ARASA XI: Böyük Anamın Malatya'sı
...O yıllarda köy, nahiye ve kazalarda ancak varlıklı evlerde yine gazyağı ile çalışan lüx...
Ertaç ÖNAL ertaconal@mynet.com
1950 yılı sonbahar akşamı. 1940 model benzinli şevrole (Chevrolet) marka kamyon, kasasında ev eşyası yüklü halde Kürecik rampasını tırmanmaya çalışırken, kamyon motoru bazen hasta bir ihtiyarın kesik kesik inlemesine, bazen şımarık bir çocuğun mızmızlanmasına benzer sesler çıkararak yol alıyor, motorunun aşırı zorlanması ile uzunca burnu üzerindeki yer yer boyası dökük ve yaralı kaputu vibratör gibi sarsılıyordu. Rampadan düzlüğe çıkınca yolun sağındaki tepecik üzerine konuşlanmış toprak damlı tek katlı bir kerpiç binanın penceresinde idare lambasının ışığının adeta göz kırparak kısa aralıklarla yanıp söndüğünü gördük.
O yıllarda köy, nahiye ve kazalarda ancak varlıklı evlerde yine gazyağı ile çalışan lüx lambalar bulunurdu ki bu yerler henüz medeniyetin elektriği ile tanışmamıştı. Birçok il merkezinde de ancak sayılı evlerde elektrik bulunuyordu.
Kamyon şoförü rampadan düzlüğe çıkınca babamın itirazlarına rağmen kontağı kapatıp “şu evde bir hasta var sorup geleceğim” diyerek kamyondan inip tek katlı kerpiç eve doğru yöneldi.
Henüz dört yaşındaydım. Benden 2 yaş büyük ablam, annemin, ben de nahiye müdürlüğünden yeni emekliye ayrılan babamın kucağında burunlu 1940 model Chevrolet kamyonun şoför mahallinde anneannemin Malatya’sına müteveccihen yol alıyorduk. Babamın son görev yeri olan Darende’nin Balaban Nahiyesinde kamyona eşyalarımız yüklenirken ha bire anneme soruyordum nereye gidiyoruz diye.
“- Malatya’ya gidiyoruz oğlum.”
Malatya’yı bir komşu evi gibi tahayyül ediyor olmalıydım ki kimin evine der gibi;
– Kimin Malatya’sına anne. Annemin cevabı da ilginçti.
“- Anneannenin Malatya’sına..”
Malatya’da Azizler Sokak ile Nebioğlu Sokağı arasındaki sağdan ikinci sırada geniş avlulu, bahçeli 3 ayrı konutlu ev anneanneme (böyük anama) aitti. Konutlardan birinde dayımlar, diğerinde teyzem ve çocukları, üçüncü konutta da anneannem ikamet etmekteydi. Kendi evimiz olan arasanın yanında, Hacıhüseyin Hamamı karşısındaki evin tadilatı henüz bitmediğinden, iki haftalığına anneannemin yaşadığı evde kaldık. Ben “anneannemin Malatya’sına” gelişimizin haftasına çevreyi tanımak adına Azizler sokağından yukarı doğru giderken Sivas Caddesi'ne, oradan da Kışla Caddesine çıkmışım farkında olmadan.
Aniden karşımda cadde ortasındaki polis noktasını (yandaki fotoğrafta ortadaki kulübe) görünce köyden indim şehire, şaşırdım birden bire misali kaybolduğum ve tekrar yolu bulamayacağım korkusuyla ağlayarak polis noktasına geldiğimi ve ”Ben anneannemin Malatya’sını kaybettim” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Noktadaki polisin küçük masası üzerindeki telefonun manyeto kolunu çevirerek 'Alooo santral' dediğini, yaklaşık 1 saat sonra annem ve teyzemin gelerek beni polis noktasından aldıklarını da.
