesleri, anıları ve şakaları kaldı yadigâr.
* * *
VE BİR ANEKDOT
Sevgili kardeşim, Doğan Haber Ajansı (DHA) Çukurova Bölge Müdürü Orhan Apaydın’ın Malatya’da gazetecilik yaptığı yıllarda yaşadığı, ama kahramanlarına zarar gelmesin diye uzun yıllar sakladığı bir anısını da artık aktarabilirim…
O yıllarda öyle fiber optik hatlar, otomatik kodlu telefonlar vs yok. Malatya’dan İstanbul’a PTT’nin 2 veya 3 hattı vardı. 03’e kayıt verir evine işyerine bağlanmasını beklersin. Yıldırım telefon yazdırsan bile saatler sonra sıran gelirdi.
Gazeteciler de bir an önce haberlerini İstanbul’daki merkezlerine verebilmek için yarışır, şehirlerarası santralda çalışan memureler ile ahbaplık kurmaya çalışırdı. Orhan da bu çerçevede, nöbetçi memurelere gece geç saatlerde PTT’nin karşısındaki Altun Pasta Salonu’ndan dondurma göndermekle kalmaz, uykuları gelmesin diye de Sami Kasap’ı dinletirmiş.
O da şöyle olurmuş;
Sabit telefon olan bir yerde Sami Kasap’a çaktırmadan canlı canlı gazelli türküler söyletilirken telefonla 03 aranır, ‘konser var’ deyince bütün nöbetçiler fişlerini o hatta takarak kulaklıklarından dinlermiş…
Eee tabiii, Orhan’ın İstanbul’a telefonları kısa sürede bağlanmasın mı yani?
Kendisi de Sıtmapınarı çocuğu olan Sami Kasap, sonradan Orhan’ın Sıtmapınar’ın delikanlılığı ile tanınan isimlerinden rahmetli Fikri Solmaz’ın kızı Nuran Hanım ile nişanlandığını öğrenince çok mutlu olmuş, ‘Kızımız sana amanat’ demişti…
Ben de o evliliğin sağdıcı olarak emanetin emin ellerde olduğunu söylemeliyim. (E.Ö.)
NOT: Her iki sanatçımızla ilgili arşiv fotoğraf katkısı nedeniyle Sayın Nezir Kızılkaya'ya teşekkürlerimle. (E.Ö.)