Sizin Hiç Şehriniz Öldü mü?!
Nezir KIZILKAYA
nezir.kizilkaya@hotmail.com
“Yıkıldı yolunu bekleyen şehir, şimdi gelsen de bir, gelmesen de bir…” Nurullah Genç
Şehir dendiğinde öncelikle akla iki şey gelir. Şehrin silueti ve yaşam tarzının sembolü olan kültürü. Yani şehrin sokakları, mimarisi, müzeleri, ortak kullanım mekânları, referans noktaları, giyim-kuşam, konuşma dili, şehirde bulunan canlı cansız her şeye bir anlam yükler ve bize şehir adına her şeyi anlatır. O şehirden ne anladığımızı ve hissettiğimizi bize tanımlar.
Her şehrin bir dili vardır ve o dili anlamazsak o şehirle iletişim kuramaz, anlaşamayız. Ve biz de kendi alışkanlık ve zevklerimizle bir başka deyişle, yaşam biçimimizle karşılaştırarak o şehri severiz ya da sevmeyiz, hatta bazen âşık oluruz.
En sevdiğinden ayrı kalıp, onu hep gülümseyerek hatırlayanlar gibi hatırlıyorum ben de o âşık olduğum Malatya’yı, hele de çarşıyı. Şehrin ticaretinin can damarı, kadim semt ve bitmek tükenmek bilmeyen şehirli ve köylü kalabalığı. Adeta insandan bir sel, karmaşa. Burada her şey eski ya da öyle görünmek istiyordu. Şehrin yeni semtlerinin renksizliğinden ve yapaylığından eser yoktu burada. Alıştığımız gibiydi herşey.
Mazinin en değerli hatıralarını saklayan o küçük ve dar sokakları, bir zamanlar "bahçeli şehir" olan buralar, gözlerimizin önüne o sıcak görünümlü, iki katlı eyvanlı konakları taşıyor, kerpiç kokusu hala orada burada karşılıyordu bizi. Yeşil ile iç içe olmuş kerpiç ve ahşap karışımı bu yapıların yanı başında, taş işçiliğinin tüm güzelliği ile yükselen Yeni (Teze) Cami bütün heybeti ile yükseliyordu şehrin orta yerinde.
Meğer ne kolay ve hızlı kaybediliyormuş sahip olduğumuz tüm güzellikler. Aklımızdan dahi geçirmediğimiz şeyler, bir anda hayatımızın bir parçası oluveriyormuş meğerse.
Hayatın tadı tuzu kaçalı çok oldu, uzatmaları isteksizce oynamaya devam ediyoruz; yorgun, bıkkın. Artık hatıralarımızı da bıraktığımız yerde bulamıyoruz bu şehirde.
Neredeyse 1,5 yıl geçti ama hiç birimiz hala alışamadık Malatya’nın bu haline. “Yıkım” tanımlamasını bir türlü konduramazken şehrime, 6 Şubat gibi güçlü bir travma karşısında, girdiği yoğun bakımdan maalesef çıkamadı ve gözlerimizin önünde yerinde yapılanma, rezerv alan, kuyumcu, Söğütlü cami tartışmalarının gölgesinde son nefesini verdi. Yıkıldı, can verdi.
Depremden hemen sonra ortaya çıkan “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, yaşananlardan unutamayacağımız dersler çıkardık” kanaati, yerini yavaş yavaş “bu depremi nasıl fırsata çeviririm” vahşiliğine dönüştü. Zaten 12 saat önce 1 liraya sattığı suyu, 6 Şubat günü 15 liraya satmaya başlayan pragmatizmin cirit attığı bir zihniyetten de başka bir şey beklenemezdi.
Bizim çok öncelerden şehri ve hayatımızı depremin yasalarına uygun olarak planlamamız gerekirdi. Tabi burada biz derken sokaktaki vatandaşı değil, şehirden sorumlu ve yetkili olan bütün yönetici ve bürokratları kastediyorum. Özellikle de Sivrice depreminden sonra uzmanların neredeyse her gün uyarmasını, bu şehri yönetenler tribünden maç seyreder gibi izlediler. Bu küçük kıyamete düdük ve içinde bisküvi ile su olan bir çanta ile hazırlanmamızı istediler. Üstelik kamu arazileri de dâhil olmak üzere korsan yapılaşmaya çanak tutup af üzerine af getirip, bağın-bahçenin içine gökdelenleri diktiler.
Aradan geçen bunca zamana rağmen henüz daha ne yapılacağına bile karar verilememişken, depreme hazırdık diyenlere ancak acı acı gülümsüyoruz. Depreme hazırdık demek cüretkâr bir tavırdır ve bu cüreti veren de bizlerin ancak ilkel topluluklarda görülen ortak bir toplumsal tavır gösteremiyor olmamızdır.
Toplumun aslında her şeyin farkında olduğunu ama “amaaaan banane”ciliğini, Doğan Kuban 1999 Marmara Depremi sonrasında hazırladığı “Depremsel Barbarlıklar” başlıklı çalışmasında şu satırlara ne de güzel anlatmış oysa:
“Bugün yakınlarını, evlerini, işyerlerini yitiren ve anlaşılması olanaksız acılar ve endişeler içinde kıvranan yüzbinlerce insan, bu felakette Tanrı’nın değil inşaatları yapan ve kontrol edenlerin suçlu olduğunu kuşkusuz biliyorlar. Tanrı’nın kendi apartmanlarını yıkıp, yanındakini neden yıkmadığını da düşünüyorlardır. Eğer düşünceleri ve gözlemleri, yaşadıkları süreç içinde bu bilinç aşamasına varmışsa, bundan bir sonraki aşama böyle bir gelişmeye kendilerinin nasıl alet olduğunu düşünmek olmalı.
Biz Türkiye’de inşaat alanlarını uzmanların değil, politikacıların seçtiklerini biliyoruz. Biz kat yüksekliklerinin belediye meclisi kararları ile verildiğini biliyoruz. Biz belediyelerin bağış karşılığı inşaat izni verdiğini de biliyoruz.
Toplumun sorunu deprem değildir. Bu ülkenin insanları sayısız depremi günübirlik yaşıyor. Bu depremin farkı, farkına varılmadan, hatta kayıt edilmeden geçen günlük yaşamsal depremlerin, doğal bir afetle özdeşleşerek, toplumun büyük bir zaafını ortaya çıkarması olmuştur. Depremin sonuçları, bizim doğanın sabrını suistimal ettiğimizi gösteriyor. Kuşkusuz böylesine büyük, binlerce kollu bir toplumsal afette çalışkan, fedakâr, yardımsever insanlar, yardım eden örgütler ve bütün eleştirilere karşın yine de büyük bir devlet var. Ancak iyilerin ağırlığı kötüleri ve cahilleri dengelemiyor.”
Yapılanları ya da yapılamayanları, söylenenleri ya da söylenemeyenleri sorgulamamak, bütün enerjisini sadece güncel sorunlar için sarf etmek, sağlıklı bir toplum davranışı değildir.
Bizlerin bütün yaşananlardan sonra, bilgi ve bilim ile yaşam arasındaki bağın koparılmasına asla müsaadede etmeme dersini almış olmamız gerekirken, hala toplumsal olarak bu kararı somutlaştıracak tek adım atmamış olmamız da oldukça düşündürücü ve manidardır.
Aslında Malatya’nın uzun süredir maruz kaldığı niteliksiz göç ve bu durumun doğal sonucu olan kültürel ve sosyal değişim zaten şehrin sağlığını bozmuş ve tedrici bir yok oluşla karşı karşıya bırakmıştı.
Geldiğimiz noktada yaşadığımız fiziksel depreme rahmet okutacak seviyede duygusal ve psikolojik bir deprem yaşadığımız da inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Malatya’nın bugünlerini görene kadar şehirlerin refleksleri olduğuna inanırdım. Süreç içerisindeki bütün yaşananları düşününce, küçük istisnalar olsa da, şehirlerin kendilerini koruyacağına dair olan inancımı da yitirmiş durumdayım.
Şehirlerin ölümü karmaşık ve çok boyutlu bir süreçtir, ancak doğru müdahaleler ve stratejiler ile bu süreç tersine çevrilebilir veya hafifletilebilir.
Her şeye rağmen şehirler, güçlü liderlik, inovasyon ve yatırım ile yeniden canlanabilir. Bu süreç genellikle uzun vadeli bir strateji ve kişisel çıkarları öncelemeyen toplumsal katılımı gerektirir.