Kürecik rampası sonundaki kamyona dönelim. Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum, babamın beni kucağından annemin tarafına iterek 'anneme sakın korkma' derken uykumdan uyandım. Kamyonun şoför tarafındaki kapıya yaslanmış bir omuzunda av tüfeği asılı olan bir çift göz içeriye bakıp babama
“- Sen Balaban müdürü değil misin?” derken babamın belinden tabancasını çıkarıp eline aldığını gördüm ve;
“- He ağa eyi bildin, sen kimsin? ”
Adamın bir anda gözlerinin parladığı ve yüzüne avını yakalamış bir tilki kurnazlığının ifadesinin yansıması fark edilirken
“- Hani ben parlah Cumoların tarlasındaki ekini yahtım diye falakaya yatırtıp cendermelere dögdürdüğün Durmuuş, tanımadın mıı?”
Adamın son cümlesindeki ses tınısı şimdi elime düştün der gibiydi. Sonra dönüp sağı solu kontrol edercesine etrafa göz gezdirirken
“-Burada niye durdunuz ki?” diye sorunca babam;
“- Beraberimizde müfreze geliyordu biraz geride kaldılar onları bekliyoruz.” demesi üzerine adamın panikleyip
“- Hadi eyvallah” diyerek yol kenarındaki çalılıklar arasından bayır aşağı koşarak uzaklaştığını gördük.
FOTOĞRAF: Nahiye Müdürü rahmetli babam Hüseyin Rüştü Önal (ayakta sol başta), misafirleri Kaymakam, Belediye Başkanı , Milli Eğitim Md. Ve Nahiyenin Jandarma çavuşları (1949)
Babamın müfreze dediği mahalli jandarma timiydi. O yıllarda nahiyelerde (sonradan nahiyelerin adı belde olarak anıldı) nahiye müdürlerinin çok geniş yetkileri vardı. Cinayet gibi ağır suçlular yakalanıp vilayete gönderilir, diğer basit suçlarda (kavga, hırsızlık, arazi ihtilafları gibi) nahiye müdürlerinin hüküm verme yetkileri vardı. Nahiyedeki Hükümet konağında nahiye müdürü makamı ile bazen subay bazen de başçavuş rütbesindeki komutan emrinde yeterli sayıda jandarma eri bulunurdu. Askeri birlik vilayetlerde olduğu gibi idari makamın emrinde olurdu.
Aradan iki saat geçmesine rağmen şoförün gelmemiş olmasına babamın oldukça canı sıkılmış olmalı ki, önce kamyonun klaksonunu öttürdü, sonra gittiği evin kapısını tekme, yumruk dövünce nihayet gözünü ovalayarak evden çıktı şoför. Meğer orada uykuya dalmış. Babam, 'çocuklar soğukta üşürken sen gidip sıcak evde uyumaya utanmıyor musun?' diye söylendi. Nihayet yine kamyonumuz oflaya puflaya kâh toprak kâh stabilize yolda ilerlemeye başladı. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ki nihayet anneannemin Malatya’sının göründüğünü söyledi annem. O an gözlerime inanamadım, o ne…! Meğer gökteki yıldızların mekânı anneannemin Malatya’sı değil miymiş? Göklerde gördüğüm yıldızlar şimdi kamyonumuzun yolunun çok altındaki bir konumda sanki bize hoş geldiniz der gibi göz kırparak parlıyordu. O yıldızları bir an evvel yakından görebilmenin heyecanı ile çocuk yüreğim hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı.
İstasyon (İnönü) Caddesinden şehir merkezine doğru ilerlerken hayalimde canlandırdığım gökteki yıldızlar, yol boyunca sıralanmış ahşap direklerin ucunda sallanan, adına ampul denilen ışıklar değil miymiş? O güne kadar gördüğüm en parlak ışık huzmesi lüx lambası denilen, deposuna gazyağı doldurulup ucuna tül denilen bir tülbent bezi benzerinin takıldığı cam fanuslu bir aparattı. Bu lambaların gaz depolarını da direklerin içine saklamışlar zahir diye kurgu yapmıştım nahiyede yetişmiş çocuk aklımla.
