Şehirden Öc Alma Vakti Geldi!
Orhan TUĞRULCA
Tarihçi-Yazar
otogrulca@hotmail.com
Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir,
Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa,
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa,
O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir.
Şair İsmet Özel hayıflanadursun. Artık ne şehrin urgan satılan çarşılarında kenevir ne de kandil geceleri buhur kokan şehirlerimiz var. Bu yüzden olsa gerek İsmet Özel, savunma hakkını kullanarak, şehirden öcalmanın vakti geldi, diyor.
Burada Sayın Özel’in şiirini tahlil etmek gibi bir niyetimiz yok. Doğrudan söze girerek, bugün yaşadığımız şehirleşmeye getirmek istiyoruz. Genel olarak ciddi bir kentleşme sorunu yaşıyorsak da, makalemizin odağına bugün Beydağı eteklerinde fütursuzca yükselmekte olan kibir abidesi beton dağlarını koymak istiyoruz. Kentsel dönüşüm adına gerçekleştirilen bu yeni yapılaşma ile birlikte yükselmekte olan beton dağlarının gölgesinde kalan şehirden/şehirliden adeta öc alınmaktadır. Beydağı etekleri boyunca yükselmekte olan beton bloklar bütün Malatyalılara ait olan doğal manzarayı esir almaya başlamıştır. Bu yapılaşma fütursuzluğun son haddine vardığında artık şehrin büyük bir bölümü Beydağı'nın o muhteşem görüntüsünden mahrum kalacaktır.
Su ve hava gibi dağlarda Allahın insanlara bahşettiği yüce bir nimettir. Kamuya ait olan bu nimetten şehrin büyük bir kısmının mahrum bırakılması ne insanidir ne de islamidir. Bu manzara şehir halkının vicdanlarını rahatsız edecektir. Bu aynı zamanda bir hukukun gaspıdır. Buna insanlar razı olmayacağı gibi Allah’ta razı olmayacaktır. Başkasını bilmem ama ben hakkımı helal etmiyorum. Balkona her çıkışımda koca dağın bir parçasının görünmez olduğunu görüyorum.
Kim hangi hakla bu kibir abideleriyle, özgürlüğün ve insan onurunun sembolü olan dağlarımızın önünü kapatmaktadır?
Kaldı ki; mekânın ve fiziki çevrenin, insan ilişkileri ve psişik yapısı üzerinde şu ya da bu şekilde etkili olduğu bilinmektedir. Mekân ile insan arasında var olan romantik ilişkiye dikkat çeken düşünürlerimiz “ne varsa âlemde örneği var âdemde” diyerek insan ile mekân arasındaki ontolojik ilişkiye işaret ederler. Tasavvuf kültürümüzde de benzer bir yaklaşım söz konusudur. İnsanın içinde bulunduğu mekân da dâhil olmak üzere tüm mekân âlemi aslında “Allah'ın tecelligahıdır. Olayı bu bağlamda ele aldığımızda, Allah'ın kudret ve yüceliğinin nişanesi olan dağların kamuya kapatılması bir hak gaspından başka bir şey değildir.
Söz konusu bu hak gaspı, “Avrupa Kentli Hakları Bildirgesi”nin birçok maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. 20 maddelik bildirgenin bazı maddeleri şöyle;
2. Madde: KIRLETILMEMIŞ, SAĞLIKLI BİR ÇEVRE: Hava, gürültü, su ve toprak kirliliği olmayan, doğası ve doğal kaynakları korunan bir çevre;
6. Madde: SAĞLIK: Beden ve ruh sağlığının korunmasına yardımcı çevrenin ve koşulların sağlanması;
10. Madde: KALİTELİ BIR MİMARİ VE FİZİKSEL ÇEVRE: Tarihi yapı mirasının duyarlı bir biçimde restorasyonu ve nitelikli çağdaş mimarinin uygulanmasıyla, uyumlu ve güzel fiziksel mekânların yaratılması;
16. Madde: DOĞAL ZENGİNLİKLER VE KAYNAKLAR: Yerel doğal kaynak ve değerlerin; yerel yönetimlerce, akılcı, dikkatli, verimli ve adil bir biçimde, beldede yaşayanların yararı gözetilerek, korunması ve idaresi;
17. Madde: KİŞİSEL BÜTÜNLÜK: Bireyin sosyal, kültürel, ahlaki ve ruhsal gelişimine, kişisel refahına yönelik kentsel koşulların oluşturulması;
Görüldüğü üzere söz konusu bu yapılaşma hangi açıdan bakılırsa bakılsın arızalıdır. Tek tek bireylerin ve kentli insanların hukukunu görmezden gelmektir.
Bu proje ile Türk mimar ve mühendislik onuru da çiğnenmiştir. Gecekondu tipi evler de olsa Kernek doğayla yatay bir uyum içerisinde idi. Tepeden bakan bu kibir abidelerinin yerine, dağa tedrici bir şekilde yaslanan ve eski sosyal yapıyı da dikkate alan bir proje pekâlâ yapılabilirdi. Ama bu kapitalist zihniyet kalıplarına uyan bir şey olmazdı. Zira maliyet hesabı yapan bu yaklaşım sosyal sonuçları ne olursa olsun bir mahalleyi bir apartmana sığdırarak kâr gözetecektir. Oysa şehri ayrıştıran, ötekileştiren ve sosyal risk yüklenen bu yapılaşmanın, gelecek nesillere nelere mal olacağı ne yazık ki maliyetlerin kalemleri arasına dâhil edilmiyor.
Binlerce dönümlük arazi üzerinde binlerce insanı uzaklaştırıp, evlerini ve arsalarını yok pahasına ellerinden alıp (Bu bölgenin bir bölümünde de bu insanlar hazine arazisini işgal etmişlerdi, diyebileceğinizi biliyorum. Tabi onları buna zorlayan şartları hazırlayan yerel ve ulusal aktörlerin sorumluluklarını dikkate almazsanız.) bir arsaya bir mahalleyi sığdıran bu zihniyet sadece değerlerimizi yok saymıyor. Sosyal yapımıza da ağır bir darbe vurarak geleceğimizi esir almış olacaktır. İnsan ruhunda dinlendirici, rahatlatıcı, görsel ve ruhsal simetriye uygun evlerini kaybeden nesilleri, bir apartmana istifleyen yerel ve ulusal aktörlere, gelecek nesiller: “Allahın arzı geniş değil miydi?” diye mutlaka soracaktır.
Tarım arazilerini ve yapılaşmaya uygun olmayan alanları çıkardığımızda, bu ülke toprakları üzerinde daha yüzlerce şehrin kurulması mümkün iken, devasa binalarla dikey bir yapılaşmaya gitmek bir mimarlık faciasıdır. Batı ülkelerinde genellikle ticari ve kamusal maksatlı olarak inşa edilen yüksek katlı binaların ülkemizde sosyal gerçeklik dikkate alınmadan konut amaçlı yapılmaya devam ediliyor olmasının hiçbir izahı yoktur.
İnsanlık tarihinde ilk şehirler MÖ. 3.bin yıllarından itibaren görülmeye başlamıştır. Beş bin yıldan bu yana varlıklarını sürdüren şehirler kıyamete kadar sürecektir. O halde bir şehirde bir yanlışı düzeltmek için hiçbir zaman geç değildir.
FOTOĞRAFLAR: Beydağı'ndaki "betorlaşma" (Burhan KARADUMAN)