Şehrin yönetici ve bürokratlarının, küçük grup ve belli kesimleri değil, bütün toplumun çıkarlarını önceleyen bir davranış ve karar süreci içinde olmaları gerektiğini söylemeye bile gerek yok.
Şehrin yeniden inşasını şekillendirirken belirlenen ilkeler ve hedefler için itirazlar da her zaman olacaktır ancak her koşulda makul düzeyde konsensüs sağlanmalıdır. Önemli olan bu itirazların şehrin ortak kültürel değerleri üzerinde yoğunlaşmamasıdır.
Ancak bugüne kadar yaşadıklarımız, bu şehirde böyle bir şeyin olamayacağına dair güçlü bir umutsuzluk duygusu vermekten de öteye gidemiyor.
Kayıplar, yıkım, enkaz o kadar dolduruyor ki yüreğimi; bir şekilde içimden, üstümden atmak istiyorum kelimeler vasıtası ile. Çok öfkeliyiz ama mazinin güzelliği susturuyor bizi. Yazacak şey çok ama bu güne kadar yaptığım gözlem ve yaşadığım deneyimler yapacak pek de bir şey olmadığını hissettiriyor bana.
Keşke o siyah beyaz fotoğraflardan yeniden başlayabilsek, geleceğe taşıyabilsek bu şehri ama gitti gelmez güzel günler.
Ne çok anı yaşandı, ne çok insan büyüttü, besledi bu şehir. Otomobil gürültüsünden çok insan sesi ile yaşardı bu şehir. Nereden bilebilirdik kendi ellerimizle yaptığımız bu koca beton yığınlarının bir gün mezarımız olacağını, başımıza gelenler hiç aklımıza gelmemişti. Özlüyoruz, bu şehrin her şeyini özlüyoruz ama en çok da dostluğunu ve kardeşliğini özlüyoruz.
Rahmetli Adnan Işık tarafından hazırlanan Malatya (1830-1919) kitap çalışmasında yer alan ve “Aşağışeherli halk şairi Hacı Ömer” tarafından, Kilis Savaşı nedeniyle Eski Malatya’nın boşaltılarak Aspuzu’ya yapılan göçten sonra şehirde oluşan harabiyeti anlatmak için yaklaşık iki yüzyıl önce yazılan, ancak günümüz Malatya’sını da son derece isabetli ifade eden “Malatya Şehrinin Destanı” başlıklı şu şiir ile de yazımı bitirmek istiyorum.
Malatya Şehrinin Destanı
Malatya şehrinden haber soranlar,
Görmeyenler birkaç seneden beri,
Kimi der yıkıldı, kimi der yalan
İnanmayan gitsin alsın haberi
Şehere gidiniz bellisiz yollar,
Şeherin halini görenler ağlar,
Yıkılmış pınarlar, kesilmiş sular,
Varın Çekemlerden alın haberi.
Evleri, yolları bilinmez olmuş,
Camilerde namaz kılınmaz olmuş,
Minarede ezan verilmez olmuş,
İmamdan, müezzinden alın haberi.
N’olmuş içindeki ağalar beyler,
Yıkılmış konaklar, katılmış peğler,
Bundan böyle orda kim gönül eğler,
Ötüşen baykuştan alın haberi,
Malatya şehrinin bir adı kalmış,
İçini, dışını toz duman almış,
Çarşısı, pazarı muattal kalmış,
Varın hassabaşı’dan alın haberi,
Kimisi damını yıkmış götürmüş,
Kimisi peğini satmış kurtulmuş,
Kiminin yerinde beğ mi oturmuş?
Anın encâmından alın haberi
Şeherin hakkında çokdürür sözüm,
Hepsini söylemeye dutmuyor özüm,
Keşke o hallarda görmese gözüm,
Gidin görenlerden alın haberi
Nice mamureler âhiri viran,
Geldi, geçti nice bin türlü devrân,
Sene bin iki yüz kırkda oldu bir talân,
Malatya şeherinden alın haberi.
________________
NOT: Fotoğraflar için Burhan Karaduman ve Bülent Korkmaz’a teşekkürler ediyorum.