Nahiyemizin toprak ve daracık yolları, devamlı akan sokak çeşmeleri, bağları, bahçeleri ile içinde oturduğumuz iki katlı avlulu, bir kenarında babamın bir çift Arap atının bulunduğu evimiz daha mı güzeldi ne? Böyle geniş yolları (!), modern binaları(!) bulunan; otomobiller, landonlar (paytonlar- faytonlar), parke taşlı yollarda takur tukur giden taş arabaları ile ne kadar ürkütücü büyük bir yerdi böyük anamın Malatya’sı (1950 yılı Malatya’sı).
Yeni (Teze) Caminin musalla taşı yanındaki sokaktan üst katında nikâh dairesinin bulunduğu Belediye İş Hanı’nın uzaktan görünüşü
Nahiyemizin en modern binası; kerpiç ama toprak dam yerine çatısı olan iki katlı hükümet konağıydı. Giriş katında jandarma erlerinin bulunduğu koğuş, üst katında nahiye müdürü olan babam ile jandarma komutanının karşılıklı odaları vardı. Bu konağın hemen yanında küçük bir bahçe içinde tek katlı ve tek sınıfı olan ilkokul bulunuyordu. Okulun tek öğretmeni ve müdürü Hamit isimli köy enstitüsü mezunu on parmağında on marifet olan bir eğitmendi. Okulun temelinden çatısına kadar tüm işçiliğini tek başına yapmış, köylülere modern tarımı tanıtan, mandolin, keman, bağlama çalmasını bilen bir eğitmen. (Aşağıdaki fotoğraf mezunlarını uğurlamakta olan Akçadağ Köy Enstitüsü'nden)
Şimdilerde düşünüyorum da dünyadan bihaber köy çocuklarını alıp böyle harikalar yaratan eğitim neferleri olarak yetiştirerek yurt kalkınması hizmetine odaklandıran köy enstitülerini kapattıranlar bu vatana en büyük ihaneti yapmışlardır.
Bugün Amerika, Avrupa derken tüm dünyanın STEM dedikleri eğitim sistemi köy enstitüleri sisteminin ta kendisidir. Yani dünya bizden 80 yıl sonra bu sistemi keşfedebildi ve uyguluyorlar. Okuryazar sınıfının artmasıyla etkinliklerinin azaldığını gören doğudaki köy ağaları 1950 yılında siyasi iktidara baskı yaparak bu sistemi kaldırttı. Bugün bile “okuyan, öğrenen sınıf arttıkça beni afakanlar basıyor”. Ve de “çocuk yaşta kızlarla evlenme yasaklandı diye depremler oluyor” diyebilen sözde profesör ünvanlı sapıklar var eğitim kurumlarımızda. Eğitim sistemimizi çağdaş düzene uyarlamadıkça ülkemizin kalkınması ütopik bir beklentiden öteye gidemez diye düşünüyorum.
Benim de henüz 4 yaşımda kayıtsız olarak devam ettiğim o köy okulunda o yaşımda okuyup yazmayı öğretmişti bana Hamit öğretmen. Ders yılı hitamında o tek sınıflı okula sahne yapıp kendi çaldığı kâh keman, kâh bağlama ile okul öğrencilerine türkü söylettiren, kendi yazdığı bir oyunu sahneye koyup öğrencilerine ve köy halkına tiyatro zevkini aşılayan bir eğitmenden bahsediyorum. O gün sahnede çoban kıyafeti ve yanık sesiyle “Liliyar” türküsünü okuyan bir çocuğun o yanık sesi hala hafızamda durur:
İreyhan eker misin liliyar Balınan şeker misin liliyar Dünyada ettiğini liliyar Ahrette çekerimsin de Lili de liliyar
(Türküyü Mahmut Tuncer'den dinlemek için aşağıdaki çubuğun başlat işaretini tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2020/03/Mahmut-Tuncer-Lili-Yar.mp3"][/audio]
Hamit öğretmen bana da öğrettiği bir şiiri sahnede okutmuştu o ders yılı sonundaki konserde;
Mini mini mektepli, terbiyeli edepli Gece gündüz çalışır, derslerini hazırlar Onu sever hocası, annesiyle babası Aferinler alıyor, oh ne memnun kalıyor.
****
Hey gidi günler, Malatya NATO Akaryakıt Tesisleri'nde görev yaptığım 18 yıllık sürenin son aylarında Darendeli olan Genel Müdürümüz Mehmet Gültekin’e Darende’ye bağlı Balaban nahiyesindeki Hamit öğretmenden bahsettiğimde, onu çok iyi tanıdığını, emekli olduktan sonra Malatya küçük sanayi çarşısında kendisine ait dükkânda mobilya ustalığı yaptığını ama birkaç ay önce vefat ettiğini öğrendim. Onu daha önce neden soruşturmadığıma, o müstesna eğitmenimin iki elini öpemeden onun için bir şeyler yapamadan vefatını öğrenmeme çokça üzülüp hayıflandım. Eğitime gönülden hizmet veren Hamit öğretmenler nur içinde uyusunlar inşallah.
****
Mülazım Kazancı, tüccar pazarı esnafının nazar boncuğu bir kimlikti.
O’nu özellikle yaz mevsimlerinde incik boncuk ve züccaciye malzemeleri satan dükkânının cam kenarındaki tezgâh arkasına konuşlandırdığı masasında otururken görürdünüz. Dükkânı Soykan Parkı önünden tüccar pazarına girerken sağ taraftaki pasaj girişinin hemen köşesinde iki basamakla çıkılan yüksekçe bir konumdaydı.
Mülazım Kazancı 60 yaşlarında top çehreli beyaz tenli, al yanaklı bir görünümdeydi. Oldukça seyrek olan ak saçları özellikle yaz mevsiminde oturduğu masanın arka tarafındaki rafa montelenmiş vantilatörün esintisiyle bir rakkase kıvraklığıyla adeta dans ederlerdi. İşin tuhaf tarafı sürekli bu vantilatörün etkisinde kalmanın onun sağlığına olumsuz bir etki yaptığını sanmıyorum. Çünkü evimin yolu üzerinde bulunan bu mekânın önünden günde birkaç kere geçtiğim olurdu ve her defasında o görüntünün devam ettiğini görürdüm.
Fotoğrafta, şimdiki Soykan Meydanı'ndan Teze Cami'nin görünüşü. Sol baştaki taş bina, Taş Mağaza..
Mülazım Dayı’nın aslen Bitlisli olduğunu ve Soykan Parkı'nın yan tarafındaki Kırk Ambar ticarethanesinin sahipleri olan Ercişli sülalesi gibi uzun yıllar önce Bitlis’ten ailece Malatya’ya gelip yerleştiklerini duymuştum. Zaten Mülazım Dayı tamamen Bitlis aksanı ile konuşurdu.
1960’lı yıllarda bırakın köy veya nahiyeleri ilçelerde bile elektrik yoktu. Bu nedenle idare lambası ve bu lambaların şişelerini de Mülazım Kazancı'nın dükkânında bulmak mümkündü. Bir gün vatandaşın birisi iki adet lamba şişesi alarak Eskimalatya yakınındaki köyüne gider, aldığı lamba şişelerini eşine teslim eder. Şişeleri inceleyen evin hanımı her iki şişenin ucundan lambaya monte edilen ağız kısmına kadar dikine çizgiyi görünce ağzına geleni sayar “-bu çatlak şişeleri alırken niye dikkat etmedin” diye çıkışır kocasına. Adamcağız çaresiz tekrar yola koyulur ve nefes nefese vardığı Mülazım Dayı'nın dükkânına kızgın bir ses tonuyla bu çatlak lamba şişelerini niçin verdiğini sorar. Şişeleri inceleyen Mülazım dayı o çok tatlı şivesiyle;
“-Evlaadiim, bo çıtlak değildir, şişenin damaridir damariii” der ve tezgâhtarlardan birine diğer şişeleri getirmesini söyler. Bir ipe bağlı 4 adet lambalar getirilince zavallı vatandaş görür ki her lamba şişesinde o çizgi mevcuttur. Çünkü henüz mevcut cam sanayimiz o şişeleri Mülazım Dayının tanımlamasıyla damarsız (!) imal etme teknolojisine sahip değildir.
