'Hayal Perdesi'nin Üç Güzel İnsanı
..Bu üç güzel insanın kalplerimizde bıraktığı sevgi dolu izler asla unutulmamalı..
Nezir KIZILKAYA nezir.kizilkaya@hotmail.com
2020 yılı Ocak ayı başlarında, bizden binlerce kilometre uzakta, Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir grip virüsünün ölümlere yol açtığını duyduğumuzda, hiç üstümüze alınmamış, üstelik insanoğlunun gözle görülmeyen küçücük bir canlıya karşı bu kadar çaresiz kalabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmemiştik.
Mart ayında iş biraz daha ciddileşmiş, bütün dünya “Covid 19” adını ezberlemiş ve tedirginliğin de ötesinde bir panik havasına kapılmıştı. Gözle göremediğimiz bu düşmanın sebep olduğu can kayıpları yaşanmaya başlayınca da tüm dünya gibi biz de bugüne kadar inandığımız ve uyguladığımız her şeyi terk ederek yeni bir yaşam tarzını kabullenmek zorunda kalmıştık.
Çok değil, daha altı ay önce bizden çok uzakta olduğunu düşündüğümüz bu virüs, artık ülkemizde, kentimizde ve mahallemizde de can kayıplarına yol açıyor. Bu acıyı bizlere yaşatan son can kayıpları ise sinemacı Yeşil ailesinden oldu. Baba Hüseyin Yeşil ile oğulları Zeki ve Hacı Yeşil bu virüs sebebiyle hayatlarını kaybettiler.
Geleneksel sinemacılığın son temsilcileri olan bu üç güzel insan, 1960'ların, 1970'lerin, 80'lerin naifliği ve içtenliği ile süslü günlerde, neredeyse kentin tek eğlencesi olan sinemalarda bu kentte yaşayan herkesin hayatına dokunmuş, beyefendilikleri, nezaketleri ve alçak gönüllülükleri ile onları tanıyanların sevgi ve saygılarını kazanmışlardı.
70 yıla yakın işletmecilik deneyimi ile Baba Hüseyin Yeşil ile nerdeyse sinemalarda büyüyen çocukları Zeki ve Hacı Yeşil, günümüzde sektörün hâkimi olan zincir sinemaların karşısında varlığını sürdürebilen nadir “müstakil” sinemacılardandı. Her zaman yeniliğin ve gelişmenin peşinde olan ve dokunduğu yere değer katan bu üç güzel insan beşeri vasıfları yanında, çalışmaları ile de yaşamımıza renk katmış, monoton olmaktan çıkartmışlardı. Onların sinemaları yaşamımızın içerisindeki molalardı. O sinemalarda geçirdiğimiz zamanlar güç, enerji ve motivasyon depolama anlarımızdı.
Bu üç güzel insanın kalplerimizde bıraktığı sevgi dolu izler asla unutulmamalı, beyefendiliğin, alçak gönüllüğün timsali olan bu insanların adına Malatya Uluslararası Film Festivalinde, onların hatıralarına yakışacak özel bir ödül tahsis edilerek onurlandırılmalıdır.
Bu vesile ile hazırlık aşamasında Zeki ve Hacı Yeşil ile fikir alışverişinde bulunduğum, yayınlandıktan sonra da çok beğendiklerini ifade ettikleri “Sinema Herşeyimizdi; Hayal Perdesinin Neşeli Yılları” başlıklı yazımı onların anısına bir kez daha yayınlıyorum.
Ruhunuz şâd, mekânınız Cennet olur inşallah.
***
Sinema Herşeyimizdi; Hayal Perdesinin “Neşeli” Yılları
Kendimi sımsıcak, yıldızlı bir yaz gecesinde buluyorum
Tahta sandalyelerin üzerinde, konu komşu cümbür cemaat
Bir film olmuş akıyor kocaman perdede çocukluğum
Yukarıdan aşağı çizgili, bir o kadar da hışırtılı.
Elimde kafama diktiğim buz gibi gazozum.
Ayhan Durmuş
Aslında çocukluk yıllarımızda sinemayı hayatımızın neresine koyduğumuzu, onu nasıl algıladığımızı kelimelere dökerek nasıl anlatabileceğimi ben de merak ediyorum. Günlük yaşantımız içinde, okul ve yapmakla yükümlü olduğumuz diğer görevlerimizin dışında kalan tüm zamanımızı kaplayan bir olguyu, sayılamayacak kadar çok alternatifin olduğu günümüz insanına izah etmek oldukça zor olacak gibi geliyor bana.
1960’lı ve daha önceki yıllarda doğanlar bilir. Malatya’da 1970’ler sinemanın altın çağı idi. Salonlar tıklım tıklım, sinemaların önü karaborsa bilet satıcıları ile dolardı. 1975 yılı Nisan ayından itibaren televizyon yayınları başlasa da, günlük 3 saatlik yayın ve son derece statik olan içeriği ile sinemaya henüz rakip olamamıştı. Sinemalar, her yaştan, her kesimden, zenginin, fakirin neredeyse herkesin tek eğlencesiydi.
O yıllarda Türkiye’nin en modern sinemalarından olan Büyük Sinemanın da açılması ile oldukça büyük bir sinema salonuna kavuşan Malatya, Can Sineması, İstanbul Sineması, Orduevi Sineması, Renkli Sinema, Yeni Melek Sineması ile tam bir sinema kenti görünümündeydi. Özellikle filmlerin vizyona girdiği ilk günlerde gişeler önünde, teşrifatçıların ellerindeki sopalarla düzene soktuğu uzun kuyruklar olur, biletler karaborsaya düşerdi. Zaman zaman önlem olarak bir kişiye 2 biletten fazla satış yapılmasa da karaborsacılar hemen her sinemada bilet satışına devam ederdi.
Havalar ısınıp, yazlık Pınar, Renkli ve Yeni Melek sinemalarının da açılması ile adeta Malatya’daki gece hayatı canlanır, genellikle ailelerin yoğun ilgi gösterdiği yazlık sinemaların çevresi karnaval yerine dönerdi. Bu arada şehir merkezi dışında Sıtmapınarı’nda, Yeşiltepe’de o semtlerin seyircisi için büyük şans olan sinemalar da vardı.
Yeşilyurt’taki “Gâvur Haci”ye ait yazlık ve kışlık sinema, Gündüzbey ve Eski Malatya’da açılan sinemalar, Darende’de, Arapgir’de, Pötürge’de hatta bir kez film seyretme şansı da bulduğum Akçadağ’daki sinemalar bile yoğun ilgi gören salonlardı. Zaten popüler olan sektör, Ramazan ve Kurban bayramlarında bir başka olurdu. Mutlaka büyük ve merak edilen prodüksiyonlar gösterime girer, bayram boyunca kolay kolay bilet bulunmazdı. Bütün sinemaların önü neredeyse bayram namazı sonrası girilen kuyrukların mahşeri kalabalığı ile dolardı.
Sadece sinemaların yakın çevresi değil, film afişlerinin topluca asıldığı yerler de bu yoğunluktan nasbini alırdı. Sabahları bazen sinema afişlerinin değiştirilmesine rastlar, heyecan içinde sinema görevlisinin eski afişi söküp rulo halindeki yeni afişi açıp asmasını beklerdik. Benim hatırladığım, şehirdeki bütün sinemalara ait afişlerin cam dolaplarda sergilendiği ilk yer, eski belediyenin karşısında, sonradan şimdiki Halkbank’a ait binanın inşa edildiği boş arsa idi. İşi gücü olmayanların, çizgi roman (Teksas-Tommiks) alıcı ve satıcılarının, açık sigaracıların, seyyar satıcıların ve de sinema meraklılarının doluştuğu, günün her saatinde canlılığını kaybetmeyen bu yerdeki afişler, daha sonra Hükümet Binasının Fuzuli Caddesindeki köşesine taşındı. Sinemaların bir bir kapanması ile de kendiliğinden kayboldu.
Tabelaların önünde rızıklarını arayan seyyar satıcılardan hatırlayabildiklerim, ciğer kebapçı Albay, Dondurmacı Bahri Usta ve kış mevsiminde salep, sıcak havalarda ise bici bici satan Neşeli Memet’di. Üçü de son derece özgün kişiliklerdi. “Albay”a itiraz edilemezdi. Dondurmacı Bahri Usta biraz daha esnek sayılırdı. “Neşeli Memet” adı gibi neşeli, çevresine pozitif enerji veren hepimizin sevgilisiydi. Yaz mevsiminde tamamı süt beyaz; Ayakkabı, şalvar, gömlek ve kasketten oluşan kostümünü havalar soğuyunca, yani salep satışına başlayınca, siyahları ile değişirdi.
Dönelim yeniden sinema salonlarına. Lambaların sönüp, perdelerin süzülerek iki yana açılması ile birlikte önce film makinesinde dönen makaraların sesi duyulur, salondan çıt çıkmaz, herkes filmi yaşamaya başlardı. O anda karşımızdaki “hayal perdesi” yaşamımızın en önemli parçası haline gelir, bizi filmin öyküsünün içine hapsederdi. Kötü adam yuhalanır, filmin kahramanı her olumlu hareketinde avuçlar kızarana kadar alkışlanırdı. Konusu ne olursa olsun, her film kendi seyircisini bulur, tam bir şölen kıvamında zaman akıp giderdi.
Ertem Eğilmez imzalı içimizi ısıtan o sıcacık aile filmleri, Cüneyt Arkın’ın Kara Murat, Malkoçoğlu ve Battal Gazi serileri, Kartal Tibet’in Tarkan ve Karaoğlan’ları, Yılmaz Güney’in avantürleri, unutulmaz şarkıların filmleri ve aklımızı başımızdan alan kovboyların at sürdüğü westernler bizi bu dünyadan alır hayal ülkesine götürürdü. Hele de o Battal Gazi filmlerinde her Malatya kelimesi geçişinde salon alkış sesleriyle inlerdi. Filmde sesin gitmesi ya da filmin kopması gibi aksaklıklarda bütün salon “Makinist” diye bağırır, hayal ülkesine yaptığı yolculuğun kesintiye uğramasına tahammül edemezdi.
Seanslar; 10.30, 12.30, 14.30, 16,30, 18.30 ve 20.30 ya da 21.00 (Mevsimine göre) saatlerinde olur, nedense 12.30 ve 16.30 seanslarına fazla rağbet olmazdı. Çarşamba resmi olarak talebeye tenzilatlı idi ama öğrenci-sivil herkes tenzilatlı girerdi. Bazen de (Sadece balkonu olan sinemalar için) “Balkon Bayanlara” olurdu. Aileler genellikle “Loca” da seyrederdi. İlk perdenin bitmesiyle, daha ışıklar bile yanmadan salonda, sinema perdesinin hemen önünden gelen güçlü bir “Gazooooooz” narası duyulur, elindeki açacak ile şişelere vurarak satış yapan satıcıdan alınan gazozlar yudum yudum ve son derece kontrollü içilir, ne kadar kaldığı sürekli kontrol edilerek film sonuna kadar bitmemesi sağlanırdı.
Bu arada “Orduevi Sineması”na ayrı bir parantez açmak istiyorum. Aslında bu sinemada popüler yıldızların (Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney vb.) filmleri pek oynamazdı. Daha çok yabancı filmler gösterilir, nadiren oynayan western filmleri de bizi oraya çekerdi. Orduevi Sineması’nı tercih etmemizin iki temel nedeni vardı. Birincisi şehirdeki sinemalardan yarı yarıya ucuz oluşu, ikinci ve bana göre daha önemli sebebi ise teşrifatçı ücretinin ve teşrifatçıların kötü muamelesinin olmayışı idi. Diğer bütün sinemalarda disiplinin sağlanması adına teşrifatçıların astığı astık, kestiği kestik tavırları, özellikle de çocukları oldukça ürkütürdü. Tabi bütün teşrifatçıları bu şekilde tanımlamak haksızlık olur. Özellikle Renkli Sinema’da Rahmetli Ayhan Tetik (Amigo Ayhan) yumuşak ses tonu ve büyük küçük herkese karşı gösterdiği saygılı tavrı ile kalplerimizi fethetmişti.
Sinemaya gidenler, seyrettikleri filmleri mutlaka mahallede diğer arkadaşlarına canlandırarak anlatır, herkes onu filmi seyredercesine can kulağı ile dinlerdi. Hatta hepimiz o filme gitmiş olsak dahi karşılıklı olarak yine de anlatılır, filmin anlatımının sona ermesi ile de ciddi bir senaryo tartışması başlardı. Senaryoda beğenilmeyen (Hele de kahraman ölmüşse) kısımlar eleştirilir, olması gereken şekli ortaya konulurdu. İyilerin kaybetmesine asla tahammül edilmez, hikâyeler, onları sonsuza kadar yaşatacak şekilde değişikliğe uğrardı.
Sinemaya gitmek için alınan risklere örnek olması açısından bir anımı aktarmak istiyorum. Sinemaya genellikle beraber gittiğimiz mahalleden ve Hasan Varol Orta Okulundan sınıf arkadaşım Mehmet Turan (Prof. Dr.) ile sabahçı olduğumuz zamanlar 14.30 seansına, öğlenci olduğumuz zamanlar ise 10.30 seansına giderdik. Sabahçı olduğumuz zamanlarda problem yoktu ama öğlenci olduğumuz zamanlarda 10.30 seansından çıkışımızda çoğu zaman ders başlamış olurdu. Ancak Mehmet hem sınıf başkanı, hem de çalışkan bir öğrenci olduğundan Hasan Varol’un o disiplinli hocaları bile, derse 5-10 dakika geç gelmesine ses çıkarmazlardı. Beraber geç kaldığımız için aynı hoşgörüden ben de faydalanarak olası bir cezadan yırtardım.
Son olarak da Renkli Sinema’da kulak misafiri olduğum bir diyalogu aktararak o zamanlarda sinemanın nasıl algılandığı ile ilgili bir fikir vermek istiyorum. Yine perdede oynayan bir filme kendimizi kaptırmış, neredeyse nefes dahi almadan büyüsüne kapıldığımız sahnelerin içine atmıştık kendimizi adeta. Filmde ıssız bir yerde, bitkin ve yarı çıplak halde bulduğu genç kızdan faydalanmak yerine pardösüsünü çıkartıp genç kızın üzerini örten ve onu ailesine teslim eden oyuncu ile ilgili olarak arka sıramda oturan arkadaşlardan biri diğerlerine döndü ve ağzından şu kelimeler döküldü: “Bakın! Hiçbir şeye tenezzül etmedi. Herhalde belli yerin oğlu”
karanlığa dağılan o çocuk ben miyim
beni mi kovalıyor tabancalı adamlar
ıssız sarayların güngörmez prensiyim
yalnızlığımı belki de aşk tamamlar
bilmek zor hangi filmin neresindeyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar
Atilla İlhan
***
Önce 64 yaşındaki küçük oğul Hacı Yeşil'i, 4 gün sonra da 1'er saat arayla 66 yaşındaki büyük oğul Zeki Yeşil ve 87 yaşındaki baba Hüseyin Yeşil'i kaybettik. Bu güzel insanlara bir kez daha rahmet diliyorum.
______________
FOTOĞRAF: Zeki Yeşil (soldaki), Hacı Yeşil (sağdaki) ve Hüseyin Yeşil