BİR ZAMANLAR MALATYA: Arasa VII
Hâkim Hasan Bey bu dengeyi Malatya’da çok iyi kurabilen bir hukuk adamıydı..
Ertaç ÖNAL Yazdı ertaconal@mynet.com
Yıl 1964, aylardan Ağustos. Arasa, sabahın erken saatlerinde başlayıp ikindi vaktine kadar devam eden müşteri, esnaf canlılığını sakinliğe ve sessizliğe bırakmış. Hava sıcaklığının etkisiyle bir kısım esnaf dükkânlarının önüne koydukları küçük hasır iskemlelerinde oturup ellerindeki maşrapa ile yanlarındaki su kovalarındaki suyu bir taraftan etraflarına serperlerken, arada bir ıslak mendil koydukları boyunlarını öne doğru eğerek başlarına da su döküp serinlemeye çalışıyorlardı. Bir kısım esnaf da üstü kapalı meydandaki üst üste yığılı duran tahıl dolu çuvalların üzerinde uzun oturup altı köşeli kasketlerinin siperlerini kaşlarının önüne düşürerek meydanın karşısındaki çay ocağı’ndan yankılanan taş plaktaki, bestekârı Hasan Özçivi’nin ağdalı sesinden dinledikleri ‘’Anam hasta düştüm gurbet elde bana su verenim yoktur, sağdan sola dönemem vallah ıstırabım pek çoktur anam’’ isimli mayayı dinleyip iç geçirmekteler.(Arşivimdeki bu müziği dinletiye sunuyorum- Bestekarı Hasan Özçivi'den bu parçayı dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/07/hasta-dustum-gurbet-elde-hasan-ozcivi-tas-plak-kaydi.mp3"][/audio]
Arasa tuvaletlerine Küpçü Çekem Osman’ın dükkân girişindeki devamlı akan artezyen çeşmesinden, gaz tenekesinden mamul kovalara doldurduğu suyu az önce tuvaletlerin beton zeminine boca eden ve bu işi durmaksızın devamlı tekrarlayan o sıcakta kışlık asker pantolonu giyen iri yarı adam yine kovalarını doldurmak için eski postallarını yerde sürüterek Çekem’in dükkânına doğru yürüyordu. Bu insan azmanının, görüntüsünün aksine yüzünde gülücük eksik olmaz, ama kimseyle de konuşmazdı. Psikolojik problemi olduğu kesin olan bu hizmetliye, arasa esnafı aralarında topladıkları parayı her gün mesai bitiminde peşin ödüyorlardı. Havanın sıcaklığından mı yoksa taş plaktan yankılanan hüzünlü müziğin etkisinden mi bilinmez ortalıkta kasvetli bir hava hâkimdi.
Çay ocağının çay dağıtan tek garsonu, ‘çat kafa’ lakaplı Ahmet (Ahmedoş), çay ocağından çıkıp, elindeki çay bardakları dolu kocaman tepsiyi tek eliyle omuzu hizasında tutarak ‘’haydee teze çaylar geldiii, teze çaaay’’ diye bağırıp sağına soluna attığı ürkek bakışlarla meydana doğru yürürken, arkasında duyduğu bir patlama sesiyle elindeki çay bardakları dolu tepsiyi havaya fırlatıp yere kapaklandı. Kısa bir sessizliğin ardından, daha yerden kalkmadan ‘’Bunu yapanın..’’ diye okkalı bir küfür savurdu. Meydanda kahkahalar yükselirken kesekâğıdını şişirip patlatan arasa esnafından Celal Tuncay’ın tembihleyip gönderdiği küçük kardeşi Oğuz, kendisini saklamaya çalışıyordu. Celal meydanda gülenlere hitaben ‘’yav arhadaşlar yazıh değil mi bu çocuğa, niye bunu yapıysınız.’’ diye yüksek sesle bağırırken, bir yandan da Ahmedoş’un yanına gelip kolundan tutarak yerden kaldırmaya çalıştı. Ahmedoş, kolunu silkeleyerek Celal Tuncay’ın elinden kurtarmaya çalışırken ‘’ De get hele, sen de onlardansın poh (!)’’diye söylendi. ‘’Bah, pe..venge eylik de yaramıyı ‘’ diyerek bıraktı kolunu Ahmedoş’un. Arasa esnafından muzip kişiler bu oyunu zaman zaman tekrarlardı. Önce 3’er 5’er çay siparişleri verilir, ağzını büzüp üfleyerek hava doldurdukları kesekâğıdını önceden hazırlayıp Ahmedoş’un çay dolu tepsiyle kıraathaneden çıkmasını beklerlerdi.
Ahmedoş yerden kalkıp, üstünü silkeledikten sonra çay bardaklarını koyduğu metal tepsiyi de yerden aldı. Sağlam bardak kalıp kalmadığını kontrol için etrafına şöyle bir bakındı ve çömelerek; ‘’Getdi yövmiyem, getdi yövmiyem’’ diye elleriyle iki dizine vurarak dövünmeye başladı. Bir süre sonra Arasa meydanından bir ses ‘’ula Ahmedoş yövmiyen gaç guruş ki?’’ diye bağırdı. Ahmedoş bu sesi duymasına karşın duymamış gibi dövünmeye devam ediyor, bir taraftan da ‘’sizi Ganun Hacı ’ya şikâyet etmezsem şerefsizim.’’ diye söyleniyordu.
Kimdi bu Kanun Hacı? ‘Kanun’ lakabı nereden geliyordu. Eski bir hâkim mi, yoksa Osmanlı döneminden kalma bir ‘’Kadı’’ torunu muydu? Hiç birisi değil ama bu adamın Malatya’da ve özellikle Arasa çevresi esnafları üzerindeki etkisi, gölgesinin ağırlığı su götürmez bir gerçekti.