O yıllarda tüccar pazarı ile Arasa arasındaki yol üzerinde bulunan ve Malatya’nın sebze hali konumundaki kanerede, Malatya’da yetiştirilen sebze ve meyve haricinde bir meyve veya sebze bulmak mümkün değildi. Zaten oradan geçenler manavların 'balcan, biber, tamateees' nidalarından başka bir sebze ismi de duyamazlardı. Meyve çeşitleri de sınırlıydı. Mersin’den gelen narenciye çeşitlerini saymazsak kayısı, elma, armut ve tüylü, tüysüz şeftaliler vs.
Bir gün ege tarafından gelen birisi getirdiği yaş incirden arkadaşlarına ikram eder. Bu meyveyi ilk defa gören birisi bir inciri ikiye ayırıp parçaları koparmadan tepkisini anlamak için Mülazım Dayı'ya götürüp;
“– Dayı bu nedir acaba bilemedik” der. Mülazım Dayı masasının üzerine koyduğu inciri gözlüğünü de takarak evirip çevirdikten sonra;
“– Vallah yigan, bana sorar isen bu bir guştur lakin darı yemiş ölmüştür” der.
Böylesine saf ve tertemiz yürekli naif insanlar diyarıydı Malatya.
*****
1960’lı yılların başlarında tüm yurtta olduğu gibi Malatya’da da bir naylon eşya furyası esmeye başladı. Hemen her eşyanın naylon versiyonu orijinalinden daha çok kıymetli ve pahalıydı. Örneğin bir merserize erkek çorap çifti en çok 3 TL iken naylon çorap mübalağasız 10 TL. İdi. Satıcılar bu çorapların ömürlük olduğunu söyleyerek pazarladıklarından alıcıları da oldukça çoktu. Sadece çorap mı, naylon gömlek, naylon kravat, 4-12 yaş arası naylon çocuk ayakkabısı, naylon tarak, naylon masa örtüsü. Velhasıl akla gelen birçok eşyanın naylonunu kullanmak sanki bir ayrıcalıktı. Nitekim o yıllarda derlenen “Benim naylon tarağım var, görmeye gelin” türküsü 1980’li yılların başlarında İbrahim Tatlıses’in yorumuyla 45 devirli plaklarda dinlenir oldu.
(Türküyü İbrahim Tatlıses'ten dinlemek için aşağıdaki çubuğun başlat işaretini tıklayınız)
[audio mp3="http://malatyahaber.com/wp-content/uploads/2020/03/Benim-Naylon-Tarağım-Var-İbrahim-Tatlıses.mp3"][/audio]
Malatya’da Ziraat Bankası Merkez Şubesi bitişiğinde Keban Turizm isimli otobüs yazıhanesini işleten, o devirde giyim ve kuşamı ile olduğu kadar yaşam biçimi olarak da birçok kişi tarafından tanınan ve popüler olan Kemal Şişmanoğlu, isimli şahıs turist olarak gittiği Beyrut’tan aldığı naylon gömleği, yaz-kış başından hiç çıkarmadığı fötr şapkası ile birlikte sürekli giyindiği için ismi “Naylon Kemal” olarak anılır olmuştu. Ama o bu sıfattan hiç memnun olmadığı için Malatya’yı terk edip Bodrum Türkbükü semtinde bir otel yaptırarak oraya yerleşti. Ama bu unvan tanıdıkları vasıtasıyla oraya da taşınmıştı. Aslında bu sıfat ona giydiği naylon gömlek nedeniyle takılmasına rağmen “Naylon” sıfatı genelde kaypak, yanardöner, sözünde durmayan kişiler için kullanılan bir sözcük olarak algılandığından rahatsız oluyordu. Ama yaşam biçim ile olduğu kadar Mıh Osman kadar olmasa da abartılı konuşmaları ile de tanınıyordu Şişmanoğlu.
