Bir Zamanlar Malatya: Arasa VI
..Benim için Malatya Arasa’ydı, Arasa da Malatya...
Ertaç ÖNAL Yazdı
ertaconal@mynet.com
Arasa;
bulunduğu mahalle, çocukluğumun ve gençliğimin önemli bir bölümünün geçtiği benim küçük ama renkli ve zengin dünyam.
Uzun ve kısa süreli ayrılışlarımda hep özlerdim Arasa’yı, Arasa esnaflarını; Battal Tuncay ve oğulları Celal, Halil ve Vural kardeşleri. Mustafa Kavukçu, Marangoz Hacı Ömer Furun ve oğlu Mehmet Furun, Alefci (hayvan yemi satan) lakaplı Alaattin ve Abdullah Karadağ, Alaattin’in beslediği ve arasa esnafını bezdiren takla atan güvercinleri, Tavukçu Musto, Arasa’nın maskotu sayılan tepirci Horey Bacı v.s.
Kasap Pazarı’nı, taze meyve ve sebzelerin satıldığı kanereyi, kanerenin hemen arkasındaki Yoğurtçu Pazarı’nı, kanere meydanındaki Lezzet Lokantasını ve o lokantanın mis gibi tereyağı ile pişirilen meşhur domatesli kebabını, tel kadayıf imal edilen küçük dükkânları ve de özellikle Ramazan aylarında kanere meydanında öğle saatlerinde başlayıp iftara yakın bir zamana kadar kollarında veya başlarının üzerinde tuttukları kalburlarda üstü temiz bir beyaz bez ile örtülü yassı kadayıfları, sanki kim daha çok bağırırsa onunki satılacakmış gibi “yassı gadayıııııfff’’ diye meydanı inleterek birbiriyle yarışan onlarca satıcıyı… Tüccar Pazarı’nı, Kapalı Çarşıyı, ikinci el eşyaların satıldığı Bit Pazarını, Akpınar Meydanını, o meydandaki ağzından su akan aslanlı havuzu, Akpınar semtinin sessiz kabadayısı Kanun Hacı’yı, bayram günlerinde cambaz ve akrobat Muhittin Kükey’in ailece gösteri yaptığı Akpınar meydanındaki, etrafında iki kat sıralı ahşap işyerlerinin bulunduğu ortası genişçe meydanı olan Emniyet İş Hanını, sadece öğle vakti servis yapılan ve lezzetine doyum olmayan kâğıt kebabı ile porsiyonluk fırın güveç yapılan Hacıbaba Lokantasını, ütülen kelle paçaların tele asılarak satıldığı Şark Sineması’nın karşısındaki Demirci Pazarını, usta demircilerin ocaktaki kömürü körükleyerek, nar gibi kızarttıkları ateşte yine nar gibi pişirdikleri demiri ellerindeki çekiç ve balyozlarla üçlü muhteşem bir seri senkronizasyonla örs üzerinde dövmelerini, yine Akpınar semtinin sıralı dükkânlarındaki örs üzerinde demir ve tahta çekiçlerle belli bir usulde ritim saz çalar gibi bakır döven bakırcı ustalarının öğle saatlerinde başlayıp ikindi vaktine kadar devam eden muhteşem müzik resitalini, Demirci Pazarının arkasındaki eski Şire Pazarı meydanında, küçücük dükkânında pişirdiği lezzetli şiş kebabını çeyrek ekmek arasına çekip maydanoz ve bol soğan ekleyerek 50 kuruşa satan tıknaz şişman kebapçıyı…
Ayrıca komşularımız Küpçü Çekem Osman ve aile efradı Varter Abla, Kirkor, Çulcu Bedros, Haçadur, Karnik, Vartanoş, Araksi. Vasken Ağabey, yiğit arkadaşım Manuk, Pepron ve Marisa teyzeler. Malatya’nın TSM korosunda assolist sanatçısı ve de uduna vurduğu duygu dolu mızraplarla gönül telimizi titreten Nubar Daşı’yı, Mimar Nuran Gezdirici’yi, evimizin on adım ötesindeki atölyesinde gürgen ağacından asırlık dayanıklı mobilyalar imal eden mobilyacı Bedros Ağabey’i, Bahçeciler lakaplı İhsan ve Seydi Bahçeci komşumuzu, önce kasaplık sonradan kömür satıcılığı yapan Şahin Ağabey (Deli Şahin), Kasap Nuri Kalaycı amca, şimdiki Şire Pazarı’nın yerinde evlerinin önündeki pegde hayfene kurduğumuz Almendiler (Ünal, Ercan, Abdullah), Dr. Harut Sözkes ailesi, Nurettin Soykan’ın babası Batumlu Musa Dayı ailesi, taksi şoförü Çelem Nevzat Ağabey ile yine mahalle sakinlerinden freni olmayan Skoda marka dolmuşuyla şehir istasyon arasında çalışan Kirkor Usta’yı, Malatya tabiriyle ‘’Nahna’’ pazarındaki Gocik Vahap’ı, arkadaşlarının şakalamak için birbirleriyle adeta yarış ettiği Kasap Paşa’yı, Postane karşısındaki pasajın açık alanında satılan “Kars Gazozunu”, Teze Cami (Yeni Cami) önünde beyaz emaye kovasında sifonlu süzgeç ile limonata satan Ahmet Dayı’nın reklam anonsunu, Belediye yanındaki duraklarında birbirine şakalar yapan taksi şoförleri esnafını, çift atlı fayton üzerinde Teze Cami civarında kalabalıkları toplayarak esprili reklam anonslarıyla bazen jilet, bazen el yapımı diş ağrısı, baş ağrısı ve de romatizma ilaçlar satmaya çalışan fötr şapkalı şişman göbekli satıcıyı, Hacı Hüseyin Hamamı ile Nuri Nebioğlu büyüğümüz, mahallemiz muhtarı Kasap Bedri ağabey ve daha niceleri...
Benim için Malatya Arasa’ydı, Arasa da Malatya. Arasa merkezli bir daire çizdiğimizde; doğuda Vali Konağı, batıda Sigara Fabrikası, kuzeyde Halit Ziya Özkan un fabrikası ve güneyde Kernek Meydanı çemberinin dışına çıktığımda sanki Elazığ’a veya komşu bir ile gittiğim hissi uyanıyordu bende o zamanlar. Yani 1960-1970 yılları arası. 1970 yılı sonrasında şehir merkezinden başlayıp daha sonra gittikçe artan bir hızda nostaljik yapılar bir bir yok edilince, benim çember de, eskiyi arama içgüdüsüyle olsa gerek, aynı oranda gittikçe genişledi ve neticede tüm şehir merkezini kapsadı.
Sözü geçmişken anlatayım: Tüccar Pazarı dediğim yer, eski Belediye binasının tam karşısındaki yoldan Arasa’ya doğru giderken sağlı sollu manifatura ve tuhafiye mağazalarının olduğu yerdi. Sağda Söğütlü Cami’nin avlusuna açılan bir kapı ve onun tam karşısında han kapısına benzer bir kapıdan giriş yapılan genişçe bir meydan ve bu meydanın etrafında sıralı, tek katlı ikinci el eşyaların satıldığı dükkânlar vardı. O zamanlar ikinci el eşya dediğim gardırop, yaylı somya, tahta divan gibi eşyalardı. Meydanın ortasında 2-3 basamakla çıkılan ve etrafında esnafların veya gelen müşterilerin hasır oturak tahtalarında oturduğu taş bir meydan ve meydanın önünde devamlı akan bir artezyen su borusu vardı. Bir de küçük bir çay ocağı. Bir gün Deli Gaffar’ı kızdırmak için oradaki esnaflardan birinin ‘’Gaffar çık çarşıdan dışarı, çarşıyı kilitleyeceğiz’’ deyince garibim topal olan sağ bacağına doğru eğile eğile, tıpış tıpış çıkmıştı çarşıdan. Ama ne zaman deli Gaffar’a “üstünde ölü elbisesi var’’ deseler ayakkabısını fırlatıp atar, külotuna kadar yırtıp parçalar, ayağında sadece çorapları kalırdı. Elleriyle önünü ve arkasını kapatarak bu bitpazarına sığınırdı. Elbise ve çamaşırlarını yırtarken de ‘’ Eyişmeyin, Allah’tan buluysunuz’’ diye bağırırdı. Garibim (R) harfini (Y) olarak söyleyebildiğinden ‘’eyişmeyin’’ derken yani bana ilişmeyin, kızdırmayın demek istiyordu. Yaz kış ayni terane. Semt esnafına Deli Gaffar’ı giydirmekten gına geldiği için o sözü söyleyenlere kızarlardı. Yırtılan gömlek, pantolon, külot tüccar pazarı esnaflarından biri tarafından toplanıp bir pazarındaki eski elbiseleri onaran Ayşe Bacı isimli terziye götürülür, aralarında topladıkları parayı da tamir ücreti olarak Ayşe Bacı’ya verirlerdi. Tabi tamiri mümkün olmayan giysiler için Ayşe Bacı ekstra ücret alırdı. Böylece yenilenen giysiler, yeni alınmış gibi, Gaffar’a tekrar giydirilirdi.
Bir de Deli Gaffar’ı küfrettirmekten zevk alıp kahkahayla gülenler olurdu. Semt esnaflarından birisi yanındaki misafir arkadaşına yarenlik etmek için arkadaşının ismini söyleyerek “Gaffar…….beg” dedikleri zaman Gaffar’ın cevabı ‘’…….. bege ça…çahtım’’ olurdu. “Geri çek Gaffar’’ denince bu kez “çe…çe….çetemem’’ karşılığını verir, misafir arkadaş şaşırır ama kahkahalar atılırdı.
Anamdan duyduğuma göre Deli Gaffar Malatya’nın, şimdi adını hatırlayamadığım, köklü ve varlıklı ailelerinden birisine mensuptu. Söylentiye göre Gaffar’ın anası çocuğu olmadığı için sık sık “Yeter ki bir oğlum olsun da bir ayağı topal, bir gözü de kör olsun” diye dua edermiş. Bu dualardan olsa gerek, yüce Allah aileye bir erkek evlat vermiş ama bir ayağı topal olmasına topal da her iki gözü sağlam, aynı zamanda zihinsel engelli. Onun için “Allah’tan her zaman hem kendiniz hem de başkaları için hayırlı şeyler isteyin’’ diye tembihlerdi bizleri anam.
Bit Pazarı’nın arkası şimdiki Soykan Parkı’na dayanırdı. Yine sırtı bu parka dayanan Kapalı Çarşı vardı. Üstü kapalı bir pasaj görünümündeki bu çarşıda sınırlı sayıda 7-8 metrekarelik dükkânlar bulunur; bu dükkânlarda poplin, pazen, keten kumaşlar vesaire satılırdı. Bu pasajın sonradan çok ünlü olan bir esnafı Malatyalı iş adamı Kadir Eriş’tir. Küçücük dükkânında muhtelif tuhafiye malzeme satıyordu o yıllarda. Geçtiğimiz günlerde MİAD’ın Ankara’da düzenlediği Malatya buluşmasında, özellikle Rusya’da çok büyük yatırımlar yapan Kadir Eriş’in oğlu Turan Eriş ile 1950’li yıllardaki Malatya Kapalı çarşısını söyleştik. Gerek Kapalı Çarşıyı gerekse Bit Pazarını çok net hatırladı.
1950’li yıllarda Posta treninden başka ulaşım aracı olmadığı için gazeteler Malatya’ya iki gün sonra geliyordu. Babamın her gün aldığı Hürriyet Gazetesi’nde bir gün ‘’Kapalıçarşı Yandı’’ manşetini okudum. O tarihten 2-3 yıl önce geçirdiğimiz Arasa yangınından çocuk yaşımda bayağı etkilendiğim için bir koşu gidip tüccar pazarındaki Kapalı Çarşıya baktım. O anda, bu gazete yalan haber yazmış veya çarşıyı ne çabuk onarıp eski haline getirmişler diye düşünmüştüm- ki 7-8 yaşlarındaydım. Şimdiki teknolojik imkânlar nedeniyle 4-5 yaşlarındaki çocukların bile ellerindeki akıllı telefonlarını gözle takipte bile zorlandığımız süratte kullandıklarını, hatta dünya siyasetini yorumlayabildiklerini düşünürsek o yıllarda yegâne elektronik cihaz olan lambalı radyoyu ancak tanıyabilmiş bir çocuk olarak Malatya’dan başka yerde, kapalı çarşı bulunabileceğini düşünemeyeceğimi, hele de İstanbul’un kalbi sayılan Kapalıçarşı’nın varlığından bihaber olmamı garipsememek gerekir.
Her delinin dolaştığı belli bir sokak veya cadde olmakla birlikte Malatya delilerinin çoğu Arasa civarında dolaşırdı. Gaffar, Tüccar Pazarı ve Bit Pazarı; Farro, Akpınar çevresi; Şorikli Yaşar Soykan Parkı civarı; Adliye Bekir Vilayet Konağını; her iki kolunu önünde sağa, sola sallayarak yürüyen ve yüzünde gülücük eksik olmayan Deli Ahmet Dörtyol ile PTT arasını; Haceli Orduzu- Eski Malatya yolunu; İzzo Kışla Caddesi’ni; musalla taşını mekân tutarak sabah konulan ve namaz için bekletilen cenazeyi kimse çalmasın (!) diye bekleyen ve bu hizmeti karşılığı cenaze sahiplerinden bahşiş alan Kız Mahmut Teze Cami civarını; ‘Onyedili- Nahna Sapı’ Zülfü Sıtmapınarı, Dörtyol, Tahtalı Minare civarı; Tahir Ağa Kuyumcular Çarşısı’nı; Zeynel Mücelli Caddesini; elindeki kalın ve cilalı sopaya geçirdiği simitleri satan Mişmiş Belediye Hamamı civarını; Asker Ramo Yeni Cami’yi; Fır Faik tüm şehir merkezini mesken tutmuşlardı. Bu Fır Faik deli de akıllı da değildi: Kısaca aşağıda bahsedeceğim kuyumcular kuryesi Tahir Ağa benzeri bir yapıya sahipti. Çok iyi bir duvar ustası olduğu söylenirdi. Ama her nedense mesleğini yapmaz, divan sazına yakın büyüklükteki bağlamasının gövde kısmını omuzunun arkasına gelecek şekilde omuzuna alır, sapını da eliyle tutarak çok hızlı bir şekilde yürürdü. Uzun boylu ve boyuna göre zayıfça idi. Özellikle yaz günleri omuzladığı sazını alıp bahçeli bir kahvehane, çay bahçesi ve benzeri yere oturur, kendine bir çay söyler, çay gelinceye kadar bağlamasını çalıp türkü söylemeye başlardı. Çok da güzel çalardı sazını; sesi de güzeldi. Oturduğu mekândakiler çalıp söylemeye devam etmesini istiyorlarsa masanın üzerine bahşiş bırakırlardı. Fır Faik ikinci türküyü okurken göz ucuyla etrafına bakınır, bahşiş verebilecek olanları müthiş bir önseziyle keşfeder, eğer yoksa bazen türküyü bile tamamlamadan eğreti oturduğu sandalyeden sazını omuzlayarak kalkıp süratle uzaklaşırdı. Sanırım bu ani kalkış ve uzaklaşması nedeniyle “FIR’’ lakabı takılmıştı ona. Yürümesi gibi konuşması da çok çabuktu. Bazen o sokaklarda süratle yürürken gençler ve çocuklar “Fır Fayııııh’’ diye bağırıp ıslık da çalmazlar mı, işte buna kızar anlaşılmaz bir şeyler söylenerek ve yürümesini daha da hızlandırıp bir an evvel uzaklaşırdı bu azgınların (!) bulunduğu ortamdan. Bu Malatya azgınları, delileri kızdırıp eğlendikleri gibi açığını yakaladıkları Fır Faik gibileri de kızdırıp deli sınıfına sokmaya pek mahirlerdi. Fır Faik’in ağabeyi, daha sonraki yazılarımda tafsilatlı olarak bahsedeceğim, “Colis’’ lakaplı Nevzat Çobanoğlu 1950li yıllarda kurduğu ve lideri olduğu ‘’AÇ’’ rumuzlu “Aslan Çakallar” adlı Robin Hood benzeri bir çete ile oldukça nam yapmış, daha sonra Türk Hava Kuvvetleri’nin gözü kara bir pilotu olmuş ve Kurmay Albay rütbesinde iken emekliye ayrılarak İzmir Karşıyaka’nın ilk belediye başkanı olmuştu.
Diğer delilerimizi aşağı yukarı hemen herkes tanır ama Zeynel de taş atmadaki ustalığı ile tanınırdı. Ayrıca güçlü kuvvetli ve tehlikeliydi. Bir gün kendisini kızdıran çocuklara taş atıp içlerinden birisini yaraladığı için bizim Halterci Fevzi, Zeynel’i bir güzel pataklamış. Zeynel vuracağı çocuğa gözlerini dikip yan yan bakarak yaklaşırdı. O günden sonra Zeynel, Fevzi’yi gördüğü zaman gözlerini yumarak geçerdi o civardan.
Tahir Ağa’ya deli de akıllı da denmez ama Onyedili gibi bazı saplantıları vardı. Onyedili’ye “16- 17 veya maydanoz tohumu’’ dediğiniz zaman çok kızar, anlaşılmaz sözler söyleyerek ve bastonunu sallayarak uzaklaşırdı. Aklaşmış çember sakallı, başında yün başlığı yaz-kış eksik olmayan, kaşkolunu boynuna sardıktan sonra her iki ucunu yeleğinin içine sokuşturan ve elinde bastonuyla gezen sevimli bir delimizdi.
Tahir Ağa ise Kuyumcular Çarşısı’nın maskotuydu. Grand tuvalet giyinir, her gün tıraş olur, kravatını takar, fötr şapkasını başına geçirip öyle gelirdi çarşıya. Hafif çatık kaşlıydı, pek gülmezdi. Kuyumcu dükkânlarının bulunduğu yerde bir aşağı bir yukarı dolaşır, bazen bir kuyumcu yanında oturup bir bardak çay içtikten sonra hemen kalkardı. Kuyumcu esnafı da Tahir Ağa’yı uğur saymıştı. Birbirlerine altın veya nakit para gönderecekleri zaman Tahir Ağa’yı özel ulak olarak kullanırlardı. Tahir Ağa’ya teslim edilen altın ve paraya asla halel gelmez, mutlaka yerine tam ve sağlam olarak ulaşırdı. Tabi Tahir Ağa’da çok önemli bir görev icra ediyor havalarına girer, emanet götürürken kimsenin yanına yaklaşmasına bile izin vermezdi. Bu ciddiyetini gören ve Tahir’in emanet götürdüğünü anlayan esnafın ısrarlı davetlerine yüzünü bile çevirip bakmadan yoluna devam ederdi. Kuyumcu esnafı da bu hizmetine karşılık, biraz da yardım etme içgüdüsüyle bahşiş vererek günlük iaşesini temin ederlerdi Tahir Ağa’nın.
Malatya’nın yerli aileleriyle beraber esnafın önemli bir bölümü de katılmıştı göç kervanına. İşlerini İstanbul’a nakleden bir kısım kuyumcu, orada Tahir Ağa gibi son derece güvenli bir ulağa ihtiyaç duyunca Tahir Ağa’yı ikna edip evini İstanbul’a taşıtırlar. Orada sadece Malatyalı kuyumculara değil komşu esnafın da getir götür işlerini üstlenince Tahir’in geliri önemli ölçüde artar. İstanbullu bir kuyumcu ilk denemesinde Tahir’e bir kutu baklavayı ‘’içinde son derece kıymetli mücevherat var’’ diyerek teslim ediyor ve otobüs biletini de alarak Tahir’i Muş’a gönderiyor. Tahir, gözünü bile kırpmadan koynunda muhafaza ettiği emaneti Muş’a kadar giderek verilen adrese teslim ediyor. Durumdan habersiz olan esnaf Tahir’in yanında paketi açıp çıkan baklavadan bir dilim de Tahir’e ikram etmek istiyor. ‘’Beni bunun için mi İstanbul’dan buraya göndermiş‘’diyerek okkalı bir küfür savurunca durumu kavrıyor ve belli etmeden tezgâh altından çıkardığı bir avuç altını sanki kutu içinden çıkmış gibi ‘’yav bak bunlar baklavanın altından çıktı’’ deyince Tahir rahatlıyor ve aynı gün kuşetli tren ile hiç uyanmadan İstanbul’a kadar uyuyarak geliyor.
Tahir Ağa benzeri bir kişilik de kuyumcu esnafını yoğun olduğu Tüccar Pazarı yanındaki Cumhuriyet Çarşısı’nda icra-i sanat eyleyen şapkacı Kevork Usta’nın yanında getir-götür işleri yapan 50 yaş civarındaki ‘’Kadir Ağa’’ idi.
Kadir Ağa yoksuldu ama şık giyinir, ceketinin mendil cebinde cepten aşağı doğru sarkan tertemiz bir beyaz mendili hiç eksik etmez, saçlarını ve kaşlarını özenle tarardı. Güzel kokular sürerdi. En önemli özelliği ise sağ elinin yüzük parmağına irice bir altın şövalye yüzük takmasıydı.
Bunca yaşamımda sayısız varsıl ve yoksul insan tanıdım ama Kadir Ağa kadar gani gönüllü, bir başka deyişle gönlü zengin bir insan tanımadım. O, şapkacı Kevork Usta’nın verdiği haftalık ile yaşamını sürdürür ama hiç kimseden maddi yardım kabul etmezdi. Ama kendisine sorsanız dünyanın en zengin insanıydı. Eski Malatya’da toprak damlı bir bağ evinde oturduğunu, tek gözü görmeyen bir karısı olduğunu duymuştum. Kadir Ağa bu varsıllığını şöyle anlatırdı etrafına;
-Dam var, avrat var, mayış (maaş) var. Şu servete bah, şu dövlete bah. Allah Allah var mı bu dünyada benden zengini?
Sabah erkenden gelir dükkâna. Akşam gitmeden etrafı tertemiz yapmıştır ama sabah yine toz alır. Kevork Usta’nın dükkâna gelişini her gün reveransla karşılarken
-Hoş geldin ustam heyirli işler
temennisinde mutlaka bulunurdu. Daha sonra ustasına çay söylemeye giderken de ayağının üzerinde hafifçe yaylanarak ve de kolunu sallarken şövalye yüzük taktığı sağ elinin dış yüzünü karşıdan gelenlerin mutlaka göreceği şekilde ön planda tutarak yürümesi en belirgin özelliğiydi. Tabi bu arada dükkân komşusu esnaflara da “Heyirli işleeer’’ derken yüzük taktığı elini hafifçe başına değdirmesi görülmeye değerdi.
Bir hafta sonunda haftalık ücretini aldı Kadir Ağa. Yolu ırak olduğu için akşam mesaisi gün batımından önce biterdi. Ustasıyla vedalaşıp yola çıktı. Komşu esnafları şövalye yüzüğünü göstererek alışılagelmiş el kol işaretiyle selamlayıp ‘’Heyirli ahşamlalaaar’’ diyerek Yeni Cami etrafında bir tur attı. İlk rastladığı fakirlere ‘’Bu benim yerime, bu ustamın yerine, bu da dükkânımızın hakkı yerine” diye üç ayrı sadakayı verdi. Daha sonra kanereden evinin bir hafta yetecek sebzesini alıp, eski Belediye binasının yanındaki taksi durağındaki en son model taksinin yanına gitti. Şoförün açtığı kapıdan arka sağ koltuğa oturduktan sonra şövalye yüzüğün herkes tarafından görünmesi için sağ elini camdan dışarı sarkıtarak şoföre ‘’devam et’’ komutunu verdi. Şoför, Kadir Ağa’yı çok iyi tanıdığı için nereye gideceğini sormadan hareket ederken havalı kornasına birkaç kez basmayı ihmal etmedi. Taksi şoförü şehir içinden çıkıncaya kadar asgari hızda gitti. Şehir dışı da olsa kalabalık ortamlardan, mesela bir otobüs durağının yanından geçerken yine hız keserek taksiyle gidenin şövalye yüzüklü Kadir Ağa olduğunu herkese göstermek mecburiyetinde olduğunu biliyordu. Evinin bulunduğu semte gelmeden, kasabanın meydanında bir tur atarken şoför yine havalı kornayı sık sık öttürdü. Eve geldiğinde şoför havalı kornayı yine öttürürken Kadir Ağa’nın eşi kapıda görününce taksinin arka sağ kapısını açarak hafifçe eğilip buyur Kadir Ağa’m sözünü özellikle eşine duyurdu.
Böylece Kadir Ağa’nın aldığı haftalık ayni gün bitmiş olsa da ne gam? Öğle yemeği patrondan, günlük ekmeği hanımı evde sacda pişirir. Zaten bir haftalık yeterli sebzeyi de peşin almıştır. Ancak 5 günlük dolmuş parası ile biraz da harçlık bir kenarına ayırmıştır.
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Kadir Ağa’nın her hafta sonu yarım saatliğine de olsa yaşadığı bu saltanatı düşünürken ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuzbeş Yaş şiirindeki bu dizelerini anımsardım hep.
Patronu bir gün biraz sebze, kavun, karpuz gibi malzemeleri kanereden alıp şimdiki Şire Pazarı’nın olduğu yerdeki evlerine götürmesini söyledi. Kadir Ağa verilen siparişleri aldı ama bunları götürmeleri için sırt sepetli üç ayrı hamal tuttu. Sepetlerin altını eski gazete kâğıtları ile şişirip üstüne sebzeleri, kavun, karpuz vs. sepetlerden dışarı taşarcasına serpiştirdi ve hamallara kendisini takip etmelerini söyledi. Yaz günleri mahalleli kadınlar ya kapı önlerinde ya da pencerelerinden karşılıklı sohbet ederler. Yine öyleydi. Kapı önlerindeki kadınlar ikişer üçer guruplarla ikindi vakti dedikodusu yaparken bir taraftan da yaramazlık yapan çocuklarına bağrışıyorlardı. Bu hengâme içerisindeki mahalleye girerken sesini tüm mahalleye duyuracak şekilde yükselterek bağırdı;
-Hamballaaaar önügüze bahın sepetteki malzemeyi tökmeysiiiz haaa. Soyna ustama ne deriiim.
Tüm mahalle sakinleri dikkat kesilirken pencereden bakmakta olan Kevork Usta’nın hanımına seslenir;
-Yıldız ablaaa, ustam çarşıda bazarda meyva, zebze bırahmadı aldı. Ganereye gıtlıh düştü. Sana zahmet havluya bi teşt endir de malzemeyi boşaldah.
Böylece ustasını yücelttiğini sanan Kadir Ağa’nın bu yaşam tarzına gönül zenginliği mi yoksa gösteriş budalalığı mı demeli acep?
Bir gün Kadir Ağa’nın tek gözü görmeyen karısı Kevork Usta’nın hanımının yanına gelir. Endişeli bir şekilde ‘’ Yıldız abla ben bizim heriften şüpheleniyim, acaba başka bir avratnan ilişiği mi var’’ diye sorunca Yıldız Hanım kahkahayı basar ve ‘’ De get gız, şaşırdın mı ne, senin herifini kim nede’’ der. ‘’Eyle deme Yıldız Abla benim herif tam bir ağa. Âlemin gözü üzerinde’’ cevabını alır. Ne dersiniz, “Kuzguna yavrusu şahin görünür” deyimi ile örtüşmüyor mu bu durum?
***
Değerli okurlar, bir süredir ara verdiğim ‘’ ARASA’’ yazı serisine devam edeceğim. Yalnız fazla uzatmadan yazımı burada noktalıyorum. Bakalım bir sonraki yazımda kalemim ‘’BİR ZAMANLAR MALATYA”dan neler yazıp anlatacak. Saygı ve sevgilerimle. Ertaç ÖNAL