Kanun Hacı’nın dükkânı, Arasa meydanından 150 metre ilerideki Akpınar semtine giden yol üzerindeydi. Şalvara benzer bir pantolon giyerdi. Üzerinde yelek ve ceketi ile kordonu yelek cebinden sarkan gümüş köstekli saati ve de başındaki fötr şapkası, kendine has bir giyim tarzıydı. Güven veren görüntüsünü, kalın gür ve yukarı doğru burulmuş kırlaşmış kaşları ve yine kırlaşmış pos bıyığı ile tamamlardı. 1950’li yıllarda ben henüz ilkokul çağındayken oradan geçtiğimizde babamla karşılıklı fötr şapkalarını hafifce kaldırıp selamlaştıklarını görüyordum.
Babama ‘bu adama neden Kanun Hacı diyorlar’ diye sorduğumda; ‘’ Bir zamanlar insanlar aralarındaki anlaşmazlıkları o’na getirdiklerinde o’nun getirdiği çözüme taraflar uymak zorundaydı. Sözleri ve kararı kanun hükmü gibi kesinlik arz ederdi.’’ diye yanıtladı merakımı. Yani bu günkü kabadayılar âleminde ‘’racon kesme’’ tabir edilen durumun bir versiyonu gibi düşünülse de Kanun Hacı’nın otoritesin asla kaba kuvvete dayanan bir otorite olmadığı kesindi. Belki de padişahlık döneminden ruhlara işleyen ve insanlarımızın ille de bir lidere, bir şeyhe boyun eğme, tabi olma, mürit olma benzeri bir eğilimden kaynaklanan bir itaat de olabilir.
Ayrıca o dönemlerde, komşular ve de daha ziyade esnaflar arasındaki her türlü anlaşmazlıklar, aralarında anlaşmazlık bulunan insanların da rızası ile mevcut anlaşmazlığa hakkaniyet ölçüleri içerisinde çözüm getirmek üzere her iki tarafın kabullendiği kişilerden oluşan bir heyet teşekkül ettirilirdi. Bu heyetin vereceği karara her iki taraf da uymak zorundaydı. Bu karara uymak istemeyen taraf, çevre esnaf ve komşular indinde ‘Makbul olmayan insan’ sınıfına dâhil edilirdi ki bu duruma kimse düşmek istemezdi. Böylece şimdilerde yıllar süren mahkemelerden çıkacak geciken adalet yerine ‘Bu anlaşmazlık için iki cemaat oluşturalım’ deyimi ile sorun kısa yoldan çözüme ulaştırılırdı. Sanıyorum Kanun Hacı, bahsi geçen bu heyetin işlevini tek başına yerine getiren ve bu misyonu toplum tarafından kabullenilmiş bir kişi olma olasılığı da olabilir diye düşünüyorum.
Meydandaki esnafın çoğunluğu kıs kıs gülerken içlerinden biri Ahmedoş’un yanına yaklaşıp;
-‘’ Dur hele ula yeter dögündün, hallederik zararını. Gaç çay vardı tepside?’’
-‘’Elliii’’ diye yakınarak söylendi Ahmedoş.
-‘’Çüüüşşş, ula namussuzluh etme, sen bu tepsiye 30 çay sığdır ben sana 100 çay parası verecem. “
Tırışkadan uzun pazarlıklar ve restleşmelerin sonunda 20 çay üzerinde anlaşma yapılır. Tırışkadan diyorum, çünkü Ahmedoş hariç herkes işin gırgırındadır. Tanesi 25 kuruştan çay, 50’şer kuruş da bardak parası ki toplam 15 lira esnaftan toplanarak Ahmedoş’a verilir. Arasa esnafı işlerin yoğun olmadığı günlerde benzer muziplikleri eşekli hamallara hatta birbirlerine de yaparlardı.
O tarihlerde sebze hali olmadığı için kabzımallar münferit olarak kendi dükkânlarında iş yaparlardı. Kanun Hacı da bir nevi kabzımaldı. Ama dükkânının tezgâhlarında sadece kavun, karpuz ve kuru bakliyat sattığını, domates, salatalık, ıspanak vs. gibi sebzeler bulunmadığını hatırlıyorum. Bir de bazen Fırat Nehri'nde yakalanan çok büyük sazan balıklarını dükkânının ön kısmındaki tavana monte ettiği çengele asarak kilo ile tartıp parçalar halinde sattığını görürdük.
O yıllarda sebzeler, meyveler gibi her türlü yiyeceklerin yanında reklam araçları da doğaldı. İlginç eşya veya yiyeceklerin nerede pazarlandığını çarşı içerisinde gezip bağırarak halka duyuran tellallar vardı. Bu tellalların en ünlüsü de gür ve tiz sesli Kulaksız Nazım‘dı. Çarşı içerisinde, özellikle kalabalığın yoğun olduğu yerlerde ve mahalle içlerinde bağırarak neyin nerde satıldığını halka duyururdu:
-‘’Eeeey milleeeeet, duyduuuh duymadıııh demeyiiiiin Ganun Hacı’nın tükanınaaa çoooh böyyüüük Fırat balığı geldiiiii, kiloynan satılıyııııı. Kilosu da 150 guruuuuş. Duyduuuuh duymadııııh demeyiiiin.’’
Nazım’a ‘’kulaksız’’ lakabı doğuştan sağ kulak üst kepçesinin aşağı doğru sarkarak kulak deliğini kapatması nedeniyle verilmişti sanırım. Sadece Kanun Hacı’nın değil, diğer bakkal, manav, halıcı ve hatta çilingir esnafının ilginç ve uygun fiyatlı mallarını özelliklerini ve de fiyatlarını söyleyerek reklamını yapardı.
Kanun Hacı hakkında merak saiki ile daha geniş bilgi alabilmek için hayli zaman önce Malatya’da bir taziye evinde rastladığım Malatya’nın efsane Beden Terbiyesi Bölge Müdürü Osman Çağlı’ya (Mıh Osman) sordum Kanun Hacı’yı. Rahmetli Osman ağabeyin abartılı anlatımını vefatından sonra ‘Malatya’dan Mıho da geçti’ başlıklı yazım, gazetemiz Görüş ve malatyahaber.com da yayınlandı. Aradan hayli zaman geçtiği için yazımdaki bu söyleşimle ilgili bölümü buraya tekrar alıyorum:
‘..Malatya’da bir taziye evinde oturuyoruz. Osman ağabey geldi. Ben, bir süredir malatyahaber. com da yayınlanan Arasa yazı serisiyle ilgili hakkında fazla bilgim olmayan ve Akpınar semtindeki dükkânında genelde tatlı su balığı, kuru bakliyat satan, kırlaşmış pos bıyıklı, yine kırlaşmış çatık ve gür kaşlı, şalvarlı ama fötr şapkalı -Kanun Hacı- isimli şahıs hakkında bilgi almak istedim Mıh Osman’dan.
Kanun Hacı ile ilgili, mübalağa sanatını gergef gibi işlediği tanımlamasını aynen aktarıyorum;
‘Ganun Hacı deyince duracahsın. Bir zamanlar Malatya’nın başkanıydı, vali de oydu, belediye başkanı da, hâkimi de, savcısı da oydu. O’nun her sözü kanun hükmündeydi. 1920’li yıllarda ben henüz çocuhken çarşıya, mahallelere tellal çıhdı – ey ahali duyduk duymadık demeyin Kündübeg’i (Gündüzbey beldesi) çekirge basmış, Ganun Hacı’nın emridir. 7 yaşından 70 yaşına kadar kadın, erkek herkes ellerine süpürge, çalı, kazma, kürek ne varsa alıp, yarın oraya çekirge avlamaya gidecek. Hasta olanlar, önemli işi olanlar gelip Ganun Hacı’dan izin alsın. Duyduk duymadık demeyiiiin- diye bağırdı.
O zamanlar beyle vesait (araba), mesait de yoh. Ertesi gün sabah ezanıynan şeher boşaldı. Eşeği olan zenginler eşeğine bindi, olmayanlar yaya. Herkes Kündübeg yolunda. Neyse ikindi vahdı Kündüeg’e vardıh. Bir de ne görek, bağlar, bahçalar her taraf aha bu boy çekirge (eliyle yerden yaklaşık 80 cm. boy gösteriyor.) Biz başladıh elimizdeki küreklernen, süpürgelernen çekirge avlamaya.’’
Bu konuşmayı dinleyen, hazırda bulunan saf bir vatandaş, ‘’Allah, Allaaah çekirgelerin her birisi mi o boydaydı?!’’ deyince taziye evindeki herkes gülmeye başladı.
Osman ağabey gülüşmelere bozulmasın, anlatmaya devam etsin diye hemen araya girip, soruyu ben cevapladım. Yok, canım hiç o boyda çekirge olur mu? Çekirgeler üst üste konduğu için o boy oluşmuş cevabımı Osman ağabey de tasdik etti. Etti ama gülüşmeler devam ettiği için şimdi hatırlayamadığım bir nükte söyleyerek kalkıp gitti Osman ağabey.
Evet, mübalağalı söylemleri ve nükteleri ve bir de Malatyaspor’a olan aşırı sevgisiyle tanınır, sevilir, sayılırdı Mıh Osman. Ama bu söylemindeki ‘’Kanun Hacı’’ tanıtımında bulunan mübalağa ölçüsünü okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Fakat şurası bir gerçek ki; ‘Racon’ keserken hakkaniyetten nasıl ayrılmıyorsa alışveriş yaptığı üretici ve esnafın da sınırsız güvenini kazanmıştı Kanun Hacı. Üreticiler ürünlerini getirip Kanun Hacı’ya teslim eder, ürün tartılıp miktarı deftere yazılır ama asla pazarlık yapılmazdı. Hatta üretici alacağı para miktarını bile sormaya çekinir, 10-15 gün sonra gelip parasını alırdı. Böylesine bir güven ilişkisi vardı.
* * *
-Burası Malatya Şehit Kemal Özalper Erkek Sanat Enstitüsü Eğitim Radyosu. Kısa dalga 43 metre 7025 kilo sykl. Bu gün 22 Haziran 1966 Çarşamba. Saat 16,30. Sayın dinleyiciler bu günkü ikinci yayınımızı açıyoruz. Program; 16,30 dinleyici istekleri, 18,30 Alaattin Orhon’dan türküler, 19.00 Osman Kamil Muşul’dan şarkılar………….v.s.
Malatya halkının yayın saatlerini dört gözle beklediği radyonun açılış anonsunu ve diğer tüm anonsları mikrofonik sesi ile Dilaver Uyanık yapıyor. Dinleyici istek programlarını hazırlayan da bendeniz. Her gün postacının getirdiği yüzlerce istek mektuplarını isteklere göre tasnif etmek, istenilen müzik parçasını arşivden bulup istekte bulunanların isimleri ile birlikte sıralayarak yayına hazır hale getirmekti işim. Tabi bu işi ben de Dilaver ağabey de hobi olarak üstlenmiş ve hiç aksatmadan yapıyorduk. Bizim için önemli olan Malatya halkının bu mahalli radyo programına gösterdiği yoğun ilgi ve teveccühü karşılıksız bırakmamaktı. O günkü istekleri tasnif ederken Arasa esnaflarından birisinin diğer bir Arasa esnafı için isteği dikkatimi çekmişti. İstekte bulunan Cumali Uslu, isteğini gönderdiği isim dükkân komşusu Celal Tuncay. İstek şarkısı ise o yıllarda Mürüvet Kekili isimli sanatçının okuduğu ve bayağı popüler olan ‘Mahkemeye versem seni asarlar’ isimli şarkı. ‘’Dükkân komşum Battal Dayı’nın oğlu Celal Tuncay için’’ diye istekte bulunulmuş. Anonsu aynen yapıyoruz. Fantezi türkü formatındaki parçanın sözleri şöyle;
Nedir çektiklerim senin elinden Ne istersin benim gibi garipten Her gün bana zulüm etmek suçundan Mahkemeye versem seni asarlar
Aşkın için çekiyorum kahrını Ben sokakta bulmadım bu canımı Vallahi bu bana yaptıklarını Dostlarına desem sana küserler
Seven insan böyle mi olur bilmem ki Seni benim kadar kimse sevmez ki Senin gibi yâre cefa edeni Cehennemde cayır cayır yakarlar (Bu şarkıyı da arşivlerimden bulup okuyucuların dinletisine sunuyorum- Dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/07/muruvvet-kekilli-mahkemeye-versem-seni-asarlar.mp3"][/audio]
Bu isteğin bir esprisi olduğunu fark ediyor ama o günkü yoğunlukta sormayı unutuyorum. Fakat bir zaman sonra rahmetli Celal Tuncay’ın küçük kardeşi Oğuz Tuncay’dan (aşağıdaki fotoğrafta) öğreniyorum meseleyi. Bakınız, iş yeri komşusu tarafından uğradığı haksızlığı herhangi bir tartışma, ağız dalaşı, kavga v.s ye meydan vermeden sitemini, kırgınlığını ahilik geleneğinin ince ruh haliyle kırmadan dökmeden nasıl dile getiriyor Arasa esnafı Cumali Uslu..
Arasa meydanının üstü çatı ile kapalı olan kısmının etrafında, çoğunluğu buğday olmak üzere çeşitli tahıl dolu çuvallar ile çevrilidir. Orta kısımda ise her esnaf etrafını yine kendisine ait tahıl çuvalları ile çevirdiği buğday yığınlarını muhafaza etmektedir. Yığma buğday koyulan bu boş alanların sınırları centilmenlik anlaşması ile belirlenmiştir.
Eskimalatya’da ikamet eden Cumali Uslu ulaşım araçlarını hareket saatlerine uymak için diğer tüm arasa esnaflarından daha erken arasadan ayrılıp gitmektedir. Genellikle kendisinin buğday yığınları azaldığı dönemlerde yine kendisine ait çuvallarla çevrelediği boş alanın gittikçe daraldığını fark eder. Bir gün yine herkesle vedalaşıp arasadan ayrılır gibi yapar ama gitmeyip bir yerde saklanarak gözetlemeye başlar. Kısa süre sonra yığın alanı komşusu Celal Tuncay’ın kayınbiraderi Zeynel ile birlikte Cumali Uslu’ya ait çuvalları ileriye sürüp yığın buğday alanı çapını küçülterek kendi alanını genişlettiği ve hemen boşalan alana kendi buğdaylarını doldurduğunu görür ama ses çıkarmadan evine gider. Ertesi gün de radyodan yukarıdaki şarkı isteği ile sitemini duyurur.
İşte benim Malatya’mın insanı, komşusu, esnafı buydu. Her okuduğumda boğazım düğümlenen Adnan Işık ağabeyimizin şiirini de bu vesileyle burada sizlere aktarmak istiyorum:
NEREDE O MALATYA O şehir, o yeşillik, o bahçe? Şimdi nerde Gölgelere aşina ergi bürgü sokaklar Hani nerde gaysıya 'mişmiş' diyen ihtiyar? 'Samud' 'Anuh' nerede? Şimdi nerde o lehçe?
Yeşildi memleketim, her mevsim perde perde 'Güz' nerede? 'Bıldır'dan gar kalırdı kuyuda, 'Hayfene' unutuldu, nerde 'pıtpıt' 'marhuta'? 'Pilo' 'küfte' nerede? 'Bibi' 'ami' nerede?
Kurnada 'kol gibi su', nerde hamam 'halveti'? Sıhhi banyolar çıktı, kürün külhan nerde? Kınalıydı koyunlar, 'Masad' kurban nerede? Nerde diz boyu garın, yağmurun bereketi?
Mecidiye hesabı saf gümüştendi para, Hani nacar, hani köşger, ganere ,arasa nerde kaldı? Doğru dartan satıcı, ayda yıldıza galdı, Nerde 'Şeytan pazarı', gabaralı gundura?
O bizim dünyamızdı, bu da sizin dünyanız 'Hasan dayı' nerede, 'Hadce bacı' nerede? Kaçak tütün nerede, kavlı çakmak nerede? Bizimki bize kalsın, sizin olsun dünyanız.
'Malatya’nın kavakları' kırık plakta kaldı, 'Komşu komşuya muhtaç' o da kitapta kaldı. Bekle Adnan'ım bekle, mihr-i varak'tan vefa, Nerde dost, nerde yaran, ıhvan nerede kaldı.
* * *
‘Geldi Şen Gitti Harap Kıraathanesi’nin bitişiğinde Küpçü Vasken’e ait pişmiş topraktan su testisi, saksı v.s satışı yapılan büyükçe bir dükkân ve onun yanında Akçadağ Oteli vardı. Otel bir han girişinde olup hanın köşesinde de Akçadağ Kıraathanesi bulunuyordu. Geldi şen kıraathanesi arasa esnafına hizmet verirken Akçadağ kıraathanesi de çoğunlukla Kasap Pazarı ve Nahna (Lahana) Pazarı esnafına hizmet verirdi. Her iki çarşı esnafı ile bu kıraathaneler esnafı arasında sanki zımni bir anlaşma vardı ki, biri diğerinin müşterisine çay servis yapmazdı. Hanın sol taraf girişinde bir pide fırını bulunuyordu. Pide fırınını Şerif isminde bir esnaf işletir ama bu pide fırını, Yaşar ismindeki kürekçisi sayesinde Malatya’da bayağı ün yapmıştı. Yaşar’ın pişirdiği sık tırnak, bol küncülü pideler tartışmasız kurabiye lezzetinde olduğundan çok uzak semtlerden bu fırına pide almak için gelen onlarca insan vardı ki bunlardan birisi de Malatyalıların yakından tanıdığı ve çok sevdiği kendisi de Malatyalı olan Hâkim Hasan Özelçi idi.
Hasan Bey Sivas Caddesi’nde ikamet etmesine, adliye ile evi arasında onlarca pide fırını bulunmasına karşın pideyi bu fırından alırdı.
1950’li yıllarda Malatya’daki ekmek fırınlarında sadece pide satılırdı. 1950’li yılların sonlarında Derme İlkokulu’na gidilen Nasuhi Caddesi başındaki köşede bir somun fırını açıldı bu fırının adına da zamana göre ‘asri (!)’ ekmek imal edildiği için ‘Asri Fırın’ denildi. Bu ekmeğe halk arasında somun, entel tabakada francala denilirdi. 1960’lı yıllarda bu somun fırınları sayısı arttıysa da Yaşar Usta’nın pide ekmeği gibi fırınında kurabiye lezzetinde somun çıkaran ve bayağı ün yapan Kışla Caddesi Hüseyin Bey Köprüsü semtinde ‘’Kabadayı’’ lakaplı Mustafa Dayı’nın imal ettiği somundu.
Hani aslında hâkim, vali gibi atanan üst düzey bürokratlara doğum yerlerinde görev verilmezdi ama Hâkim Hasan Bey ile Turgut Özal döneminin valilerinden Arapgir doğumlu olan rahmetli Naim Cömertoğlu istisnai atamalardı. Şahsen ben de doğma büyüme memleketim olan Malatya’da; Bir ucu Muş, diğer tarafta Sivas Divriği’ye kadar olan boru hatları, tank çiftlikleri ve pompa istasyonlarında çalışan ve yüzde doksanı Malatyalı olan yaklaşık 200 çalışan personelin bulunduğu NATO akaryakıt tesislerinde tam 18 yıl kimseyi gücendirmemek ve de çalışma disiplininden taviz vermemek adına görev yapmanın sıkıntılarını iyi bilenlerdenim.
İşte Hâkim Hasan Bey de bu dengeyi Malatya’da çok iyi kurabilen bir hukuk adamıydı. Mümkün olduğunca ağır cezalar vererek değil, yerine göre; ‘’Bir daha sakın karşıma suçlu olarak gelme’’ derken affedici yanı ağır basardı. Suç işlemeye meyilli birçok insanın O’na mahcup olmamak için ıslah-ı nefs ettiğini çok duymuştum. Öyle basit meseleler, kavga v.s için aylarca süregelen mahkeme duruşmalarını sürdürmez, ‘’Size 5 dakika müsaade. Çıkın dışarıda anlaşıp, barışıp gelin yoksa hepinizi içeri atarım’’. Der. Daha ilk celsede işi tatlıya bağlardı. Bir gün silah meraklısı bir gariban, polisin rutin olarak yaptığı üst aramasında üzerinde bir tabanca ile yakalanır. Adam sabıkasız ve tam anlamıyla gariban biridir. Üstelik ailesini günlük kazancıyla geçindiren bir garibandır. O günkü geçerli olan kanunlara göre en az bir yıl hapis yatması gerekecektir. Karısı kucağındaki çocukla mahkeme kapısında her önüne gelene; katiplere, mübaşirlere, hatta çaycılara; “herifim mahpushaneye düşerse biz acımızdan ölürük ağalar nolur bırahın herifimi’ diyerek yalvar yakar olur. Hakim Hasan Bey de mahkeme salonuna girerken kadının yerde oturup dövünmelerine şahit olur. Neticede duruşma salonuna getirilen suçlunun kimlik yoklaması yapıldıktan sonra Hâkim Hasan Bey suçluya;
-Oğlum sen caddede bir çöp bidonunu yanında yerde bir tabanca görüp almışsın. Beline takıp tam götürüp polise teslim edeceğin zaman o sırada genel arama yapan polisler senin üzerinde tabancayı yakalamışlar öyle mi?
-Yooh Hasan Abe dabanca harbiden benimdi.
Hâkim Hasan Bey bu itirafı duymamazlıktan gelerek önündeki dosyayı karıştırmakla meşgul olur. Bu gibi durumlarda deneyimli olan sanığın yanında duran mübaşir, sanığın koluna sertçe bir çimdik atarak;
-Ulan, tamam hâkim beg aynen beyle oldu desene
-Yav ben Hasan Abe’ye nasıl yalan söyleyem olur mu heç.
Mübaşir(kısık ve kızgın bir ses tonuyla) ;
-Ula zırtoluh etme aynen beyle oldu de.
Aslında bu konuşmaları duysa da yine duymamazlıktan gelen Hâkim Hasan Özelçi önündeki dosyadan başını kaldırarak;
-Eveet nerde kalmıştık, oğlum olay dediğim gibi oldu öyle mi?
-Yooh Hasan abe, doğrusunu ben sana soyna (sonra) dışarıda söylerim.
derken, yüz mimikleri ile karışık kaş göz işareti yapmayı da ihmal etmez.
Tamamen gerçek olan bu olay, kültür değişimleri öncesi Malatya insanının ne denli saf, mert açık yürekli ve kadirşinas olduğunun tipik bir örneğidir. Buradan sayın Hasan Özelçi’yi de rahmetle anıyoruz.
* * *
Bir sevimli delimiz de yüzü yırık Musto’ydu. Sol gözünün kenarından sol kulak memesine doğru inen bir ameliyat izini taşırdı yüzünde. Ayağındaki ayakkabıların arkası daima basıktır. Yolda diğer delilerimiz gibi ağır aksak değil, belirli bir hedefe bir an evvel varacakmış gibi çabuk yürürdü. Kendisine,
-Mustoooo, gaynamııış, diye takılan olursa
-Ananıı…
diye başlayan küfürlü savurur ama attığı adımları sıklaştırarak durumdan bi haber olup karşıdan gelen herhangi ilgisiz birinin koluna yumruğu çakardı. Musto’nun bir özelliği de kendisi yolda yürürken arkasından birisi bel hizasından ittirerek koşturduğunda geriye dönemez, arkası basık giydiği ayakkabılarını sürütürken belden yukarı kısmını geriye doğru kaydırarak ‘’ula, ula, ula’’ diye bağırıp ayni hızda koşardı.
1980 li yıllarda bir milletvekilimiz vardı ki çabuk öfkelenip her önüne gelene kafa tutmasıyla meşhurdu. Bir sohbet esnasında O’nu Kale- Erenli Belediye başkanı Hasan Avcı şöyle tanımlamıştı; ‘Gardaş, bunun huyu da boyu da tam Musto. Bir tek gözünün yırığı eksik. Önüne gelene zumzuh (yumruk), arkadan gelene dızzik (arkaya savrulan tekme) atıyı’ benzetmesine hazırda bulunanlar katıla katıla gülmüşlerdi.
Hadi diyelim Musto v.b. deliydi ama bu delilerle uğraşıp kızdıran akıllı geçinen delilere ne demeli? Özellikle Arasa civarındaki esnaflar sıcak yaz günlerinde ve işlerin durgun olduğu saatlerde mutlaka ya esnaf arkadaşlarından birisini şakalayarak, ya da herhangi bir deliyi kızdırıp küfür ettirdikten sonra da kahkahayla gülmekten zevk alırlardı.
Yakın dostum Şahin Tercan (Kireçci Şahin) Yeşilyurt yolu üzerindeki Gelik mevkiinde bulunan kireç ocaklarından çıkarılan kelle kireçleri Akpınar meydanının köşesinde Çınar Oteli arkasındaki Pastacı Rıfat’ın pastanesinin bulunduğu sokak içerisinde bulunan dükkânında pazarlardı. O da zaman zaman Musto’yu dükkânında oturtup yemek yedirir, çay ikramında bulunurdu. Tabi yaptıkları sohbeti çevre esnafı katıla katıla gülerek izlerdi. Şahin deli Musto’nun tam sevgisini ve güvenini kazandıktan sonra her defasında yaptığı oyunu yine sahnelerdi;
-Musto, benim çok acele bir işim var hemen gidip geleceğim. Sana zahmet telefon çalarsa ahan bu kolu kaldır ağa dışarda, az sonra gelecek dersin tamam mı?
-Ta- tamam ağa.
-Ne diyeceksin?
-Ağa dııı-dişarda ağa. He (!)
Şahin Tercan, Musto’yu telefonun yanına koyduğu sandalyeye oturtup bir de çay söyledikten sonra dükkândan çıkıp arkadan dolaşarak kendi dükkânının karşısındaki komşu dükkâna gizlice girer ve Musto’yu görür bir konumda kendi dükkânına telefon açarak Musto’yu kızdırmaya başlar;
-Alooo, kimsiniiiiz?
-Ağa dışarda, ağa gelecek, ağa dışarda babo,
derken, Şahin Tercan;
-Ağanın da senin de anasını avradını….
Musto ayağa fırlar, ayni şekilde;
-Ben de se..se..senin a..
demeye kalmadan, Şahin, Musto’yu kızdıracak cümleleri ara vermeden peş peşe sıralar.
Zavallı Musto tabir caizse zıvanadan çıkmıştır artık. Şahin gibi seri konuşamamanın öfkesiyle telefon ahizesini yere çarpar, başlar yerdeki kireç torbalarını tekmelemeye. Şahin Tercan ve bu organizasyonu(!) seyreden civar esnaf katıla katıla gülmektedir. Dükkândan çıkıp gitmeye hazırlanan Musto’yu kapıda karşılar Şahin Tercan;
-Gardaş n’oldu nereye beyle ?
-Sögdü babo, sögdüü
- Kim sögdü gardaş
- O
diyerek yerdeki açık duran telefon ahizesini gösterir.
-Sen de ona sögmedin mi ? Neyse otur sana yemek söyleyem.
-Yoh ben gidem, ağa ben gidem babo.
diyerek arakası basık ayakkabıları üzerinde yaylanarak hızla çıkar dükkândan. Bu arada olan biteni bildiği için kendisine bakarak gülmeye devam eden pastacı Rıfat’ın koluna bir zumzuh (!) atmayı da ihmal etmez.
Böylece özellikle yaz mevsiminde benzerleri sık tekrarlanan bir Musto- Şahin Tercan klasiği daha yaşanmış olur.
Bu Şahin Tercan etrafına şaka yapmayı çok sever, her gün 1-2 kişiyi şakalamadan rahat etmezdi. Bir gün uçakla Ankara’ya gidiyorum. 1980 li yıllarda uçak seyahati yapanlar iyi bilirler, uçak yolcularının hemen hemen tamamı tanıdıktır. Tanışık olmasalar da göz aşinalığı vardır mutlaka. (Hoş bu, şimdilerde uçak seyahatinde tanıdık bir yüze rastladığımızda da seviniyor olduk). Uçak yolcuları arasında geçtiğimiz günlerde vefat eden değerli hemşerimiz Derviş Ali Kılıç, Nurettin Soykan, birlikte Malatyaspor yönetim kurulu üyeliği yaptığımız Halis Ertaş, Ahmet Çalık’ın eniştesi Kadir Taçyıldız, Şahin Tercan hatırladığım isimler. O zamanlar Malatya’dan İstanbul’a direkt uçuş yok. İstanbul yolcuları Ankara’dan aktarmalı olarak İstanbul’a gidiyorlar. Kadir Taçyıldız da İstanbul yolcuları arasında ve uçaktaki koltukların yarıya yakını boş. Uçağa binen Kadir Taçyıldız elindeki birkaç poşeti üsteki bagaja yerleştirirken Şahin Tercan;
- O poşetlerde ne var gardaş öyle, diye sordu.
-Yağlı ekmek yaptırdım, diye cevapladı Kadir.
-Ağa bi tene ver ki yiyem canım çekti.
-Veremem babama götürüyüm
- O kadar ekmeği baban nasıl yiye oğlum bi tene ver işte.
-Veremem, komşulara da verecem, hem paketi açıp bozamam.
- Canın sağ olsun gardaş.
Uçak havalandıktan kısa süre sonra Şahin, ön tarafta oturan Derviş Ali Kılıç’ın yanına gidip bir şeyler söyleyip yerine gelip oturdu. Derviş Ali Kılıç ayağa kalkıp arkaya dönerek;
-Kadir Bey hele bi gel de acıh gonuşah, diye Kadir’i yanına çağırdı. Kadir de gitti.
Akabinde Şahin hosteslerden birisine kabin amiri ile görüşmek istediğini söyledi. Gelen kabin amirine;
-Hanımefendi babamın bana vasiyeti var, o kadar uçak yolculuğu yapmış ‘ikram olarak hep sandviç veriyorlar, ben ölürsem sana vasiyetim, bolca yağlı ekmek yaptırıp uçak yolcularına, kaptana ve hosteslere dağıttır’ diye vasiyet etti. Ben de vasiyeti yerine getirmek için yağlı ekmek yaptırdım, bunu dağıtır mısınız, dedi. (O sıralarda Şahin’in babası Hacı Dayı henüz sağ)
Hostes kaptana danışması gerektiğini söyleyerek gitti. Onay almış olacak ki servis arabasıyla gelip üst bagajdaki yaklaşık 50-60 adet yağlı ekmeği alıp gitti. Daha sonra çay, kahve servisi ile birlikte THY ye ait baskılı ambalaj kâğıtları içinde herkese birer adet yağlı ekmek verdi. Tabi bu arada Kadir Taçyıldız da bu ikramdan nasibini aldı.
Uçak Ankara hava alanına iniş yapınca Şahin el çantasını alarak hemen ön kapıda bekleyip uçaktan ilk inen oldu. O sırada herkes ayakta olduğundan Kadir Taçyıldız orta sıralardaki koltuğunun üzerindeki bagajdan poşetleri almak için güçlükle geriye doğru ilerliyordu. Şahin hızlı adımlarla hava meydanının terminal kapısına doğru ilerlerken uçak merdiveninin başında Kadir Taçyıldız’ın sesi yankılandı alanda;
-Şahin abeeee, Şahin abeeeee
Tabi Şahin arkasına bakmadan kıs kıs gülerek adımlarını daha da sıklaştırırken Kadir’in sesi tekrar alanı inletti.
-Şahin abeeee, Allahsız Şahin abeee., harrrrraam olaaaaa!!!..
Bu satırları yazarken bile o anlar gözümün önüne geldiğinden katıla katıla gülüyorum.
Sevdiği insanı da, kızdığı insanı da şakalamak Şahin Tercan’ın en büyük hobisiydi. Yine bir gün her nasılsa Şeker Fabrikası müdürüne kızan Şahin, düğün çalgıcılarının sürekli oturup müşteri bekledikleri Akpınar’daki kahveye telefon açıp davulculardan birisini telefona çağırtır. Telefona gelen davulcuya kendisini Şeker Fabrikası Müdürü olarak tanıtır ve ertesi gün fabrikanın açılış yıldönümü olduğunu, bunun için en az 10 adet davul-zurna ekibinin fabrikaya gelerek hep birlikte davulları, zurnaları çalarak içeriye girmelerini, bu durumu sadece kendisi ve yardımcısının bildiğini fabrikada çalışan tüm memur ve işçilere sürpriz yapacağını, kendilerinin sivil araçlarla gelmelerini parasını da fabrikadan ödeyeceklerini söyler. Göstermelik bir pazarlıkla istenilen ücreti de kabul eder. İyi ve karlı bir iş yakaladığını düşünen davulcu Malatya’da ne kadar davul-zurna çalan varsa haber gönderip çağırtır. Bu arada çağırdığı davulculardan komisyon sözü almayı da ihmal etmez. Ertesi gün verilen saatte birkaç araç ile fabrika ana kapsı önüne gelen sekiz adet davul-zurna ekibi hep birlikte davul ve zurnalarla oyun havaları çalarak kapıdan içeri girerler. Kapıdaki koruma görevlileri davulcuların kendilerine anlattıkları ’’sürpriz kutlamayı’’ sabote (!) etmiş olmamak için sessiz kalırken, ‘madem kuruluş kutlaması en önce biz oynayalım’ düşüncesi ile oynamaya da başlarlar. Tabi onca davul-zurnanın çıkardığı gürültü ile tüm personel işlerini bırakıp kimileri pencereden bakarken kimileri de yola fırlar. Neden sonra oraya gelen Fabrika Müdürü kıvrak oyun havalarına kendisini kaptıranları da görünce neredeyse saçlarını yolacak konuma gelir. Bir piyasa taksisinin içinden iki arkadaşıyla birlikte dışardan gelişmeleri seyreden Şahin Tercan’ın keyfine diyecek yoktur. Şeker Fabrikasını ayağa kaldırmış, müdürü çıldırtmıştır!.
* * *
Ekmekçi Yaşar’ın kürekçi olarak çalışıp ekmek pişirdiği Şerif Usta’nın fırını bitişiğindeki Kasap Pazarı’nın köşesinde emme-basma tulumbalı bir sokak çeşmesi vardı. 1950-1970 yılları arasında Malatya’da hemen her mahalledeki sokak köşelerinde en az bir tane bu çeşmeden vardı. Arasa, Kasap Pazarı ve Lahana Pazarı esnafları ile buraya gelenlerin içme suyu ihtiyacını karşılayan bu çeşme iki basamakla çıkılan genişçe bir beton kaide üzerine oturtulmuştu.
Sokak çeşmesi denilince, çocukluğumun ilk yılları olan 1950’li yılların başlarında henüz çocuk yaşımda iken gördüğüm ve çevresinde oyun oynadığımız Aslantepe Mahallesi 1 nolu Nebioğlu Sokağı başındaki sokak çeşmesi ile her gün belki yüz defa gördüğüm Arasa’daki sokak çeşmesini anımsarım hep. Eski kuşağın anılarında mutlaka bir sokak çeşmesi hikâyesi vardır. Aşağıda sözleri yazılan şarkı her dinlenildiğinde insanın Yüreği burulur, dalar gider;
Bir sokak çeşmesi oldu gençliğim, Uzanan her tasa doldu gençliğim. Çerçevesiz kalmış bir resim gibi, Eğrildi, kıvrıldı soldu gençliğim
On sekiz yaş ile otuz arası Dile destan oldu her macerası Aynaya bakınca yıllar sonrası Ağaran saçını yoldu gençliğim.
Yaş kırkta destimiz doldu dolacak Arzular hayaller toprak olacak Bir ömür boyunca ne yazık ancak Felekten birkaç gün çaldı gençliğim
(Dinlemek için aşağıdaki çubuğun sol başına tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2016/07/Bir-Sokak-Cesmesi-.mp3"][/audio]
Tavukçu Musto çapaklı gözleri ile çipil çipil bakan biriydi. Kasap pazarının köşesindeki emme-basma kollu sokak çeşmesinin yanında tahtalardan gelişigüzel yaptığı küçük kümeste yumurtalık ve kesimlik diye iki gruba ayırdığı tavukları satardı. Malatya’da canlı tavuk satın almak isteyip de Musto’ya uğramayan olmazdı. Zaten o zamanlarda lokantaların önünde şimdiki gibi tüplü veya elektrikli ocaklarda dönerek kızaran tavuk yoktu, satılmazdı. Tavuk satın alanlar bayağı bir uğraş verip hem kesim yapmak hem de tüylerini yolmak zorundaydı ki bu işin kesim kısmını evin erkeği tüylerini yolma işlemini de daha çok evlerin hanımları yapardı.
Tavukçu Musto’nun bazen dövüş horozu sattığı da olurdu. O yıllarda horoz dövüştürmeye meraklı insanlar azımsanmayacak kadar çoktu Malatya’da. Dövüş horozları cesaretine ve dövüş kabiliyetine göre çok yüksek fiyatlardan alıcı bulurlardı. Öyle ki, 1970’li yılarda Arasa meydanı karşısındaki ‘Geldi Şen Gitti Harap Kıraathanesi’nin üst katında bir horozcu kahvesi açıldı. Bir gün merak saikı ile gittim o kahveye. Orada tıp camiasından, tanınmış tüccar ve bürokrat kesiminden olduğu kadar işsiz güçsüz takımından insanlar da vardı. Salonun ortasında 3 metre çapında etrafı 20 santim yüksekliğinde süngerimsi bir cisimden yapılmış set bulunan daire şeklinde bir dövüş ringi vardı. Ringin etrafında en az 1,5 metre boşluk, diğer taraflardaki masalarda çay ve kahvelerini içen kalabalık bir grup bulunuyordu. Ringin kenarında ellerindeki horozların boyunlarını yumuşak dokunuşlarla okşayan insanlar belli ki horozlarını biraz sonra başlayacak dövüşe motive ediyorlardı. Ben çayımı içerken elinde uçları kıvrık sahifeleri olan bir defter bulunan, dişlerinin bir kısmı dökük, kalanı da nikotin sarısı renginde kirli sakallı, alaburus kesilmiş kır saçlı, orta yaş üzeri bir adam masaları dolaşarak defterin sahifelerine bahisçilerin isimlerini ve hangi horoza ne kadar para yatırdıklarını yazıyordu.
Bu bahis işi şöyle organize ediliyordu; diyelim ki iki horozdan birinin sahibinin adı Ahmet, diğerininki Mehmet olsun. Bahisçilerden birisi ‘’Ahmet’in horozuna 1 e 3 veriyorum’’ diyor. Bir başka bahisçi de ‘’100 liralık aldım’’ diyor. Ağızdan çıkan bu sözler senet gibi geçerli olup tarafların cayma şansı yoktur. Ancak pey sürülen miktarda mutabık kalmaları gerekir. Örneğin bahisçinin birisi ‘’500 liralık aldım’’ dediğinde karşı tarafın bu miktarı kabul etmesi gerekir. Yoksa rakamı biraz düşürmesi için ‘’daha küçük bir rakam söyle’’ anlamında ‘’serin gel’’ diyebilir. Neticede anlaşılan rakam üzerinde bahis başlamış olur. Ayni şekilde karşı tarafın horozuna da ayni şekilde peyler sürülebilir. Yalnız bir kişiden fazla bahisçinin ayni orandaki bahse girmesi yine diğer tarafın kabul etmesine bağlıdır. Horoz dövüşleri Hint horozu denilen cins horozlar arasında yapılmaktaydı. Bunlar da tıpkı boksörler gibi kilolarına göre tasnif edilir ve tartıda 100gr. ( +,- ) kabul edilebilirdi.
Bir süre sonra bahisçiler oturdukları masalardan kalkarak horoz ringinin etrafındaki boşlukta yerlerini almaya başladılar. Horozlar tıpkı boks ringinde olduğu gibi karşılıklı köşelerinde sahiplerince son motivasyonları yapılıp ortaya salıverildiler. O anda her iki horozun boyun tüyleri kabararak kalkan şeklini aldı. Ringin etrafında döner gibi yaparken aniden pistin ortasına fırlayıp havada çarpıştılar.
Horoz dövüşünün süresi 120 dakikadır. Her 15 dakikada bir dinlendirip su içirme, yara bakımı için ara verilir. 120 dakika sonunda horozlardan birisi ringden kaçmamışsa maç berabere bitmiş demektir. Kaçan veya dövüşemeyecek kadar yara alan horoz yenik sayılır. Dövüş sonunda bahisçilerden kaybedenler kazananlara paralarını öder. Kazanan taraf belli bir oranda kahvehane sahibine de komisyon öder.
Ben bu vahşete bir kez şahit oldum. Çünkü dövüşürken kan revan içinde kalıp gözü kapanmasına rağmen dövüşe devam ettirilen horozların görüntüsü içler acısıydı. Nitekim spor adına boksörlerin yaptığı boks maçları da bundan pek farklı değildir diye düşünüyorum.