Naylon Kemal bir gün eşi ile birlikte yakın dostu rahmetli Adnan Kantarcı’nın evine misafirliğe gider. Kemal Şişmanoğlu sohbet sırasında Hollanda gezisinden yeni döndüğünü ve oradan bin dolara bir çift ayakkabı aldığını ve o ayakkabı ile geldiğini söyleyince Adnan Kantarcı hemen eşine dönüp; “Hanım şu ayakkabıyı hemen içeri al ne olur ne olmaz.” der, daha sonra odadan çıkıp bir süre sonra döndüğünde Naylon Kemal “nereye kayboldun gardaş” deyince Adnan Kantarcı ağabey; “Ağa, hayatımda heç bin dolarlık ayakkabı görmedim de gidip onu seyreyledim” diye espriyi patlatır. Bunu bir dost meclisinde rahmetli Adnan Kantarcı ağabeyin kendisinden dinlemiştim.
Herşeyin naylonu olur da kabadayının naylonu olmaz mı? Bizim bir de “Naylon” ünvanlı bir kabadayımız vardı: Naylon Turan ya da Malatya'ca söylersek 'Laylon Duran'. (Yandaki fotoğrafta sağ baştaki Naylon Turan, sol baştaki ise Hürriyet Parkı işletmecisi Zaza Cemil)
Yüzünün muhtelif yerlerinde bıçak çizikleriyle, sivri burun, yumurta topuklu ayakkabısıyla, sekiz köşeli kasketi ve belinde beyaz şal kuşak ve yeleği ile ve de ayakkabısının arkasını yatırıp kostak kostak yürüyüşüyle tanınan bir kabadayıydı. Argo tabirle onun racon kestiği yerler, eski PTT Caddesi, şimdiki Şemsiye Sokakta bulunan PTT binasından Yeni Cami'ye giderken sol taraftaki Akçadağ Garajının içine veya İnönü parkı içinde bir köşeye konuşlanıp çadır kuran halkacılar, yine bu tür yerlerde çadır kuran sihirbaz, cambazlar, pavyoncular v.s idi.
Bir kış günü gece yarısı Kanalboyu'nun stadyum tarafında meslek lisesinin karşı kaldırımında yüzü gözü yara bere içinde baygın bir vatandaş yerde yatmaktadır. Mevsim kış. Ocak ayının ortaları hava soğuk ve her yer karla kaplıdır. Yerde yatan baygın şahsı gören Naylon Turan baygın şahsın elini, kolunu çekiştirip; “Arhadaş uyan donacaksın” diye seslenmektedir ama nafile, şahıs baygın haldedir. O sırada oradan geçen bir delikanlı yanaşır ve
“–Ağabek ne olmuş bu adama” deyince Naylon Turan;
“–Ben dögdüm” der. Delikanlı Naylon Turan’ı tanımamaktadır
“–Ağabek yazıh değil mi bah adamı hastahaneye kaldırmazsah burada ölür, derken o sırada dağılan sinemadan çıkıp güle oynaya evlerine gitmekte olan bir grup genç onları görür ve yerde yatan adam için ne olmuş bu adama deyince diğer genç;
“–Bu ağabek döğmüş” diye yanıtlar. Son gelen gruptan birisi;
“– Ağabek niye böyle döğdün suçu neydi?
“– Dögdüm işte.. “
O sırada Stat Karakolundan devriye çıkan bir polis cipi kalabalığı görünce durup; “-Ne oluyor burada”
diye sorarlar. yerde baygın yatan adamı görünce de daha sormadan gruptan birisi;
“–Bu ağabek döğmüş”
deyince polis memurunun birisi 'sen mi dövdün?' diye sorar. Naylon Turan;
“-He ya ben dögdüm”
deyince ambulans (cankurtaran) çağırılır, yaralı ve baygın şahıs hastaneye kaldırılırken Naylon Turan’ın koluna kelepçe takılıp karakola götürülür.
O devirde herhangi bir suçtan (hırsızlık, haraç, darp, kumar, gasp, sarhoşluk, icrai rezalet vs) karakollardan birinin nezarethanesine atılan suçluya her nöbet değişiminde yeni gelen nöbetçi polis ekibi sıra dayağından geçirirdi. Yaralı şahıs ancak üç gün sonra kendine gelip ifade verebildiğinden günde 3’er vardiya sıra dayağından geçirilir bizim Naylon Turan da, 'hazır dövülmüş' olarak bulduğu adam yüzünden.
“–Oğlum niye dövdün adamı, sana ne yaptı”
dediklerinde her seferinde;
“–Dögdüm işte, sebebi yoh” diye cevap verdikçe
“-Sen misin ulan” diye pata küte girişmişler.
Üçüncü gün yaralı şahıs kendine geldiğinde yüzleştirme amacıyla polis refakatinde nezarethaneden alınarak hastaneye getirilen Naylon Turan’ı (Yandaki fotoğrafta Naylon Turan, Abdi İpekçi cinayetinin faili Mehmet Ali Ağca ile, İpekçi cinayetinden birkaç yıl önce Malatya Cezaevi'nde) gören şahıs bunu tanımadığını söyleyip kendisini sopalarla döven üç kişinin isimlerini verir.
Polisler Naylon Turan’a;
“-Sen dövmediğin halde niçin ben dövdüm diyerek boşu boşuna nezarette kalıp sopa yedin, ya şahıs ölseydi nasıl kurtulurdun?” diye çıkışınca Naylon Turan;
“- Gomser beg, namım söylensin diye bir sefer ağzımdan dögdüm diye laf çıhtı, lafımı mı yiyeydim yani.” diye cevap verir. Orada bulunanlar gülsünler mi, üzülsünler mi şaşırırlar bizim Naylon Turan'a.
Naylon Turan işlediği bir suçtan dolayı Malatya Cezaevi'ne (şimdiki Öğretmen Evi'nin yerindeydi) girer. Mevsim kıştır. Orada aynı koğuşta bulunan ve tanıdığı olan şoför Cingenlikli Kadir’e rastlar. Cezaevi idaresinin koyduğu kural gereği koğuşlarda bulunan sobalarda yakılacak odunu sıra ile mahpuslar kırıp, taşımaktadır. Naylon Turan’ın dışarıda iken yaptıklarına karşın elinden birşey gelmeyen Cingenlikli Kadir (yandaki fotoğrafta) hayfini (intikamını) alma zamanı geldiğini düşünerek;
“–Bah gardaş, bu gardiyanlar yuddurdukları mapislere (mahpuslara) odun gırdırıyılar, rest çekip itiraz edenlere dohanmıylar. Sen Malatya çocuğusun, namlı gabadayısın. Oduna gönderirlerse getme, bir kere odun gırmaya gidersen ağırlığın, namın silinir, ayağaltı olursun" diye fısıldar.
İki gün sonra bir gardiyan, başka mahkûmun ismiyle birlikte Naylon Turan'ın da adı-soyadını bağırır:
“Haydi, odun kırmaya”.
Kahramanımız okkalı bir küfür savurarak;
“-Gelmiyim, başkasını eletin (götürün).”
diye bağırır. Gardiyan şaşırır, ama üstelemez. Onun üzerine ismen çağırılan başka bir mahkûm gider odun kırmaya, taşımaya.
Birkaç saat sonra bir gardiyan yeniden gelir koğuşa ve seslenir.
“ -Turan.... ziyaretçin vaaar”
Bağdaş kurduğu ranzadan ağır aksak inen Naylon Turan, kostak yürüyüşlerle koğuş kapısından çıkıp gider. Aradan 1 saate yakın bir zaman geçtikten sonra koğuşun kapısı açılır, 4 gardiyanın taşıdığı Naylon Turan, dayaktan pestile dönmüş bir halde, koğuşun ortasına bırakılır.
İnlemekte olan Turan, bir yandan da gardiyanlara aman dileyen gözlerle bakar ve teslimiyetini ilan eder:
-“ Tamam, ağalar odunun hepsini ben gıracam ben daşıyacam…”
Naylon Turan, sonra da Cingenlikli Kadir'e döner:
-“Gadiiir Gadir.. Ula Gadir, ben senin ananı.. ”
Naylon Turan’ın evi Kırçuval Mahallesi'nin Azizler sokağında Asefler lakaplı ailenin evlerinin hemen yanındaydı. Ailece aslen Elâzığ’ın Palu ilçesinden olup ailesi uzun yıllar önce Malatya’ya gelip yerleşmişti. Konu açılmışken “Asefler” lakaplı aileden de bahsedelim;
Aseflerin Dursun (Dursun Özerol) 1960-1975 yılları arasında uzun yıllar Belediyen nikâh memurluğu yapmış, şık giyinen, saygın bir kişiliğe sahipti. O semtte söylenen bir dedikoduya göre kocasıyla kavga eden bir kadın iki gözü iki çeşme ağlayarak kocasına Malatya şivesi ile
-“ Ben genç gızken âlem üzerime gırrım, gırrım oluydu, Aseflerin Dursun bile beni istedi de varmadım, sana vardım” (Birçok erkek benimle evlenebilmek için olağanüstü çaba gösteriyordu anlamında) rivayeti gençlerin ağzında gülerek söyledikleri bir tekerleme haline gelmişti. Bu tekerleme bile Dursun Özerol’un halk arasında nasıl özel ve önemli bir kimlik sayıldığını izah etmeye yeter sanırım.
Dursun Özerol (üstteki fotoğrafta, dayımın oğlu Mustafa Nebioğlu'nun, benim de katıldığım nikah töreninde nikahı kıyan memur), ayni zamanda rahmetli Hamit Fendoğlu’nun da eniştesiydi. Ama iki ailenin miras davası nedeniyle aralarının açık olduğu söyleniyordu. Bir gün işyerinden çıkıp evine giderken Dışbudak sokağında pusu kurup aniden önüne çıkarak ellerinde sopalarla saldıran iki kişi zavallı Dursun Özerol’u sopalarla komaya sokacak kadar dövdüklerini duymuştum. Hangi sebeple saldırdıkları anlaşılamayan failler yakalanamamıştı.
Sağlığımız müsaade eder, elimiz kalem tutarsa bir başka ARASA yazısında buluşmak dileği ile.. Tüm okurlarıma sevgi ve muhabbetle.
FOTOĞRAF: Aşağıdaki fotoğrafta görülen eski PTT Caddesi, Şimdiki Şemsiye sokakta bulunan sıralı betonarme binaların ilk sahiplerinden dinlediğim hikâyesi şöyle; Bu binalar Malatya’nın ilk betonarme binalarıdır. 1934 yılında Yusuf Tortum tarafından yaptırılmıştır. Fotoğraf 1940’lı yılların sonlarında çekilmiştir. Binanın önündeki bayrak direğinden de anlaşılacağı üzere ilk olarak PTT binası olarak kullanılmıştır. Şimdiki PTT binasının inşasına 1946 da radyoevi binası olarak kullanılmak üzere başlanılmıştır. Hatta eski lambalı radyoların çoğunun kadranında <Malatya> ismi yazılıdır. Binanın mimari tasarımı İstanbul Harbiye semtindeki İstanbul Radyoevi binasının bir benzeridir. Ancak bina inşası tamamlandığı 1950 yılında Demokrat parti iktidara gelince CHP nin kalesi olarak nitelendirilen Malatya’ya yapılması planlanan radyo istasyonu siyaseten iptal edilerek Erzurum’a yapılmıştır. Bunun üzerine bu bina PTT hizmetlerine tahsis edilmiştir. Yusuf Tortum tarafından yapılan bina ise vefatından sonra kızları Havva (Bilgiç), Münevver (Tosun) ve Saadet (Erenler) tarafından pay edildikten sonra sırası ile “Çiçek Palas”, “Merkez Oteli” ve “Mercan Oteli” isimleri ile otel, Tosunoğlu ismi ile lokanta ve kahvehane olarak kullanılmıştır.