SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Para Var, Huzur Yok

A- A+ PAYLAŞ

Bülent KORKMAZ

deybayah@gmail.com

 

1990lı yıllar… Yeni Malatya gazetesinde kadrolu, Hürriyet Gazetesi’nin Malatya bürosunda kaşeli muhabir olarak çalışıyorum.

 

Birincisinde fazla durduğum yok, ilk fırsatta işleri bitirir bitirmez ikincisine koşuyorum. Çünkü orada ortam çok daha iyi. Doğru dürüst oturacak yerimiz var; çaycımız Cemal Beg 10 dakikada bir servis yapıyor; komşumuz Halil Ağa ziyaretini eksik etmeyip esprileri ve küfürleriyle (bize değil ama) dünyamızı aydınlatıyor; gazete ve dergileri takip edebiliyoruz; fotoğraf konusunda yörenin bir numaralı basın kuruluşuyuz…

 

Ayrıca; Elazığ, Tunceli ve Adıyaman’ın da bağlı olduğu Hürriyet bürosunda şefimiz İsmet Yalvaç’ın önderliğinde “gazetecilik” yapıyoruz. Bildiğiniz gazetecilik: Beş Ne Bir Ke (Ka değil). Haberi yazarken “şu ne der, bu ne demez; filancanın haberini yazarken şuna buna dikkat edersek bol reklâm alırız veya alamayız” gibi dertlerimiz yok. Ekipte herkes işini ve sorumluluğunu biliyor; üzerine düşeni yapıyor. Reklâm için gelenleri hemen girişteki sevgili Ahmet Özdemir’e havale ediyoruz. Gayet sabırlı bir insan olan reklam sorumlusu Ahmet Beg’in büroya boş-beleş işler ve sohbetler için gelenleri “eglemek” gibi bir misyonu daha var. Tek yaptığı iş, karşı taraf vır-vır-vır konuştukça, “evet”, “tabi efendim”, “evet öyle, kesinlikle”, “haklısınız” diyerek oyunu soğutmak, topu sürekli taca vurmak…

 

Omuzda fotoğraf makinesi, o haberden bu habere koşturuluyor, dia veya siyah beyaz filmler bürodaki minik laboratuarda banyo ediliyor, renkli negatifler fotoğrafçıda karta basılıyor, daktiloda haberler yazılıyor (bilgisayar denen şeytan icadı son zamanlarda gelmişti ben bir türlü çözememiştim), haberler teleksle, faksla geçiliyor. Fotoğraflar haberin acilliğine göre ya tele foto ile hemen geçiliyor ya da uçakla İstanbul’a veya bölge baskısı için Beydağı ve Aksoğanoğlu Zafer Seyahat otobüsleriyle Adana’ya gönderiliyor.

 

Anlayacağınız, hem eğleniyor hem çalışıyoruz.

 

Benim için eğlence işyerinin ötesine taşınıyor, ilçemde devam ediyor. Apayrı bir yazı konusu olan Gençler Kıraathanesi ‘lüküs’ değil ama neşeli bir hayat sunuyor bizlere. Ağzıma sigara koymadığım, kâğıt ve taşlarla oynanan oyunlara elimi sürmediğim halde, her biri bir diğerinden merdane karakterlerin cirit attığı kahveye uğramadan edemiyorum. Öyle bir mekân ki, bırakın sinema ve tiyatroya gitmeyi televizyon izlemeyi dahi gereksiz buluyorsunuz.

 

Kahvenin karakter oyuncularından biri, ismi bizde kalsın ki yetişmiş bebeleri Internet’e girip pederleri cahillik zamanında ne iş etmiş öğrenmesinler, kahvenin kapısından içeri adım atar atmaz, içli bir sesle “Para var, huzur yok! Para var, huzur yok” diye hayıflanıyor. Bunu duyan kahve sakinleri şaşkınlıkla elemanın yüzüne bakıyorlar. Çünkü huzur arayan elemanımızın parayla işinin olmadığını, daha doğrusu parasının olamayacağını biliyorlar. Her türlü işe girmiş, uğraşmış, didinmiş, yurtdışı faaliyetinde bile bulunmuş ama olmamış.

 

Günlerden bir gün Hürriyet'te otururken, büronun acar muhabirlerinden sevgili ağabeyim Aziz Alkan elinde fotoğraflarla içeri girdi. Emniyet Müdürlüğünden geliyordu. Yine birileri nahoş işlere karışmıştı. Gazeteciler için bu tür işler rutin bir haber takibinden başka bir özellik taşımadığından neyin ne olduğunun ne üzerinde durdum, ne merak ettim. İsmet abi “şunlardan biri senin köylün, tanıyor musun?” mealinde seslenip teşhis isteyene kadar sandalyemden kalkmadım bile. Fotoğrafların sergen olduğu masanın yanına vardım ki ne göreyim? Bir grup yurttaşımız, Merkez Bankası’nın cevaz vermediği bir matbaada veya kendi temin ettikleri alet edevatla çalışıp çabalayıp epey bir miktar eski Türk Lirası bastırmışlar. Türk Ceza Kanunu bu eylemi ‘kalpazanlık’ kapsamında değerlendirdiğinden devreye giren teşkilat, paracıklar piyasaya sürülmek üzereyken işi bozmuştu.

 

Birkaç günden beri kahveye gelip “para var, huzur yok” diye içli bir sesle söylenen bizim eleman da heyetin içindeydi. Adamın boşu boşuna dertlenmediği şimdi anlaşılmıştı. Gerçekten para vardı ama piyasaya sürülüp nakit ve/veya emtiaya çevrilemediği için huzur bulunamamıştı.

 

Tüm bu olanları niye anlatıyorsun, bize ne demeyin: Küresel ısınma diye bir şey var.

 

Aklımda yanlış kalmadıysa sevgili Selçuk Erdem’in bir karikatürüydü: Birkaç dinozor bir odada toplanmış. Odada bir sehpa, sehpanın üzerinde bir telefon var. Telefon çalıyor. Dinozorun biri kaldırıyor; karşıdan bir ses tek bir cümle söylüyor: “hepiniz öleceksiniz”

 

İnsanoğlunun doymak bilmeyen tek organı, yani ‘açgözü’, emektar gezegenimizi öyle bir hale getirdi ki, bizzat baş kirleticinin memleketinden etkin-yetkin bilim kuruluşları bile küresel ısınma konusunda “kıyamet koptu kopacak” manasında ibadullah araştırma yayınlıyor, açıklama yapıyor ama…

 

Olmayan ihtiyaçlar yaratan, asıl hedefi sonsuz tüketimi gelişme-kalkınma laflarıyla örtbas eden, nimetleri ülkesel ve bireysel düzlemde zengine verip külfeti fakire yüklenen ekonomik yapı geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimizi gösteriyor.

 

Zengin-fakir, genç-yaşlı, Müslüman-Hıristiyan-Budist, zenci-beyaz, Arap-Eskimo herkes için dönüşü olmayan bir yol…

 

Öngörülenler doğru çıkarsa, çıkmayacak gibi gözükmüyor, ortaya çıkacak iklim değişiklikleri ve bunların yaratacağı felaketler sadece belli bir coğrafyayı mı etkilemeyecek. Bildiğimiz Doğa Ana hem bereket hem felaket dağıtmada adildir. Irk, din, dil, cinsiyet, arazi farkı gözetmez; hakkını verir. Küresel ısınmanın tetikleyeceği ve insanoğlunun hazır olmadığı felaketler zinciri doğu-batı, kuzey-güney her yeri, hepimizi vuracak; belki de yeryüzü kuş uçmaz-kervan geçmez gezegenler listesine dâhil olacak.

 

İyi de bizim gibi sıradan beyinlerin farkında olduğu baş kirleticiler ve sözde gelişme pastasından pay kapmaya çalışan küçük kirleticiler olacakların farkında değiller mi?

 

Özellikle baş kirleticiler kirletmekten vazgeçmediğine ve son hız kirletmeye devam ettiğine göre acaba bizden bir gizledikleri mi var? Uzayda bir yerde yaşam buldular, oraya göçecek uzay dolmuşlarını da yapıp otoparka koydular, küresel felaket başlayınca “alın atınızı, yemişiz gezegeninizi” diyerek yola mı koyulacaklar?

 

Sanmıyoruz. Ama bu soruların yanıtının yurdum Anadolu’nun topraklarında gizli olduğunu biliyoruz.

 

Anadolu’nun ölü gömme adetlerindendir. Kabre indirilen ölünün gözüne toprak koyarlar, gözünü toprak doyursun diye. Nedendir bilinmez, daha eskiden ölünün iki gözünün üstüne para da koyarlarmış. “Aman, aman gözünü açmasın, hortlayıp aramıza dönmesin” diye olsa gerek.

 

Kirletenlerin, işin ucu bir gün kendilerine değmeyecek sananların aptallığının arka planında yatan budur işte!

 

İnsanı insan yapan, yetinmesini bilen, paylaşan, komşusunun tavuğu bile açken kendisi tok yatmayan, kendi asıl mutluluğunun başkalarının mutluluğunda yattığının farkında bile olmayan, paranın kör ettiği kalpazan ekonominin elemanlarından “yahu bir yerde hata yapıyoruz” diye özeleştiri yapmalarını beklemekse bizim aptallığımız oluyor.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları