ARASA XIII- Malatya'dan İki Başarı Dört Mugalata Öyküsü
Ertaç ÖNAL
ertaconal@mynet.com
Bir zamanlar hep toprağına yüz süresim gelirdi Malatya’mın. Her semtinin ayrı bir özelliği, güzelliği vardı. Orada yaşayan ahalisi de öyle. Çoğunlukla herkes birbirini tanır, çarşı, pazarda değişik bir sima görüldüğünde, “ bu adam garip” diye ilgi gösterilir, olduğunca yardım edilirdi.
Geriye dönüp baktığımda siyasetçilerin de esnafların da, öğrencilerin de, öğretmenlerin de, sanatçıların da velhasıl delilerin de, akıllıların da ayrı bir güzelliği ve alametifarikası vardı Malatya’nın. 6 Şubat 2022’de vuku bulan asrın felaketi sonrası anılarımızdaki Malatya ve Malatya ahalisi kalmadığı gibi Çevre Bakanlığınca yeniden yapılandırılan şehir imarı felaketin tuzu, biberi oldu maalesef.
Yazmakta olduğum kitabın son çalışmaları ile uğraştığım için uzunca bir süre malatyahaber.com adresinde sizlerle buluşamadık. Ankara’daki bir araya geldiğimiz sevgili İsmet Yalvaç bu konuda sitemde bulununca bu satırlarda sizlerle buluşmalıyım diye düşündüm.
Malatya’dan İki Başarı, Dört Mugalata Öyküsü
1) Servet Aykan
Malatya Orduzu semtinde doğdu. Bağda bahçede kendi halinde büyüdü. O yıllarda (1945- 1950) kenar semlerde yetişen çocuklara çoğunlukla çiş yapma eğitimi verilmediği için okul çağına gelinceye kadar erkek çocukların giysileri entari ve bir çift lastik pabuçtan ibaretti. Çoğunlukla külot da giydirilmezdi. Çişi gelen çocuk bağın, bahçenin bir köşesinde eteğini kaldırıp çiş ihtiyacını giderirdi.
Bu satırların yazarı olan ve babamın görevi gereği 06 yaşıma kadar nahiyede büyüyen benim gibi, Servet Aykan’ın çocukluk yılları da farklı değildi.
1950’li yıllarda devlet hastanelerinden başka sağlık ocağı gibi sağlık kurumları yoktu, fakat belediyelerde istihdam edilen sağlık görevlileri vardı. Bir pratisyen hekim nadiren bulunur (Malatya’nın tanınmış hekimlerinden “Deli Fikret” takma adıyla anılan ve çok sevilen Dr. Fikret Sayman da uzunca bir süre belediye hekimliği yapmıştı.) ama iğne yapan, yaralara pansuman yapan sağlık memurları yanında bir de kol, bacak kırıklarına müdahale eden bir “sınıkçı” (kırık, çıkık, kemikleri bağlayıp sağaltan kimse) bulunurdu. Bunlar kırık kol ve bacağın kırık yerini el yordamı ile bulurlar, alçı bulunmadığından düz tahtaları kalınca bir bez ile sarıp hastanın yaşı sayısı kadar bu sargıların çözülmemesini salık verirlerdi.
İşte o yıllarda bırakın uzman hekimi pratisyen doktor bile parmakla gösterilirdi. Pratisyen Hekim Dr. Abdulkadir Sungur bu sayılı hekimlerden biriydi. Bu hekimlere ulaşmak zor olduğundan halk arasında “kocakarı ilaçları” tabir edilen hemen her hastalığa birer ot, sebze, meyve ile ilaç üretenler revaçta idi. Örneğin, saç kıran, sakal kıran gibi cilt hastalıklarını iyileştiren “formülü” Kışla Caddesindeki “İltifat Berberi” ünvanlı berber salonunu işleten Sait Van bulmuştu. Formülünü sır gibi sakladığı ilaç ile iki gün içinde hastalığı durdurup tedavi etmekle ün salmıştı. İşin enteresanı bu hizmet için para almaz, bir hayır duaya fit olurdu. Nitekim 1950’li yılların başlarında ben henüz 7-8 yaşlarımda iken çok şiddetli bir kulak ağrısı ile adeta yerleri tırmalayıp ağlarken, annemin çağırmasıyla evimize gelen Ermeni komşumuz Pepron Hanım, hemen küçük bir baş soğanı soyup cezvede kaynatarak haşladıktan sonra iki parçaya bölüp bir tülbente sarıp ağrıyan kulağıma tutunca kulak ağrım anında geçmişti.
İşte o zamanın hal ve ahvali böyle iken küçük Servet’in annesi kocasına Servet’in böyle bağ ve bahçelerde çiş yapmasını tedavi için Belediyenin sağlık biriminde çalışan sınıkçı Şakir efendiye götürmesini söyleyince; “ Sen ne diyon hatun, Şakir efendi çiş işlerine değil, kol, bacak kırığına bakıyor.” der.
Servet’in babası, amcası, ağabeyi ağaç işlerinde devrin usta birer sanatçılarıdır. Gerek ağaç işlerinde gerekse, sair konularda aileden gelme yetenek ile yaratıcılık ruhuna sahip Servet 17 yaşlarında iken bulunduğu köy ortamı kendisini tatmin etmediği için evi terk ederek posta treni ile Adana’ya kaçar. Orada bir süre bir ekmek fırınında çalıştıktan sonra biriktirdiği para ile İstanbul’a gider.
İstanbul’da okey oyun tahtası ve taşları imal eden bir atölyede iş bulur. Kısa sürede işin inceliklerini kavrar ve bir plastik imalathanesinde kendi yaptığı kalıplarla plastik okey tahtası ve plastik okey taşları imal eder. “Hedef Okey” markası ve bir sermaye ortağı ile yaptığı imalat çok tutulur. Bu işten kazandığı para ile gayri faal bir plastik imalathanesini satın alır. Servet Aykan’da genetik bir sanatçı becerisi vardır; kendi yaptığı kalıplarla Türkiye’de ilk defa plastik masa, sandalye ve tabure imalatı yapar ve kusursuz olduğu için yurt içinde geniş bir bayi ağı kurar. Bu imalatlar ile önemli miktarda paralar kazanır.
Servet Aykan (yandaki fotoğrafta) müthiş beceri ve zekâsı ile hep yenilik arayışı içindedir ve hobi olarak kaporta dâhil tüm parçalarını kendisinin imal ettiği ve su motoru ile çalışan küçük bir taksi imal eder. Su motoru ile çalışan bu mini taksi ulusal basında oldukça yankı bulur ve Günaydın Gazetesi’nin tüm masraflar gazeteye ait olmak üzere bu mini taksi ile Türkiye seyahatine çıkması teklifini kabul eder. Ama gazete yöneticileri sözlerinde durmayınca bu seyahate İzmir’de son vererek İstanbul’a döner.
Servet Aykan, yeni gelişmekte olan İstanbul Gürpınar semtinde 7.000 metrekarelik bir arsa satın alır ve bu araziye herkesin imrenerek baktığı iki büyük düğün salonu ve iki adet şömineli özel toplantı salonu ile tamamen nostaljik mefruşatlı, Malatya’ya özel yerel giysili mankenler ile döşetir. Bunlarla yetinmez. 4 metre çapında özel dövme bakırdan mamul siniyi Diyarbakır’dan getirir. 4 bin metrekarelik bahçede kafes içinde şempanzeler, timsahlar gibi canlı, ilgi çekici hayvanlar sergiler; şelaleler, gölcükler ve bu göllerde yüzen ördekler ile eşi, benzeri olmayan bir ortam kurar. Bunlarla da kalmayarak bahçesinin bir köşesine Ankara’daki döner kule restoranın bir benzerini yapar ama bir farkla; Ankara Atakule döner restoran 60 kişilik iken Servet Aykan’ın döner kule restorandı 250 kişiliktir; bu kulenin sütununda isteyen müşterilerin konaklayabileceği her katında 5 yıldız konseptinde toplam 7 adet otel odası mevcuttur. Aykan, bahçesinin kalan bölümüne de tam teşekküllü olimpik bir yüzme havuzu kondurur.
Böylesine geniş bir ufka sahip olan Servet Aykan birkaç yıl bu tesisleri tek başına çalıştırdıktan sonra yaşlanmasının, yalnız kalmasının ve çalışanlarının ihaneti nedeniyle tüm bu tesisleri yok pahasına, adeta sadece arsa değerine sattıktan sonra yaşam biçimini değiştirmeyi yeğler.
Malatya’dan sıfır imkânla ayrılıp ultra zengin olmayı başaran, çok yönlü bir ufku ve sanat becerisi olan bu hemşerimizin şu günlerde yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle kendisine şifalar diliyoruz.
2) Adıyamanlı Cahit ve Bakkal Atom
1975’li yıllarda Turan Emeksiz caddesinin (günümüzün Emeksiz Caddesi) başlarında Turan Lokantası diye içkili bir lokanta vardı. Soğuk ve karlı bir kış günü, vakit gece yarısına yakın. Caddede aralıklarla geçen vasıtalardan başka kimsecikler yok.
Kahvehaneden çıkıp evine gitmekte olan Cahit Özyavuz (merhum lokantacı Adıyamanlı Hacı Dayı’nın oğlu) caddenin sol başında Sıhhat Eczanesi ile onun bitişiğinde de gece yarısına kadar açık olan, içki, sigara ve kuru yemiş satan Bakkal Atom’un dükkânının önünden geçerken bu Turan Lokantasından çıkan alkollü bir şahsın caddenin ıssızlığından cesaret bularak şöyle nara attığını duyar:
-Heyyyyytttt, var mı ulan bana yan bakan”
Zat bu narayı ikinci kez tekrarlayınca Cahit Özyavuz (yandaki fotoğrafta) köşedeki pastaneyi kendisine siper ederek bağıran şahsa doğru yüksek sesle
- vaarr ulaaannn…
diye bağırıyor
- Kimm ulann?
diye cevap gecikmiyor.
-Bakkal Atooom ulaaannn
Alkollü şahıs karla kaplı caddede düşe kalka koşup dükkânını kapatmaya hazırlanan Bakkal Atom’un dükkânına dalarak
-“ Vayyyy Atommm sen mi kaldın ulan bana yan bakacak” diye tekme yumruk dalarken ne olduğunu şaşıran Atom da eline ne geçirise hasmına savuruyor. Tabi ortalık toz duman. Her ikisinde de kafa göz yaralı. Tam o sırada oradan devriye olarak geçmekte olan polis timini Cahit Özyavuz “kavga var” diyerek olay yerine yönlendiriyor. Her ikisi de önce hastaneye sonra karakola götürülüyor ama birbirlerinden şikâyetçi olmasalar da kavganın neden başladığını ikisi de hatırlayamıyorlar.
Bakkal Atom’dan söz açılmışken biraz da ondan bahsedelim; Aslen Elazığ Palulu olan “Onbaşı” lakaplı Emniyet Lokantası işletmecisi Aziz Karakaya gibi küçük yaşta Malatya’ya gelip yerleşerek iş kurup ekmek paralarını kazanmaya çalışırlar. Atom zor şartlarda para kazandığı için oldukça cimridir. Babası gelse veresiye ne içki ne de bir paket sigara verir kimseye. Sadece emniyet görevlileri bu kıstasın dışındadır. Ama bu zaafını bilmedikleri için o meslekten kimse de gelip borç olarak bir şey istemez ondan.
Bir zamanlar Merkez Karakolu Turan Emeksiz Caddesinin cadde üzerindeki alt tarafındaki köşede İnönü caddesine cepheli, Kız Enstitüsü’ nün karşı köşesindeki bir binada hizmet veriyordu. O karakolda görev yapan yine Elazığ Palulu yani Atom’un hemşerisi ve köylüsü olan bir komiser arkadaşlarının da teşviki ile bir akşam polis memurunu göndererek Atom’u karakola getirtir. Komiser sert bakışlarla Atom’u süzerken komiserin yanındaki iki arkadaşı da numaradan el pençe divan ayakta beklemektedir.
Bundan sonrasını bir konser için Malatya’da bulunan aile dostum İzzet Altınmeşe ile Bakkal Atom’un (yandaki fotoğrafta) iki dükkân üstündeki Sınger dişik makinaları mağazasında çay sohbetimize, sanatçıyı görüp gelerek katılan Atom’un kekeme dilinden dinleyelim:
“Ağa, polesler gelip gomiser seni çağırdı deyince ben de elim boş getmeyem diye bir paket leblebiyi alıp tükanı da eğreti gapatıp polesinen birabar garagola gettim. Ama her daim ahbaplıh ettiğim gomiser sert, sert bana bahıp elimdeki paketi gösterip “goy ulan onu cebine” deyişin bunda bir iş var deyi benim dizlerim titremeye başladı. Odadaki diğer tanıdıhlara bahtım, onlar da zopa yemişler gibi el pençe ayahda duruylar.
Gomiser ayağa galhıp “çöz ulan kemerini, endir pantolonunu” dedi. herhal üst araması yapacahlar deyi hemen dediğini yaptım. Arhanı dön külotunu da endir dedi. İçimden eyvah dedim bu yaşta bu da mı başıma gelecekti diye korhdum ama ayahta duran adamların varlığı beni rahatlattı. Niye dersen onların yanında bir şey yapamaz diye düşündüm. Neyse ağama söyleyem, bahdım kaleminen kaba etime yazı yazıyı. Donunu da pantolonunu da çek defol get dedi. Haman dediğini yapıp goşarah tükana gettim. Gettim ama içim içime sığmıyı. Acıh bekleyip pantoloncu Fikri’yi acele gel diye çağırdım. O gelince tükanın arhasına geçip olanları anlattım. Hele bah ne yazmış arkama dedim. Fikri bahınca başladı gülmeye, mabadımda “Gomiser Zeki” yazıyı, altında da imzası var. Sahın ola yıhanmayasın, bu adam delinin teki, ne yapacağı belli olmaz arada bir çağırıp gontrol edebilir dedi. Bunu niye yaptığını bir türlü ahlım almadı.
Gorhumdan üç, dört gün yıhanmadım. Beşinci gün Gomiserin yanına gedip ağa ben hamama gidebilir miyim diye sordum. Pel pel yüzüme bahdı, “Bana ne ulan senin hamamından” dedi. Yani yazı silinirse gızar mısın diye sorunca, “Ne yazısı ulan gafayı mı yedin” deyince anladım ki bu yazdığıynan imzasını unutmuş. Haman gaçtım oradan.”
Bunu dinleyen İzzet Altınmeşe dâhil oradaki herkes gülme krizine tutuldu.
3) Arasa’daki Fidan, İstanbul Silivri’de Ulu Bir Çınar Oldu
Kahramanımızın Arasa macerası henüz 5-6 yaşlarında iken babasına sefer tasıyla yemek getirmekle başlar.
Arasa atmosferinin büyülü havası öylesine etkiler ki onu çipil gözleri ile meydanda yığılı hububatı çöp ve taşlardan ayıklayan tepirci Horey Bacıyı, uçurduğu güvercinlerine takla attırmaktan büyük zevk alan “Afo’nun oğlu” lakaplı komşu dükkân sahibini, eşeklerine çuval yüklemekte olan eşekli taşıyıcıları, “ Aha beylee teze çaylarrrr geldi, çaylarrrr” diye bağırarak elindeki dolu çay tepsisi ile ortalıkta dolanan çaycı Ahmedoş’u şaşkınlıkla izlemeye doyamaz. Her gün ayni hengâme sürer gider.
Oğuz Tuncay (fotoğrafta soldan 2.), Arasanın en baştaki zahire dükkânı sahibi Battal Tuncay’ın en küçük oğludur. En büyük ağabeyi benim de çocukluk ve gençlik arkadaşım Celal, bir yandan ticaret lisesindeki öğrenimine devam ederken Arasa’da da babasının en büyük yardımcısıdır. Rahmetli Vural ve Halil ağabeyleri nadiren arasaya gelmektedirler ama zahire ticareti Oğuz’un belleğine burada yerleşir.
Henüz 10 yaşında iken ağabeyi Celal ile birlikte zahire dükkânını babasından devralıp Arasa’nın tek kantarını dükkânlarının önüne yerleştirterek, Arasada satılan tüm zahireleri kantarda tartıp kendilerine ait “haral torbalara” yükleme işini yapar. Küçük yaşta Arasa’nın tek yediemini olmayı üstlenir. Bunları anlatmaktan maksadımız kişiyi övmek değil tabi ki, “ağaç yaşken eğilir” atasözünün teyidi mahiyetindedir. O yaşlarda ticaretin inceliklerini kapan küçük Oğuz’un ağabeyi Celal’in kooperatif kurarak işletmeye açtığı un fabrikasında fabrika işletme ve yönetimini de kapmıştır.
Babaları Battal Tuncay’ın vefatı neticesi Tuncay kardeşler Malatya’daki işleri tasfiye ederek fabrika ve zahire ticaretini Adana’ya taşırlar. Burada ticaret dalında iyice pişen Oğuz, Ankara Gölbaşı’nda atıl vaziyetteki bir un fabrikasını kiralayarak kısa zamanda Ankara, İstanbul pazarlarına un satar ve Avrupa’ya un ihracatına başlar. Un ihracatında Türkiye’de ilk 10’un içindedir. Bu başarı da tatmin etmez onu, işini İstanbul’a nakleder. 1993 yılında Silivri sanayi bölgesinde aldığı arsaya un fabrikası kurar, burada un ihracatında Türkiye şampiyonu olur.
Daha sonra lisanslı depoculuk işini üstlenen Oğuz Tuncay %100 devlet garantili, Şikago borsasına paralel olarak alım, satımın garanti altına alındığı uluslararası zahire borsasının lideri olur.
Bugün yetişkin çocuklarıyla birlikte 50 bin ton kapasiteli modern depoları işletmeyi ve zahire borsasının liderliğini sürdüren Oğuz Tuncay, yardımseverliği ve tevazuu ile çevresinde son derece sevgi ve saygı gören bir isimdir.
Evet, Arasa’da yetişen Oğuz Tuncay’ın kızı Nazlı ve oğlu Oğulcan’ın da işlere uyumu ve destekleri ile nasıl ulu bir çınar olduğunu burada özetle anlatmaya çalıştık.
4) Naylon Kemal
Bu lakap, Kemal Şişmanoğlu’na 1960’lı yılların başlarında naylon eşya kullanmanın moda olduğu hatta bir ayrıcalık olarak görüldüğü yıllarda yaz, kış giydiği naylon gömlek nedeniyle uygun görülmüş olmalı. Öyle ki, naylon çorap, naylon kravat, naylon tarak hatta naylon mendil bile bir ayrıcalık göstergesiydi.
Kemal Şişmanoğlu, namı diğer Naylon Kemal, Ziraat Bankası Merkez şubesi bitişiğindeki Keban Otobüs işletmesi sahibiydi. Sonraları Bodrum Türkbükü mevkiinde beş yıldızlı bir otobüs işletmesinin sahibi oldu.
Naylon Kemal’in bir özelliği olayları inanılmaz derecede mübalağalı anlatmasıydı. Arkadaşları biraz gülüp neşelenebilmek için ortaya bir konu atıp, o konuda Naylon Kemal’in bir anısını anlatması için tabir caiz ise “zarf “ atarlardı.
Yine bir dost meclisinde konu avcılıktan açılmıştı. Orada bulunanlar birer ikişer avcılık maceralarını, başlarından geçen ilginç olayları biraz abartarak anlattılar. Sözü alan Naylon Kemal anlatmaya başladı:
-Bir gün Teyfur’nan (Tayfur, harçlık vererek sürekli yanında gezdirdiği her dediği abartıyı onaylayıp doğrulayan bir adamı) Hekimhan Yama Dağına dağ keçisi avlamaya gettik, 500 mt. ilerde iki gayanın arasında bir geyiğin gafası göründü. Nişan alıp tetiğe bastım, mermi geyiğin sol gözünden girip gafasını deldi, arhasındaki kayaya çarptıhtan sonra yine gafasının arhasından girip sağ gözünden çıhtı.
Orada bulunanlar kahkahayı basınca.
-Ne gülüysünüz olm. Aha Teyfur’a sorun. Eyle olmadımı ula Teyfur?
Tayfur sahte noterlik görevini yerine getirip:
-“He ağa. Aynen dediğin gibi olmuştu” diye tasdikler.
Yine bir gün Naylon Kemal eşi ile birlikte arkadaşı Adnan Kantarcı’nın evine akşam yemeği davetine gider. sofrada yemek yerlerken gittiği İsviçre seyahatinden, oradaki tabiat güzelliğinden ve mağazalardaki pahalı ama kaliteli giysilerden bahseder ve bin ABD dolarına bir çift ayakkabı aldığını söyler. Bunu duyan Kantarcı ağabey hemen sofradan kalkıp dışarı çıkar. Salona döndüğünde acele ile nereye gittiğini soran Naylon Kemal’e,
- Gardaş hayatımda heç bin dolarlıh ayakkabı görmedim, ne olur, ne olmaz, çalınırsa bu yükün altından kalkamam diye ayakkabını incitmeden alıp salon kapısının önüne koydum, der.
Malatya’mızın güzide insanlarından, mübalağa şampiyonları arasında olduğu bilinen bir hemşerimizin kahramanı olduğu son bir öyküyü anlatıp yazımızı noktalayalım.
Malatya’da mübalağa sanatı denince Mıh Osman ve İ. Çekirdek isimleri başta gelir. Başka bir örneğini ise, 1983-84 futbol sezonunda namağlup şampiyon olarak Süper Lige yükselen Malatyaspor yönetim kurulunda birlikte çalıştığım asbaşkan Cahit Kurdal’dan (yandaki fotoğrafta) dinlemiştim.
“Rahmetli Aydın Aksoğan’ın kullandığı taksi ile ben, Adnan Kantarcı ve Talat A. ile birlikte Avrupa seyahatine çıkıp İngiltere’ye kadar gittik. Dönüş yolunda monotonluktan kurtulmak için fıkralar, başlarımızdan geçen ilginç olayları anlatmaktayız. Anlatım sırası Talat’a gelince; bir insanın başından geçmesi ve gerçekleşmesi mümkün olmayan aşırı abartılı hikâyeler dinlemekteyiz Talat’dan. Fakat bu arkadaşın her anlatımının sonunda Aydın Aksoğan “Bu da yalan” diyor, ben ve Adnan Kantarcı da (alttaki fotoğrafta) katıla katıla gülüyoruz.
Hayli yol gittik ama bizlerin anlatacakları bitti. Fakat A.Talat’ın ağzını bıçak açmıyor. Sonunda ısrar ediyoruz başından geçen bir olayı anlatması için, “yav ne anlatsam yalan diyorsunuz, madem inanmıyorsunuz daha niye anlatayım” diye anlatmamakta dirense de, ses tonundan bir şeyler daha anlatmaya can attığını hissediyoruz. Sonunda Aydın Aksoğan ”bu da yalan” demeyeceğine dair söz verince başlıyor anlatmaya;
“ Ben askerlik görevimde Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in özel koruması ve şoförüydüm. Onunla abi kardeş gibiydik. Benim ne isteğim olsa hiç kırmaz, hemen yapardı. İstanbul’daki Hava Kuvvetlerinde sivil gezerdim, albaylar bile ben yürürken kenara çekilip bana selam verirlerdi. Velhasıl kral gibi yaşıyordum, havam binbeşyüzdü. Bir gün İrfan Paşa beni çağırdı ve “Talat, ben bir toplantı için Ankara’ya gideceğim, buralar sana emanet” dedi. Merah etme paşam, gayıtsız ol dedim. Paşa jet uçağına binip gitti.
Ertesi gün günlerden pazar, Dolmabahçe Stadında Fenerbahçe ile Beşiktaş’ın maçı var. Bahdım canım sıhılıyı, İrfan paşanın özel makam arabasına binip Hava Guvvet Gomutanının forsunu da açıp Beşiktaş’daki Dolmabahçe stadına getttim. Şeref tribününün önüne park edince polesler galabalığı dağıtıp gapıları açtılar. Doğru gedip Paşa için ayrılan goltuğa oturdum. Maçın devre arasında getirilen çayımı içerken gökyüzüne bahdım ki bir de ne görem, bizim İrfan Paşa gendi sürdüğü jet uçağıynan Yeşilköy Hava Alanına doğru gidiyi. Ağalar, haman fırlayıp arabaya atladığım gibi sireni de açıp gazı topuhladım. Son sürat Yeşilköy Hava alanına girdiğimde Paşa’nın uçağı da piste eniş yaptı. Gapıda garşıladım, Paşa beni gucahladı, “Bir vukuat var mı Talat dedi. Yoh paşam dedim. “Sen burdayken vukuat olmayacağını biliyim ama usulen sordum.” dedi. Lafın özü, benim 18 ay asgerliğim hep beyle geçti gardaş.”
Önde arabayı kullanan Aydın Aksoğan (yandaki fotoğrafta) yanında oturan Talat’ı dinledikten sonra dikiz aynasından bize baktı. Ben ve Adnan ağabey gülmemek için dudağımızı ısırıyorduk. 10-15 dakika sessizlik oldu. Sonra Aydın Aksoğan arabayı sağa çekip durdu ve Talat’a dönüp: “Anam avradım olsun bu da yalan ula, söylemeyem de çatlayam mı” dedi. Zaten biz kendimizi zor tutuyorduk, makaraları koyuverdik. Ama İstanbul’a gelinceye kadar Talat’ın ağzını bıçak açmadı.
_________
KAPAK FOTOĞRAFI: Oğuz Tuncay ve Ertaç Önal, birlikte çocukluklarının geçtiği Arasanın fotoğrafını incelerken