Anılarımızın Yitik Şehri, Malatya..
Nezir KIZILKAYA
nezir.kizilkaya@hotmail.com
Hatıraların olduğu yere memleket denir.
Ara Güler
Malatya maceramın güzel bir bahar sabahı, Gündüzbey’deki evimizin eşyalarının Cemal Dayı’nın kamyonuna yüklenmesi ile başladığını hayal meyal hatırlıyorum. Mücelli'de bulunan eski Belediye Garajı yakınlarında, Başharık Caddesinde, sıvasız ama oldukça şirin, iki katlı bir ev olmuştu ilk durağımız. Bu arada tarihin de 1966 olduğunu hatırlatayım.
O tarihlerde aralarına bir-iki katlı evlerin serpiştirildiği ve yol boyunca etrafı çalılarla kaplı bahçelerin olduğu, kenarından da küçük bir sulama kanalının geçtiği Başharık Caddesi nerdeyse şehrin güney sınırı idi.
Caddenin alt başında, köşede bulunan ve etrafı yüksek duvarlar ile çevrili, içinde çok sayıda ve önceden hiç görmediğim araçların bulunduğu Belediye Garajı ise benim için oldukça gizemli ve adeta bir korku filmi platosu gibiydi. Fazla yaklaşmamamız için evden sıkıca tembihlendiğimiz bu mekândaki tankerler, arazözler bizim için hiç anlamlandıramadığımız koca makinelerdi. Ama yine de mahalleden arkadaşlarımız ile araçları inceler, hele de motorları çalıştırılınca heyecanlanırdık. Oyuncak kamyonlarımız yoktu ama gerçeklerini seyretmek de bizleri en az onlar kadar oyalıyordu.
Tekmezar (İstiklal) Mahallesindeki bahçeli ve müstakil evimizin inşaatı bitince, 5-6 aylık Başharık maceram sona ermişti. Kernek, Fuzuli ve Çarşının yürüme mesafesi 3-5 dakika uzaklıkta olduğu, bana kendimi ayrıcalıklı hissettiren, evlerin değil, insanların yüksek olduğu, fotoğrafların siyah beyaz ama hayatın rengârenk geçtiği günleri yaşayacağım, masal ülkesi gibi bir mahalledeydim artık.
Bir kenarından Derme deresinin aktığı, avlulu evlerde yaşamış, her şeyin az, zamanın ve sevginin bol olduğu günlerin kahramanları ile tanışacak, onlarla yaşama dair her şeyi paylaşacak ve akıp giden zamana onlar ile tanık olacaktım.
Kentsel doku, bir kenti oluşturan öğelerin bütünüdür. Mekânlar, caddeler, sokaklar, doğa ve insan bu dokunun bileşenleri ve unsurlarıdır. Ama insan bu dokunun olmazsa olmazı ve ana unsurudur. İşte güzel insanların oldukça bol yaşadığı bu mahalle, her şeyiyle beni etkileyecek, burada olmanın ve yaşamanın, hayatımın güzel olmasına katkı sağladığına olan inancımı güçlendirecekti.
Bir diğer husus da dünya üzerinde yerleşik bütün kentlerde, orada yaşayan herkesin kabul ettiği, fikir birliği içinde olduğu, güçlü referans noktaları olduğudur. Kent belleğine de katkı sunan bu referans noktaları, kent kimliğinin ayrılmaz parçaları olmuş, simgeleşmiş ve kente ait türkülerde, hikâyelerde, anılarda ölümsüzleşmiştir. Ve bu kentte simgeleşmiş ne kadar unsur varsa (Kernek, Kanalboyu, Yeni Cami ve çevresi, Hükümet Meydanı vb.) artık bana yürüme mesafesi en fazla beş dakika uzaklıktaydı.
Mahalle, Hükümet Binası arkasından, Cengiz Topel Caddesine kadar olan, oldukça geniş bir alana yayılmış olsa da herkes birbirini tanır, dertleriyle ilgilenirdi. Mahalle sakinleri hastalıkta, sağlıkta, düğünde, cenazede yani mutlulukta ve kederde birlikte hareket eder, birbirine destek olurdu.
Sokak satıcıları mevsimlik gibiydi. Çoğu sadece yılın belli dönemlerinde ortaya çıkıyor ve hepsi sokağınıza, evinizin önüne kadar geliyordu. Sabah erken saatte simitçi ile başlayan satıcılara, dondurmacı, kasap, destancı, sebze meyve satıcıları, bıçak-satır bileyicileri, hallaçlar, limonatacı, elinde tornavidası ile macuncu, eskici, bohçacı, pamuk şekerci, kalaycı, yaz mevsiminde kar satıcıları eklenir, hepsi kendi saatinde sokağın başında beliriverirdi. Sırtına attığı iri baltası ve “odun yardıran” narası ile odun kırıcıları her sonbahar mevsimi yine sokağın misafiri olurlardı. Bunların yanında, özellikle sinemaların çevresini mekân tutan Neşeli Memet, Ciğerci Albay gibi çocukluk yıllarımızın çarşı satıcılarının sundukları eşsiz lezzetler zihinlerimizi terk etmeyecek, aksine her geçen gün onlara olan özlemimiz katlanarak büyüyecekti.
Neredeyse her bakkalın önünde gazyağı satışı için variller, ispirto şişeleri ve ölçek olarak kullanılan kulplu teneke bardaklar vardı. Mahalle bakkalımız Rahmetli Kadir Dayı, Tekmezar Camisinden aşağı inen sokağın alt köşesindeki küçücük dükkânında, mahallenin bütün ihtiyacını karşılar, yeşil ve siyah zeytin, konserveler, pastırmalar, ambalajlı diğer gıda ürünleri gibi lüks malzemeleri de babamın yakın arkadaşı, Talip Abi’nin Belediye binası karşısındaki Cumhuriyet Bakkaliyesinde görürdük.
Buzdolabı henüz yaygınlaşmadığından, yemekler günlük olarak pişirilirdi. Birkaç tabak ayrılarak mutlaka komşuya verilir, kalmışsa da ya tel dolaplarda saklanır ya da buzdolabı olan bir komşunun dolabına emanet olarak bırakılırdı. Kederi ve sevinci, komşuları ile paylaşan insanlar, buzdolabını da paylaşıyordu.
At arabaları ve faytonlar şehrin doğal unsurları idi. Bakım ve onarımı için her köşe başında bir yan sanayisi bile vardı. Bazen mahallede, çınardan 25-30 metre aşağıdaki bir at arabası tamir ve bakım işyerinde eski otomobil lastiklerini keserek, at arabası ve faytonların tekerine çakılmasını seyreder, hem yoldan geçen at arabası ve faytonların arkasına asılır, hem de asılanları ispiyonlayıp “arkaya kamçı” diyerek arabacının onlara elindeki kırbaç ile vurmasını izler ve eğlenirdik.
Mahallemizin okulları olan Fırat ve Hasan Varol (üstteki fotoğrafta) okullarının öğretmenleri genellikle mahallemizde oturduğundan, onların evlerinin yakınlarında kendimize çeki düzen verir, bütün haşarılığımıza rağmen, hareket ve konuşmalarımıza özen gösterirdik. Öğretmenlerimizin evlerine geliş ve gidiş saatlerinde de onlarla karşılaşmamaya dikkat ederdik. Servis ile henüz tanışılmadığından, bütün mahalle aynı ilkokula, aynı ortaokula giderdi. Mahalle arkadaşın aynı zamanda okul arkadaşın olurdu. Okulların kapanması ile de mahalle adeta bir oyun alanına dönerdi.
Yaz tatili başlayınca, şehre mutlaka bir gezici lunapark gelir, o da yine mutlaka mahallemize yakın bir yere kurulurdu. Malatya'ya gelen lunaparklarda dönme dolaba, uçan salıncaklara, çarpışan arabalara, küçük büyük her yaştan, her kesimden insanlar ilgi gösterir, özellikle gün batımından sonra kentin bütün çocukları orayı mesken tutardı.
Bizler için lunaparkın o dönemdeki karşılığı, tam olarak bir masal ve hayal âlemi idi. Sihirbazlar, denizkızları, cambazlar, hayvan terbiyecileri, yuvarlak bir alanda duvarda giden motosikletliler, bizim aklımızı başımızdan alır, hepimizi bir masal ülkesine götürürdü.
“Sinema Çağı” diyebileceğimiz bir zaman diliminde yaşıyorduk. Lambaların sönüp, perdelerin süzülerek iki yana açılması ile birlikte önce film makinesinde dönen makaraların sesi duyulur, salondan çıt çıkmaz, herkes filmi yaşamaya başlardı. O anda karşımızdaki “hayal perdesi” yaşamımızın en önemli parçası haline gelir, bizi filmin öyküsünün içine hapsederdi. Kötü adam yuhalanır, filmin kahramanı her olumlu hareketinde avuçlar kızarana kadar alkışlanırdı.
Konusu ne olursa olsun, her film kendi seyircisini bulur, tam bir şölen kıvamında zaman akıp giderdi. Ertem Eğilmez imzalı içimizi ısıtan o sıcacık aile filmleri, Cüneyt Arkın’ın Kara Murat, Malkoçoğlu ve Battal Gazi serileri, Kartal Tibet’in Tarkan ve Karaoğlan’ları, Yılmaz Güney’in avantürleri, unutulmaz şarkıların filmleri ve aklımızı başımızdan alan kovboyların at sürdüğü westernler bizi bu dünyadan alır, bir hayal ülkesine götürürdü. Hele de o Battal Gazi filmlerinde her Malatya kelimesi geçişinde salon alkış sesleriyle inlerdi.
Bugünkü gibi öyle herkesin bisikleti yoktu, zaten bugünkü kadar çok bisiklet satıcısı da yoktu. Çocukların ve gençlerin bu ihtiyacını karşılamak üzere boş arsalarda mekân kurmuş bisikletçiler, küçük harçlıklarımızın karşılığı olarak bize bisiklet sürme hizmetini sunarlardı. Bisikletçiye gider, çoğunluğu küçük boyda en az 15–20 bisikletin içinden boyumuza göre olanı seçer, bisikletçinin belirlediği ve genellikle bir daire şeklinde olan güzergâhta tarif edilmez bir keyif ile pedallara asılır, hababam döner dururduk. Zaman nasıl da hızlı geçer, turlar ne de çabuk biterdi. Ama zamana karşı çevrilen pedallar bizi ütopyamıza götürürdü.
Yakın köy ve beldelerde neredeyse hepimizin meyve bahçeleri olmasına karşın, sahiplerinin olmadığı saatlerde mahallede bulunan bahçelerden erik, kaysı, kiraz, şeftali toplar, sonra hep beraber yerdik. Bazen bu bahçe sahiplerinin çocukları da ekiplerde yer alırdı. Çocukluğumuzun yegâne illegal eylemi olan bu bahçe ziyaretlerinde, sahiplerine yakalanma korkusuyla yüreğimiz küt küt atardı ve bu bizim tek ve masum günahımızdı.
İple çekilen, 1 Nisan sabahlarına adeta bir bayram günü heyecanı ile uyanılır, “aklımda” kelimesi o gün hiç unutulmazdı. Günün sonunda 1 Nisan şakası ile el konulan her şey sahibine iade edilir, yaşanılanlar hepimizin yüzünü gülümseten tatlı bir anı olarak kalırdı.
Gezmek için bilya tekerli arabalar, sürmek içinse telden arabalar, bu konunun ustaları ile yapılır, mahallede neredeyse bir filo oluşturulurdu. Mahalledeki tenekeciye yaptırdığımız ve plastik bantlar, boncuklar ile süslediğimiz davin atacağı borular ise adeta beylik silahımızdı. İlkbahar aylarından Ağustos ayına kadar mahallenin her yeri, üçgen, karış-tıkış ve beş kuyu seçenekleri ile bilya (misket) oyunlarına sahne olur, sıcakların etkisini kaybetmesi ile de develeme (topaç) oyunları aklımızı başımızdan alırdı.
Mahallenin bize düşen bölgesinde, futbol oynamak için uygun olan üç farklı büyüklükteki sahamızdan, oyuncu sayısına göre uygun olanını seçer, altıda haftayım, on ikide biten maçlar oynanırdı. Kimseden incinmez, kimseyi incitmez, kavga da etsek ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi her şeye yeniden başlanırdı. Tertemiz duygularla almadan verir, ayırmadan sever, o küçük dünyamızda hayatı da oyun zannederdik.
Boş arsalarda ateşler yakılır, leğenler, kazanlar içinde salçalar, pekmezler, reçeller, kışlık bulgurlar kaynatılır, bütün mahalle gece boyunca uyumaz, kış hazırlığını festivale çevirirdik. Her evin önünde odun, kömür yığınları oluşur, elbirliği ile taşınırdı. Soğuklar bastırmadan sobaların kurulma hazırlığına girişilirken, bizler de kar yağışını beklemeden kızak arabaları yapma çalışmalarına başlardık.
Komşuda pişen, kesinlikle bize de düşerdi. Evlerin değil, insanların yüksek olduğu bu mahallenin anneleri, diğer çocukları, kendi evlatlarından ayrı tutmaz, sokakta kim varsa mutfağını açardı.
Sinema ve kiralık bisikletten arttırarak, 25 kuruşa aldığımız demir gazozu ve külah içindeki bisküvi de bizim için dört başı mamur bir ziyafetti. Hele bir de bunları yerken çizgi roman (Teksas, Tommiks, Kaptan Swing, Kızılmaske vs.) okuyorsak, keyfimize diyecek yoktu. Belki her zaman mutlu değildik ve arzu ettiklerimizin çok azına ulaşabiliyorduk (İstediklerimiz zaten çok azdı. Sinemaya gitmek, bisiklete binmek, güzel bir top, bir forma, oyuncak silah vs.) ama hayal kurmanın bile bize inanılmaz güzellikler kattığı harika bir çocukluğu yaşıyorduk.
Hasan Varol Orta Okulundayken, matematik dersine denk getirdiğimiz bir gün okulu kırar, birkaç arkadaş yürüyerek istasyona giderdik. Tekel’in, Sıtmapınarı’nın, Mensucat Fabrikası’nın o hareketli kaldırımlarını coşku ile adımlar, fabrika işçileri için açılan seyyar tezgâhları ilgi ile seyrederdik.
İstasyonda, gelen giden trenleri, yolcuları seyreder, bütün bir günü eğlenerek geçirirdik. O zamanlar gün boyunca hareketli bir mekândı istasyon. Bize orayı, okulu kırma cesaretini gösterecek kadar cazip gösteren anlayamadığımız bir şeyler vardı ama yıllar sonra, Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirini okuyunca bir de kokusu olduğunun farkına varacaktım.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Mektup yazar cevabını bekler, gelen zarfı açarken de kalbimiz yerinden fırlayacak gibi atardı. Özellikle asker mektupları için ailede toplu okuma seansları düzenlenir, cevaplar ortaklaşa yazılırken, her mektup ile en az on selam gönderilirdi.
Özelikle akşam ajansı, evde çıt çıkmayan ve herkesin, radyonun o parazitli sesine dikkat kesildiği zamanlardı. Televizyon yayınları henüz başlamadığından, Türkiye ve Dünya ile neredeyse tek iletişim kaynağımız olan radyo, evin yegâne multimedya kaynağı olma özelliğini de taşıyordu. Ancak 1975 Nisan ayında televizyon hayatımıza girecek ve bizi bir daha asla yalnız bırakmayacaktı.
Herkesin aynı diziyi izleyip, aynı marka yağı, aynı marka deterjanı kullandığı yılların, kısacası herkesin hayatının birbirine çok benzediği zamanların altın çağı içinde, başka türlü bir yaşamın olabileceği aklımızın ucundan bile geçmiyordu. İstisnasız her evin girişinde bulunan ve ayakkabı tabanını temizlemeye yarayan, betona sabitlenmiş demirin, dört bir yanımızın beton ve asfalt olması ile bir gün kullanılmayacağını nerden bilecektik.
“Duyulursa çok ayıp olur, mahallelinin yüzüne nasıl bakarım?” düşüncesinden dolayı platonik aşkların gırla o gittiği o yıllarda, mahallenin ve içinde yaşayanların sonsuza kadar böyle kalacağını zannederek günler ayları, aylar yılları kovalıyordu. Başka bir deyişle, yaşadığımız o küçük dünyamızda, hayatımızın değişebileceğine dair en küçük bir fikrimiz ve beklentimiz olmuyordu.
Şehre gelen tek tük yabancı turistin peşine onlarca çocuğun takılıp, onlarla birlikte şehri turladığı, 1970’lerin ikinci yarısı, hayata kafa tuttuğumuz, memlekete dair kocaman laflar ettiğimiz yıllardı. Kardeşin kardeşe düşman olduğu, sokakların paylaşıldığı bu dönem, şehrin üstüne bir karabasan gibi çökmüş, hemşeri kardeşliğini yerle bir etmişti. Malatya, adeta kıyameti yaşıyordu.
Şehir, görünmeyen ellerin kontrolünde, kamu düzeninin şiddete teslim olduğu, herkesin kullandığı şu cümleyle; “kardeşin kardeşi vurduğu” bir iç savaşın pençesindeydi. Şehrin belediye başkanının bile hain bir suikast sonucu can verdiği bu dönem, şehrin zenginliği olan farklılıkların, düşmanlık sebebi yapıldığı, yaşananların çocukluğumuza, gençliğimize büyük geldiği günlerdi.
Her şeye rağmen gençliğe adım attığımız bu yıllarda, en çok hoşumuza giden şey Hürriyet Parkında bir çay ya da gazoz parasına 3-4 saat süren konserleri izlemekti. Sonradan ulusal düzeyde üne kavuşacak çok sayıda ses sanatçısına ev sahipliği yapan bu park, 80’lerde videonun yaygınlaşması ile daha fazla direnemeyecek ve o güzelim canlı müzik yerini videokasetlere bırakacaktı.
O dönemde, yılın 8-9 ayı öğretim yapan okulların yanında 12 ay boyunca eğitim gördüğümüz, olağanüstü bir okulumuz daha vardı. “Büyükanne ve dede okulları”.
Babaannem, yokluk, kıtlık ve bin bir zorluklar yaşayıp, atlatarak geldiği 70’li, 80’li yaşlarında, hala hayata her açıdan pozitif bakabilen, sevgi dolu, yumuşak huylu, her yere, her şeye yetişmeye çabalayan olağanüstü bir kadındı. Yokluk ve kıtlık günleri çoktan geride kalmış olmasına rağmen, seferberlik yıllarının alışkanlığından olsa gerek, her zaman en az ile yetinirdi. Tek gayesi bizlerin yaşamımızı, en az hasar ile ve en konforlu biçimde sürdürmemizi mümkün kılacak şartlara ulaşmamızı sağlayacak değerleri kazandırmaktı.
Bazen konuşmadan, sadece gözleri ile fikrini söyler, derdimizi paylaşır, o yorgun, mutlu ve nurlu yüzü bize yaşama sevinci verirdi. Yarı masal, yarı gerçek bir yaşam gibi idi onunla geçen yıllarım. Sadece yaşadığımız zamana dair sözler etmemiş, ömür boyu taşıyacağım, hayatın tamamı ile ilgili işe yarar kalıcı düşünce ve alışkanlıklar kazandırmıştı. Bana, evrensel bir insanlık dili öğretmiş, geçmişle bağlarımın kopmasının önüne geçmişti. O hayatımızı o kadar dolduruyordu ki, vefatının ardından geçen kırk yıla yakın zamanda, eksikliğini hissetmediğim bir günüm dahi olmamıştı.
1980'lerden sonra mahallenin şekli hızlı bir biçimde değişmeye başlamıştı. Çocukların oyun alanlarını oluşturan boş arsalara binalar yapılmaya başlanmış, neredeyse oyun alanı olarak kullanılacak tek boşluk bile bırakılmamış, sokaklar da otomobil sayısının artması ile tehlikeli bir hal almıştı. Artık, fotoğrafların siyah beyaz ama her şeyin renkli olduğu masal bitiyor, anılar yüzümüzü gülümsetse de içimizde buruk bir tat bırakmaya başlıyordu.
Biz çocuktuk daha, hangi ara bu kadar büyüyüp, yaşlanmıştık, farkına bile varamamıştık. Mahallemizdeki koca çınar, o günlerin tanığı olarak hala köşesinde sessizce bekliyor olsa da, sokak aralarında top oynayan, ip atlayan özgür çocuklardan artık eser yoktu. Geçmişten geriye sanki hiçbir şey kalmamış gibiydi.
Artık neredeyse tek sokak satıcısın bile olmadığı, çocukların seslerinin duyulmadığı, oynamadığı yani hiç bir işe yaramayan sokaklardı onlar bizim için. Evlerimiz büyürken, ailelerimiz küçülmüş, büyük anne okulları eğitime son vermiş ve o efsane kadınların okulu kapanarak, günümüz çocuklarını yaşama hazırlayacak en önemli derslerden mahrum bırakmıştı.
Mekânlar, caddeler, sokaklar madde ve cisimden oluşan fiziksel bir kavramdan başka bir şey değildir. Onlara mana ve değer katan insandır. Kentlerin sokaklarını da anlamlı kılan o coğrafyada yaşayanlardır. İşte bundan dolayı, Malatya bizler için sadece bir çevresel mekân değildir. Onunla duygusal bir bağımız da vardır. Çocukluğumuzun, gençliğimizin kısacası anılarımızın ev sahibidir o. Bizi birbirimize bağlayan, hemşeri yapan da bu şehirdeki ortak hatıralarımızdır. Bu şehir, kalbimizi bıraktığımız meydanlar, mekânlar ve hayatımıza dokunan cadde ve sokakların ev sahibidir.
Hatıralarımız ve geçmişte yaşadıklarımızın, bir hayal misali, gördüğümüz ve göreceğimiz rüyalardan daha gerçek olmadığını bilsek de, bizi yaşatan en önemli şeylerden birinin anılarımız olduğunu bazen çok geç fark ederiz.
Anılar tarafsız belgelerdir ve sırf bu yüzden bile bizi çocukluğumuza, gençliğimize daha da önemlisi kentimize sürükleyen anılarımıza bir daha bırakmamak üzere sımsıkı sarılmamız gerekir. Houssaye’nin dediği gibi “Eski hatıralarımız yeni umutlarımız olmalıdır.” Yaşamımızın ne kadar uzun olduğunun, içindeki gün, ay, yıl sayısından çok, hatırladığımızda bize tebessüm ettiren, mutlu eden anılarımızın çokluğu ile ilgili olduğunu gerçeğini de bir an bile aklımızdan çıkartmamalıyız.
Çocukluk memlekettir, büyüdükçe uzaklaşır özleriz onu. Ve hayat bizim için gurbete dönüşür, ondan uzaklaştıkça. Nerede olsak, ne yapsak her yer, her şey gurbettir bize. Sözün kısası, büyümek gurbete çıkmaktır. Ama hangimiz bu gurbetten kurtulmak istemez, çocukluğumuza gidip derin bir "ah" çekmeyi arzulamayız ki. Hangimiz zamanı geriye sarıp “verin bana çocukluğumu, gerisi sizin olsun!” demeyiz ki.
Yaşadığımız büyük felaket sonrası, ne yazık ki artık bize anılarımızı hatırlatacak çok az şey kaldı bu şehirde. Şimdi yıkık dökük, kelimenin tam anlamı ile virane olmuş mahallemi geziyorum ve kendime rastlıyorum her sokak başında. Ona çok şey sormak istiyorum ama kelimeler boğazıma düğümleniyor, konuşmaya utanıyorum.
Körkütük hasret kaldığım, çocukluğumuzu, gençliğimizi, masumiyetimizi bıraktığım o mahallem, sadece çok özlenen bir hayal artık. O yıllara, o Malatya'ya bir daha asla dönülemeyecek olması yüreğimi sızlatıyor. Yitip gitmiş zaman ve artık çok uzakta, dört bir yana dağılan eski dostlara olan özlem yakıyor içimi. Gidenler boşluklarını bırakarak gidiyor ve o boşlukların içinde gittikçe artıyor yalnızlığımız, zaman ilerledikçe de çoğalıyor boşluğumuz. Ne biz eski biziz, ne de Malatya eski Malatya. Avucumuzdan uçup giden bir kuş misali, üzücü de olsa, sadece hatırlarımızda yaşıyor artık.
Ey! Çocukluğumun masal diyarı, anılarımın yitik şehri, Malatya. Elma dersem çık, Armut dersem de çık.