SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Almanya, Acı Soğan!

A- A+ PAYLAŞ

Almanya, Acı Soğan

Bülent KORKMAZ/Almanya

           

Çocukken, belki aynı yanılsamayı yaşayanlarınız olmuştur, Almanya’nın Türkiye’ye bağlı bir vilayet olduğunu sanıyordum. Çevremizde o kadar çok Almanya lafı ediliyor, “filanca Almanya’ya gitti, falanca Almanya’dan geldi” deniyordu ki, çocuk aklım koca memleketi (merhum Doğu Almanya hariç) Çorum, Sivas, Muş ve benzerleriyle aynı kategoriye sokmuştu.

 

Büyüdük gördük ki, Almanya hem bize bağlı; hem de bağlı değil. Daha doğrusu, 60lı yılların başından itibaren, Sirkeci’den “Garp Ekspresi” ile ekmek parası uğruna Anadolu’nun dağlarından, ovalarından yola çıkıp, ömründe köyünden kalkıp bağlı olduğu ilçeyi, şehri bile görmeden Berlin’e, Viyana’ya, Paris’e gidenler, “ha bugün, ha yarın döndük, döneceğiz” diyenlerin bir bölümü bize bağlı; bir bölümü ise, değil…

 

Kısa süreli Almanya seyahatimiz, bize bilgimizin sınırlarını aşan yorumlar yaptırmamasını diliyoruz. Sadece gözlemlerimizi aktaralım, birlikte bazı noktaları düşünelim, tartışalım istiyoruz. Bunları yaparken, neyin doğru olup olmadığını saptamada ortaya koyduğumuz yaklaşımı kısaca belirtelim:

 

Doğru, doğrudur; yanlış, yanlış. Görecelidir, değişmezlik içermez, durağan değildir; ama doğru, doğrudur. Bir şeyi Alman da yapsa/yapmasa veya Türk yapsa/yapmasa ya doğrudur ya da değildir. Yeryüzünde herhangi bir millet, kişi, kültür vesaire bakıp “Bunlar bunu yapıyor. Bu, kesin doğrudur” diyemeyiz. “Bu millet yaramaz. Bunlar ne yapsa, yanlıştır” görüşünü de ileri süremeyiz. Doğru, kişisel (sübjektif) değerlendirmelere bağlı değildir; nesneldir.

 

Basit bir örnekle açıklarsak; yere tükürmek Almanya’da da, Türkiye’de de lamalık bir harekettir. Türk veya Alman tükürünce, doğru veya yanlış olmaz.

 

Ölüler Sanıyormuş ki, Diriler Her Gün Helva Ekmek Yiyor

 

Almanya’da yaşayanlar, Türk olsun, Alman veya başka milletten, her gün helva ekmek yemiyorlar. Hayat çok zor. Adamlar, kuşkusuz, yüzyılların kültürel ve akılsal birikimini teknoloji, hukuk, düzene yansıtıp belirli bir yaşam kalitesini tutturmuşlar. Ama bunu tutturmak pestillerini çıkarmış, bugün korumaya çalışmaksa annelerinden emdikleri sütü burunlarından getiriyor. Biz Türklerin en kötü huylarındandır; ağaca değil, meyveye bakarız. Eminim, şu anda Türkiye’de azımsanmayacak sayıda insan Avrupa’ya kapağı atıp, hayatını kurtarmanın (!) hesaplarını yapıyor. Yaşam tarzı olarak Avrupa kültürünün tam tersi bir anlayışa sahip bizlerin, Avrupa Birliği’ne girme hususunda çoğunlukla istekli olmasının temelinde işte bu hayalperestlik yatıyor.

 

Sanki kafamızda canlandırdığımız AB kalitesinde bir yaşamı kendimize layık görüp kurmak istedik de, kolumuza nacak, ayağımıza balta mı vurdular? Yarın öbür gün AB pasaportunu cebimize koyacağız, yan gelip yatacağız.

 

Yok, öyle bir şey!

 

Almanya’da yaşayanlar, ortak para birimi Euro’ya geçildikten sonra ekonomide durgunluk yaşandığını, işlerin kesat olduğunu söylüyorlar. İşsizlik, Avrupa ülkelerinin tamamında sorun. Yetenekleriniz üst düzey olsa bile işsiz kalabiliyorsunuz.


Ayrıca, öz Türkçesi:

 

Burada evinize ekmek götürmek için, eşeği boş verin, katır, at, fil, gergedan gibi çalışmak zorundasınız. Sadece çalışarak ayakta kalınsa iyi! Yalan söylemeyeceksin, dürüst olacaksın, makam mevki için Bavyera eyaletinden bakan ayarlamaya çalışmayacaksın, hakkın olmayana el uzatmayacaksın, izin verilmeyen mekânlara girmeyeceksin, trafik kuralları başta olmak üzere toplumun huzuru için konulmuş her kurala bihakkın uyacaksın, kurnazlığın en büyük geri zekâlılık olduğunu kafana sokacaksın…

 

Günümüzde her ulus ekonomik geleceğini önce kendi topraklarında aramak zorunda.

 

Çaresiz insanlarımızın gurbet ellerde gelecek aramasını anlayışla karşılayabiliriz. Çünkü, Türkiye’de emeğinle, çalışarak, mücadele ederek bir yerlere gelme imkân ve olasılığı çoktan ortadan kaldırıldı. Sevgili dostum, özgün insan Hikmet Alkan’ın ifadesiyle, “birinciye de dolmakalem, dördüncüye de dolmakalem…” durumunda bile değiliz. Türkiye’de, işini uyduran, adamını bulan dördüncüye dolmakalemi altın tepside sunuluyor, birincilere kırık, çöpe atılacak kutusu bile çok görülüyor. Böyle bir ortamda insanlar geleceğini Almanya’da da ararlar, Jüpiter’de de…

 

Ama işte öyle olmamalı, olmuyor, olmayacak.

 

Anadolu’nun ağacı, ormanı bulunmayabilir, ren geyikleri sürüler halinde dolaşmayabilir, yazın dondurur, kışın yakar, şöyle cennet böyle cennet tanımlamaları benim gibi birkaç aklıevvelin lafıdır. Ancak, Anadolu bizimdir, bizim tek geleceğimizdir. Söylediklerim basmakalıp gelebilir, belki de öyledir. Fakat bize şu tarih şu dakika itibarıyla Anadolu’dan başka vatan yok, olmaz, yapamayız. Ne yapacaksak, neyi düzelteceksek, bu topraklar üzerinde düzeltmek zorundayız. Onda hiçbir çirkinlik yok, sizleri bilmem, benim için “ne Nemrut tanımış, ne İskender” bu memleketin kıraç dağları, zehirli yılanları, fareleri bile güzeldir, çakıl taşını hiçbir hisse senedine değişmem; ne yamukluk, yumukluk varsa bendedir, bizdedir. Keseri de, sapını da kafamıza vurmadan, “biz ne yapıyoruz, kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz” demeden, özümüzle tepeden tırnağa hesaplaşmadan, düzelemeyiz, düzeltemeyiz, düzeltemezler, düzeltmezlerrrr…

 

Sonra başkaları istedi, ittirdi diye bir şeyleri düzeltmek ne büyük ayıptır, garipliktir? Mavi Gezegen’in herhangi bir noktasında, insanlık bir güzellik, hoşluk yaratmışsa, ona biz de layığız, benimsemek zorundayız. Bunu Avrupa, Asya, Amerika, Transilvanya Birlikleri istedi diye yapıyorsak, ne ayıp!

 

Biraz Gurbetçileri Dinleyelim

 

“Alamancı”, “Gurbetçi” gibi tanımlamaların yurt dışındaki yurttaşlarımızı rahatsız ettiğini biliyoruz, ama başka nasıl söylenir, onu da bilmiyoruz.

 

Avrupa Malatyasporlular Derneği’nin gecesinde, Malatyalılarla epey sohbet imkân etme imkânı bulduk. Malatyalılar, Berlin, Hamburg, Mannheim ve Köln’de Malatyalılar Derneği kurmuşlar. Bu arada bir özür beyan edelim: Malatyaspor yöneticisi Halil Üstündağ Bey’le sohbetimizde, Almanya’daki Malatya Derneklerini sayarken Mannheim Derneği’ni unutmuş, yanlışlıkla Hannover yazmışım. Hannover’de dernek yok. Tamamen benim hatam. Ömrü hayatımızda bir Alamanya gördük, onu da yanlış görmüşüz! Buradan Mannheim Derneği’ne selam gönderelim.

 

Gecede tanışıp, sohbet ettiğim hemşerilerimizden birkaçının ismini sayayım: İsmet Avşar, İbrahim Aybek, Mahmut İlhan, Tahir Pektaş, Rahmi Kınay, AMD’den Ekrem Aybek, Mehmet Salih Gökçe (Çetin), Ahmet Ay… İsmini anımsayamadıklarım kusura bakmasınlar; hepsi memleketi çok özlüyorlar, herkese selamları var. Ayrıca, Yeni Malatya’da çalıştığım yıllarda sevgili Ali Aladağ’ı düzenli olarak ziyaret eden Hidayet Yiğit (Köln’deki derneğin başkanı) ile neredeyse 20 yılda ikinci kez gördüğüm Malatyaspor’un eski oyuncularından sevgili Ali Uçbağlar’la karşılaşmak güzel sürprizlerdi. İlk bakışta Hidayet Bey beni, ben Ali Bey’i tanıyamadım. Hepimiz değişmişiz, zamana direnebilen ne var ki?

 

Aradan on yıllar geçmiş, ama bu insanların aklı hep Malatya’da. Kafalarında bıraktıkları bir Malatya imgesi ve onun yarattığı bir özlem var. Gülmeyi seven, hep gülsün, İbrahim Bey isim isim sayıp “şu nasıl, bu nasıl?” diyerek memleketin her daim anason kokan elemanlarını soruyor. Zaten kendisinin de aslan sütüyle arası iyi. Malatya hikâyelerine bayılıyor. Bir hikâye kendisi anlatıyor, bir de bizden istiyor. İyi de ben anlatamam, çat-pat yazarım. Sohbet sırasında, Malatya’nın eski Malatya olmadığını, hatta “Malatya’da Malatyalılar Derneği” adıyla dernek kurulduğunu söyleyince İbrahim Bey atıldı: “İlk gelişimde bu derneğe üye olacağım”. Başkan Raşit Kısacık ağabeye rezervasyon yaptırması için ricada bulunma sözü verdik.  Ancak, İsmet (Yalvaç) ağabey söylemişti, geçenlerde.. "Raşit abi, derneğe su katmış.. Son yönetimde Malatyalı olmayan isimler var.. Sorduğumda, 'Malatya'da Yaşayanlar' olarak ölçüyü değiştirdiklerini söyledi.." demişti. Bunu da belirtelim..

 

Bu insanların bu dernekleri kurmasının kendilerine şahsi yarar sağlayacağını sanmıyorum. Derneği basamak yapıp Almanya’da ihale alamazlar, milletvekilliğine aday olamazlar, belli bir düzen kurduklarından Türkiye’ye gelip ranta dönüştürmeleri çok zor. Şaka bir yana samimi duygularla, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bu güç, araya bizim habis hastalığımız “sen baş, ben baş, soğan da bir baş” karışmazsa, Malatya için çok daha büyük yoğunlukla hayır hasenat işlerine dönüştürülebilir. Malatyalı gücünü sadece Malatyalı olarak algılamayın; kurulan ilişkiler, Alman dostlar, Türkiye’yi seven, yardıma hazır çok sayıda Alman var.

 

Ne var ki, büyük çoğunluğun derneklerle ilgisi yok; olmalarını da bekleyemeyiz. Çoğu işinde gücünde, geçim derdinde. Hayat zor. Sonra ikinci, üçüncü kuşak Türklerin memleketlerine duygu bağının yüksek olmasını beklemek doğru değil. İnsanın oluşumunda asıl olan coğrafyadır, topraktır. Doğup, büyüdüğünüz yer sizi birey olarak oluşturur, geliştirir. O kültürün evreninde güler, ağlar, oynar, sevinir, üzülürsünüz.  Anan-baban 30 sene önce yükünü denk edip gurbete gitmiş, sen orada doğmuş, o kültürle, dille büyümüşsün, memlekete iki-üç senede bir uğramışsın, denk düşmüş Helga veya Hans’a damat veya gelin olmuşsun, sonra da köyünün sorunlarına kafa yoracaksın. Olmaz.

 

Gerçi Sinoplu sevgili Gülnur’un aktardığına göre, yıllarca Almanya’da yaşayıp, seçim zamanı erinmeden köye gidip, muhtarlık seçimlerinde propaganda yapan, oy kullanan kardeşlerimiz varmış. Neylersin? Yurdum insanıdır, normaldir.

 

Dedemin Eşeği ve Avrupa Merkez Bankası

 

En başta diyelim… Bu bölümü yazmama sebep olan, Orduzu eşrafından, anavatanım Çırmıhtı’ya dost ve kardeş ülke Kündübegli Berber ailesinin damadı Halil Üstündağ Ağabey.

 

Merhum dedem Cumali Kavılı 1948 yılında mı ne Barguzu’da (Bostanbaşı) 6 dönüm bir bahçe almış. Yukarı Banazı, Ardıçtepe gibi yerlerde üzüm bağı da var. Gençlikleri savaşla geçmiş, uzun yıllar kerestecilik yaparak (makine nerde? Her şey el emeği, soğuk suların içerisinde odunları naklederek tükenen bir ömür) geçim sağlamış; bu arazileri “yaşlanır elimiz eteğimiz tutmazsa, üzümle, elmayla geçimimizi sağlarız” diye almış. Geçimden kasıt, aç kalmamak. Nisan 68’de dedem ölünce, bağ-bahçe kalmış ortada. Ama benim merhum yiğit anneannem Zeynep işlerin peşini bırakmamış, kendi halinde özellikle Barguzu’daki bahçeye gidip gelir olmuş. Çocukken oralara fazla gidilmezdi, adını duyardım, bir gün anneannem, kod adıyla Zeynep Bibi, “seni Barguzu’ya götüreceğim” dedi. Dünyalar benim oldu. 6, bilemedin 7 yaşındayım. Dedemden “teberik” eşeğin sırtına beni bindirdi, yola çıktık. İnanılmaz uslu bir hayvan, tıngır mıngır gidiyoruz. Çırmıhtı, Gedik, Barguzu meydan, caminin yanından sağa kıvrıldık, yemyeşil bahçelerle çevrili, dar bir yola girdik. Keyfim Kral Faruk’ta yok. Hayvan, dolambaçlı bir yola girip, bir sağ, bir sol derken, anneannem gözden yitti. Ne oluyor, ne bitiyor dememe kalmadı, korktum, eşeği durdurdum, sırtından indim, yularına yapıştım, ufak bir dal kıpırdaması bile ürpermeme yol açıyor, öylece bekliyorum. Biraz sonra anneannem yüzünde eksik olmayan gülümsemesiyle geldi, “Sen eşşege bin, get. O yolu bülüyü” dedi. Öyle yaptık. Hayvan gide gele yolu ezberlemiş, dere tepe düz gittik, bir süre sonra bizim bahçenin önünde durdu.

 

Halil Bey, Frankfurt’u fazla bilmemekle birlikte, beni dolaştırdı ha dolaştırdı. Amaç, gezelim, gözleyelim. Sağ olsun, iyi de yaptı.

 

Ne orada ne başka yerde, bir tek kişi kornaya basmıyor. Yollar gayet düzenli. Tren ve tramvayla her yere gidebilirsiniz. Sokaklar kalabalık değil. Tabela kirliliğini ortadan kaldırmışlar. Yürürken kafanıza sac metal tabelaların düşmesinden korkmuyorsunuz; sadece apartman/bina girişlerinde firmaların adları sanları yazılmış. En önemlisi ise, trafiğe kapalı geniş alanlar yaratmışlar. İnsanlar oralarda, yürüyor, oturuyor, sohbet ediyor, çocuğunu, köpeğini gezdiriyor. Ayrıca, televole olmasın, herkes kendi halinde, istediği gibi giyiniyor, kimsenin kimseyle derdi yok. Af buyurun, 80li yılların lüzumsuz neşriyatından yayılan “Helga, Memet’e hayran kaldı” çirkefinin bozduğu akıllar fena halde yanılıyorlar.

 

Beni ve Halil Bey’i asıl şaşırtan ne oldu biliyor musunuz? Yol bulma konusunda inanılmaz kötü olan ben, bir süre yaşadığı İstanbul’da, sayısız kereler gittiği Ankara’da halen yol soran ben, Malatya’da Şire Pazarı, Bakırcılar Çarşısı gibi yerlerden geçerken birçok kez şaşırıp yanlış sokağa giren ben, Frankfurt’ta o kadar dolaşmadan sonra arabayı park ettiğimiz yeri buldum. Yani, Halil Bey’e deplasmanda ben rehberlik yaptım.

 

Tam bunlar olurken Avrupa Merkez Bankası’nın orada bir yerdeydik, yukarıdaki ‘Eşeğim ve Ben’ öyküsü aklıma geldi; Halil Bey’e de aktardım.

 

Bunu benim yol bulma zekâmın aşama kaydetmesiyle değil, şehrin düzeniyle açıklamak zorundayız. Adamlar göz kirliliğini, düzensizliği ortadan kaldırmışlar. Şehir demek, gürültü, patırtı demek değil, onca dinamizmin arasında dinginlik demek. Şöyle kafanızı kaldırıp baktığınızda aradığınız yeri kolayca bulabiliyorsunuz.

 

 

Yazının başlığına şair Haydar Gedikoğlu’nun, Almanya Acı Vatan, şiirinden esinlenerek Almanya, Acı Soğan dedik. Akıldan çıkarmamak lazım: Soğan, acı olabilir, kokusu rahatsız eder. Ama aynı zamanda lezzettir, tattır, onsuz olmaz.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları