SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Annem, Babam ve 'Uyuyan' Malatya'm

A- A+ PAYLAŞ

Bülent Korkmaz yazdı

korkmazbulent@gmail.com

 

“Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.

Aynı mahallede kocayacaksın;

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka şey umma.”

Konstantin Kavafis

 

***

 

Yazar Necati Güngör, doğup büyüdüğü kent Malatya’yı anlatan bir kitap yazmış. Kitap, yukarıdaki dizelerle açılıyor. Kapağında, Orhan Apaydın'ın artık "Mazideki Malatya" klasiği haline gelmiş, şimdi olmayan "Halfettin Cegeti (Sokağı)"nin fotoğrafı var. Ve sayfaları Celal Yalvaç arşivinden "eski" Malatya fotoğraflarıyla bezeli... Adı, ‘Annem, Babam, Malatya’, 231 sayfa, Heyamola Yayınları basmış. Kitabın arka kapaktaki tanıtım yazısında “yazarın çocukluğunun izini sürerken, bir kentin tepeden tırnağa bütün yaşamının resimini çizdiği” söyleniyor. Necati Bey “İstanbul dışında, gündelik ve genel yaşamıyla böyle ayrıntılı biçimde anlatılmış kentler var mı, bilmiyorum? Ahmet Rasim, Refik Halit gibi yazarlar eski İstanbul’u nasıl ölümsüzleştirmişlerse, çocukluğumun masal ülkesini öyle canlandırmak istedim” demiş.

 

Buraya kadar olan bilgilere, kitabı alıp arkasına baktığınızda veya Internet üzerinden aradığınızda ulaşabilirsiniz.

 

Kitabı okuyanlardanız. Tekrar sayfalarını karıştırdık. Okumak zorunda olduğumuz diğer kitaplardan peşinen af dileyerek, fırsat oldukça bir daha okumak istiyoruz.

 

Ortaya çıkan eserle ilgili, öz düşüncemizi merak ediyor musunuz?

 

Ben diyeyim, muhteşem; siz deyin, olağanüstü; öteki desin, çok güzel; beriki desin, yazanın da yazılmasına vesile olanın da eli ayağı dert görmesin!

 

“Eski” Malatya’ya ilişkin, ne ararsanız, duru, akıcı bir dille kaleme alınmış. Ayrıntılar, ustalıkla yazıya dökülmüş. Ayrıntı bazen sıkar; ama burada sıkılmıyor, tam tersi haz alıyorsunuz. Yazarın belleğinden süzülenler Beydağı’nın Karlık Balı kıvamı ve lezzetinde. O kadar şeyi nasıl unutmamış, hayret! Sanki Necati Bey beyninin bir yerine 100 gigabaytlık bilgisayar hafızası taktırmış, yaşadığı her şeyi öylece kayda almış! Şaka bir yana, yazarın çocukluk ve delikanlılık yılları  ‘çarşıda’ babasının dükkânında çıraklık yapması, gözlem yeteneği, öğrenme arzusu, okuma aşkı kitabın temellerinin o günden atılmasını, günümüzde vücut bulmasını sağlamış.

 

Bence kitabın asıl güzelliği, nesnelliğinde yatıyor. Yazar, olayları aktarırken hiçbirimize şirin görünmenin derdinde değil. Gördüğü gibi aktarıyor, çarpıtma, hemşeri yalakalığı yok. Dostlukları, sevgiyi, dayanışmayı (bayramlar, seyranlar, akraba ve komşuluk ilişkileri), yalanı-dolanı (babasının ölümünden sonra yaşanan borç inkârları, sahte alacak talepleri), dayanılması güç üzüntüleri (yeğenleri Çiğdem ile Memo’nun genç yaşta ölümleri), “matal” olmuş doğal ve sağlıklı yaşamı (temizliğinden dolayı abdest alınabilen, kanaldan içilen Derme Suyu), Malatya mizahının seçkin örneklerini (hesabı sorulmayacağını bildiklerinden, “hayır için” diyerek rakı parası toplayan akşamcılar) bu kitapta bulabiliyorsunuz.

 

Ve bambaşka bir güzellik, bambaşka bir hüzün, trajedi, sevda…

 

Bu kitabın ana konusunu oluşturmuyorsa da, öyküsü-türküleri yürek burkan, gözleri yaşartan Malatyalı Fahri’nin (Kayahan) yaşamından kesitler de sayfalara serpiştirilmiş. Eşi, sevgilisi, ‘sarı kordelalısı’ Fahriye’nin ölümüne sebep olduktan sonra, doğup büyüdüğü topraklara bir daha ayak basmama yemini ederek, Malatya’yı terk eden ve yıllar sonra, bir konser için trenle Malatya üzerinden Elazığ’a geçerken, gözlerini bağlatan Malatyalı Fahri…

 

Al bu öyküyü roman yaz, film çek, ağıt diz!

 

Geçenlerde bir televizyon kanalında rastladım. Üstadın, Fahriye Ablamızın ölümü üzerine bestelediği, “Uy uy demeye geldim/yâri görmeye geldim/yavrum yaren nerende/melhem olmaya geldim”*  türküsü okunuyor; konuklar göbek atıyordu. Olsun! Bayburtlu Zihni gibi gülüp, Hoca Nasrettin gibi ağlayan halkımız en büyük acılardan en büyük sevinçleri yaratmakta uzmandır. “Ölem ben/ölem ben/kurban olam ağzındaki dile ben” intihar eğilimli, dil fetişizmi içerikli sözcüklerden oluşan oyun havalarıyla düğünlerde halay çeker. Ellemeyin, çeksin! Başka türlü yaşarsa, yaz mevsimi İnek Pınarı’nın gözüne konulmuş karpuz gibi ortadan çatlar. 

 

Bu değerli esere ilişkin söyleyeceklerimiz bu kadar. Fazlasını merak ediyorsanız, kitaptan bir tane edinir, okursunuz.

 

Kitapla ilgili, ama kitabın dışında acı bir şey var: Aklı başında bir ülkede bir kentle ilgili (geçmişi veya şu anı ya da konusu hiç önemli değil) böyle nitelikli bir kitap yazılsa, o kentin kuruluşları ayağa kalkar, yazarını çağırır, konferanslar, paneller bilmem neler düzenletir. Kitabın anlattığı dönem akademisyenlerle, toplumbilimcilerle, araştırmacılarla, Kasaplar-Böbrekçiler-Sakatatçılar Derneği’nin ileri gelenleriyle (eser, yazarın merhum babasının kasap oluşundan dolayı bu mesleğin ansiklopedik bilgilerini de içeriyor) ele alınır; iyi-kötü, olumlu-olumsuz, eksik-gedik neyse söylenir. Yapılabiliyorsa belgesel bir eser ortaya konulur; o kentin yok olan yaşam biçimi kayıt altına alınır.

 

Kitap çıkalı kaç ay olmuş, tıs yok! Varsa da ben duymadım. Kitabı edinip birkaç dostuma hediye etmek istiyorum, henüz kitapçı vitrinlerinde rastlamadım. Tekraren, aklı başında bir ülkede olsaydık, böyle bir yayın her vitrinde karşımıza çıkardı.

 

Amannnn, benim ağzım ne diyor? Düşündüğüm şeye bak?

 

Kültür ‘şeherlinin’ neyine, gider valiye maliye çarpar, başına iş açar.

 

Belki “Malatya’da Malatyalı mı kaldı? Ne yapsınlar kentin geçmişine ilişkin bir kitabı?” diye karşı çıkanlarınız olabilir. Bu ‘akılsızlık’ yürütmesi biri genel, diğeri güncel üç nedenle çürütülebilir.

 

Bir: Malatya’da doğmuş doğmamış, okuyan yok.

 

İki: İnsan, yaşadığı yere, orada doğup büyümüş veya oraya göç etmiş, sonradan gelip yerleşmiş olsun, sahip çıktığı, sevdiği, saydığı ve orayı merak ettiği ölçüde oralıdır. İstanbul’da yaşayan birinin Bizans’ı, Osmanlıyı merak etmemesi; Ayasofya’dan içeri adım atmaması, Süleymaniye’nin muhteşem mimarine göz ucuyla dahi bakmaması gerekir.

 

Üç: Malatya’ya göçle gelenlerin kente uyumu konusunda 2005 yılı içerisinde muhteşem bir ‘entegrasyon’ örneği yaşandı; yazılı-yazısız, fotoğraflı-fotoğrafsız, elektrikli-elektriksiz** Aspuzu Medyası (bugünkü Malatya’nın tarihteki adı) bunu atladı ya, yazıklar olsun!

 

Ekim ayında oynanan Malatyaspor-Diyarbakırspor maçının bilmem kaçıncı dakikasında, hakemin verdiği ters kararlara sinirlenen, 18 yaşında genç bir kardeşimiz sahaya atladı, gözaltına alındı, hakkında rapor tutulup, İl Spor Güvenlik Kurulu’na sevk edildi. Kurulun ileri bir tarihte verdiği kararla, şahıs 500 TL para cezasına çarptırıldı. Kurul, TEFE mi TÜFE mi orasına aklım ermez, üzerinden cezaya rahmetli olduğunu sandığımız enflasyonu cezaya ekleyip miktarı 5.056 TL yaptı ve bu kıymetli kardeşimizi tufaya getirdi. Taraftarımız Bingöl Genç nüfusuna kayıtlıydı; Malatya’ya göçle gelmişti, aslanlar gibi yeni yurdunu benimsemiş, takımının haksızlığa uğradığına inandığı dakika harekete geçmiş, “bu Aşşağı Şeherlilerde, Argalılarda, Banazılılarda, Çırmıhtılılarda, Çarmuzulularda heç mi nefis galmadı?” diyerek eylemini gerçekleştirmişti.

 

Entegrasyonun da entegrasyonu, kaymaklısı var. İlk kez buradan duyacaksınız, hiçbir yer yazmadı:

 

Bu kardeşimiz, cezayı yiyince bir hafta boyunca Malatyaspor Kulübü’nün kapısını aşındırdı, cezayı ödeyemeyeceğini, ayrıca suçsuz olduğunu, “vallah billâh” arkadan itildiğini söyledi. Güvenlik kameralarına bakıldığında doğru söylemediği anlaşıldı. Hemşerimiz öylesine Malatyalığı (!) her boyutuyla özümsemiş, zoru görünce “tviste gel” yapmıştı.

 

Dizgi Hataları Üzerine

 

Necati Bey’in kitabındaki tek eksiklik, birkaç yerde rastladığım dizgi hataları. Maalesef bu yazıyla uğraşanların temel sorunu. Yazının muhabir ve muharrirlerce elle veya daktiloyla yazılıp, matbaada elle dizildiği gazetecilik yıllarını yaşayan bizler, bunun acısını, gülünçlüklerini çok yaşadık. Yeni Malatya Gazetesi’nde çalıştığım yıllarda, bir maçtaki pozisyondan bahsedilirken “Abdullah” yerine “Allah” yazılması; bir makalemde hatalı dizgi nedeniyle ertesi gün özür koymam ve bu özrün de hata içermesi; bir şahsa meydan okuduğum bir yazımda ismimin basılmayıp, korkak duruma düşmem bunlardan birkaçı.

 

Vakti zamanında bir mahalli gazetemizde, onca dikkate karşın, yaşanan bir hata bu alanda en unutulmazlar arasında. Başmürettip, memleketimizin değerli bir büyüğünün, görme organımızla alakalı soyadında bir tek harf hatası yapıp, o güzel organımızın, burada ismini anmak istemediğimiz bir organımızla karışmasına neden olmuştu da; 4 bin tane gazete sabaha kadar tek tek elle düzeltilmişti.

 

Bu tür hatalar yerel basına özgü değil. Her düzeyde yaşanıyor. İnsanın olduğu yerde hata kadar doğal bir şey yok. Örnek olsun, Yalçın Küçük’ün İsyan 1 (İthaki Yayınları) kitabında çok sayıda dizgi yanlışı tespit ettim. Aynı şekilde Amerika’nın anlı şanlı Merriam Webster yayıncısının Internet üzerinden kullandığım Ansiklopedisinin ‘Atatürk’ maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinin yanlış yazıldığını fark ettim. Türk ve Amerikalı yayıncıya mail atıp durumu anlattım. Birincisi, Türk olan, cevap verme gereği duymazken; ikincisi, Amerikalı olan, bunun bir dizgi yanlışı olduğunu, ansiklopedinin piyasaya verildiğini ve sonraki baskılarda düzeltileceğini söyledi. Kasti bir hata değildi; Türkiye ile ilgili diğer maddelerde zaten doğrusu vardı, gözden kaçmıştı.

 

Yazı yazan herkesin bunun üstesinden gelmesi çok kolay. Bilgisayar denen bir hacet var. Bu hacetin içerisinde Word denen, yazı yazmaya yarayan bir başka güzellik bulunuyor. Onun dil denetimi bölümünü seçtiğinizde, yaptığınız yazım hatalarını görebiliyorsunuz. Sadece bununla yetinirseniz, yandınız. Çünkü sonuçta bu bir makine, beyin var, kafa yok. Bazı Türkçe ifadeleri, sözcük oyunlarını algılamıyor, altını kırmızı çizerek hata veriyor. Sözü edilen programa ek olarak, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünü, İmla Kılavuzu’nu kullanın (www.tdk.gov.tr), bir de yazdığınızı okuma yazma bilen birisine okutun, sorun kalmıyor. Okuma-yazma bilenlerden kastım, düzenli olarak okuyanlar. Türkiye’deki oranı on binde dört mü altı mı ne imiş.

 

“Mümkün mertebe” dilimizi doğru kullanmaya ilişkin yukarıda aktarmaya çalıştıklarım gereksiz ve bilgiç bir tavır olarak gözükebilir. Yanıtım çok açık: Umurumda bile değil. Dilimizi, şahsım başta olmak üzere, yazarken ve konuşurken doğru dürüst kullanamıyoruz, kullanmıyoruz. En bilenlerimiz veya bildiğini sananlarımız bile, birçok sözcüğü yanlış yazıyor veya yanlış biliyor. İsterseniz, denilenleri yapın, Türkçenizi bir özdenetimden geçirin; görün bakalım, neler oluyor?

 

 

* Fahri Kayahan’ın bu türküsü ‘sosyete Türkçesi’nde’ “Uyu demeye geldim/Yâri görmeye geldim/Yavrum yaren nerende/Merhem olmaya geldim”e dönüşmüş. Doğrusunu, İsmet Yalvaç Beg’den öğrenmiş ve siz muhterem okurlarımıza arz etmiş bulunuyorum. Buradaki “uy, uy” uymak fiilinden emir cümlesi “uy” anlamına gelmiyor, üzüntü belirten “ah, vah” yerine geçiyor. Melhem ise, merhem demek.

 

** Elektriksiz medya: Bir Mıh Osman Amca deyimidir. Kendisiyle ilgili  malatyahaber.com'da  yer alan bir yazının yazılı basında da yer alması isteğini dile getirirken “elektrik olmayan yerlerdekiler de okusun” dediydi; oradan not ettik.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları