Babam.. Terzi Yılmaz
Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com
“Bana soruyorlar, bir daha dünyaya gelsen terzi olur musun? Cevabım evet. Bir daha dünyaya gelsem yine terzi olurum. Mesleğimi seviyorum. Terzilik sayesinde geçimimi sağladım. Evimi yaptırdım. Çocuklarımı büyüttüm. Kimseye muhtaç olmadım. Terzi olmasam geçimimi nasıl sağlardım? Kim bana ekmek verirdi?”
***
Babam, ömrünü bahçıvanlık ve ırgatlıkla tamam etmiş Hasan ve ev hanımı Makbule’nin oğlu Yılmaz Korkmaz, Çırmıhtılıların hepsinin bildiği meslek-unvanıyla “Terzi Yılmaz”, şairin “ölmek zor” dediği Haziran ayının 12’si, Araştırma Hastanesinde, ben ve kardeşim Fatih’in gözlerinin önünde fenalaşıp yoğun bakıma kaldırıldıktan 12 saat kadar sonra, 13 Haziran sabah 3.20 civarında, beyaz bir güvercin gibi mavi gökyüzünün sonsuzluğuna uçup gitti.
Babamızdı bizim, onu sırtımızda taşımaya razıydık, yeter ki yaşasın, gülsün, konuşsundu. O bizi severdi, biz de onu. Ama ne çare!
Sessiz bir adamdı, kimseye yük olmayı sevmezdi. Yaşadığı gibi, eyvallah etmeden, ölüp gitti.
***
Babam fenalaşıp yoğun bakıma götürülmeden bir süre önce pantolonunun ceplerini boşaltmıştım.
Cebinden bir miktar parası, gözlüğü, 35-40 yıl kadar önce bin bir zorluk ve meşakkatle yaptırabildiği ve halen “baba ocağımız” olan, pantolon kemerini tutan yere asılmış halde evinin anahtarları ve bir de yüksüğü çıktı.
Yüksük nedir bilir misiniz? Dikiş dikerken, iğne batmasın diye parmak ucuna takılan, kesik koni biçimli bir gereçtir.
Her ne kadar babam sağlık sorunları nedeniyle çok sevdiği Çırmıhtı çarşısındaki terzihanesini kapatmış olsa da, evin bir köşesinde, sağlığının elverdiği nadir zamanlarda, bizlere, torunlarına ve sevdiklerine bir şeyler dikiyor, elbise ütülüyor, tamir yapıyor, yani anlayacağınız iğneyle kuyu kazmaya devam ediyordu.
Yüksüğü elime alınca, oracıkta babamın yazının başında aktardığım sözleri geldi aklıma geldi. O sözleri, vefatından yaklaşık 1 ay kadar önce, bizzat kendisinden duymuştum. Cebinden çıkan yüksük, ekmeğini kazandığı mesleğine duyduğu sevginin, saygının sembolik bir ifadesiydi. Ateşler ve ağrılar içerisinde hastaneye kavuşturduğumuz babamız, muhtemel ki öleceğini de hissettiği anlarda bile, o güzel ve emekçi parmağına taktığı yüksüğü pantolonunun cebinden çıkarmamıştı.
***
1940lı yılların Çırmıhtısında doğmuş babam, dedem nüfus cüzdanı çıkartmaya fırsat bulamadığından veya akıl edemediğinden (5 çocuğun nüfus cüzdanını “topluca” çıkarmıştı) ve yoksulluktan ilkokula gidememiş, 7 yaşında çarşıda terzi çıraklığına başlamış, bir süre merhum Terzi Mahmut Usta’nın ve başka terzilerin ama çoğunlukla Terzi Yunus’un (Gök) yanında çıraklık-kalfalık etmiş, sonra kendi dükkânını açmıştı.
Şimdi ölü bir sessizliğe bürünmüş Çırmıhtı çarşısı bir zamanlar, nalbant, hamamcı, palancı, berber, nalbur, bakkal, manav, ayakkabıcı, mahalle aralarına dağılmış dokuma atölyeleri, tamirciler, terziler ve cümle meslek erbabıyla cıvıl cıvılmış.
Dükkân önlerine dikilmiş ve üst katlara tırmanan asmalar, kaldırım kenarlarından geçen harıhlar (ark) ve bunların içerisinden akan mübarekler mübareği Derme Suyu çarşıya, bugün rüyalarımızda dahi göremeyeceğimiz, muhteşem bir güzellik katarmış.
“Mış” diyorum çünkü ben yaş itibarıyla o günlere kavuşamadım. Bunları yaklaşık 65 yıl çarşıda yaşayan babamın anlattıklarına dayanarak söylüyorum.
***
Size babamı nasıl anlatayım bilmem ki? Olurda yolunuz Çırmıhtı’ya düşerse, çarşının bir başından diğer başına tanıyan herkese, “Terzi Yılmaz kim, nasıl biri?” diye sorarsanız, size söylerler.
Ama yine de onun büyük oğlu olarak babam hakkında bir şeyler karalamayı borç biliyorum.
Babam, ufak tefek bir adamdı. Hızlı yürür, çok konuşmazdı. Konuştuğunda sözü dinlenirdi. Başını terzi masasından, dikiş makinesi ve ütüden pek kaldırmazdı. Ben beni bildim bileli çalıştı, çalıştı, çalıştı. Onun getirdiklerini tencerede pişirdik, kapağında yedik.
Kendi derdini kimseye söylemez ama insanların dertleriyle dertlenirdi. Öleni-kalanı bir yana filancanın oğlu işsiz kalmış, falancanın kızı boşanmış, babama dert olurdu. Birileri küsmüşse onları barıştırmak, ihtilaflı konularda ne yapılması gerektiği sorulduğunda söylemek babama düşerdi. Cenazeleri, hasta ziyaretlerini kaçırmaz, davete icabet ederdi. Eskilerin “cemiyet adamı” şimdilerin “akil insan” dediği türden bir adamdı.
Aydındı babam. İlkokula bile gitmişliği yoktu ama kendi çabasıyla okuma-yazmayı sökmüştü. Yurt ve dünya olaylarını çok doğru analiz edebilirdi. Çeşitli insanlar, toplumlar ve olaylar hakkında bana yaptığı az ve öz değerlendirmelerden bir tanesinin şaştığını görmedim. Dükkânımızdan gazete eksik olmazdı. İstanbul’a kumaş almaya gittiği yıllarda Malatya’ya dönüşünde kitap getirirdi bana. Okuma sevgim terzihaneye alınan gazetelerle ve İstanbul’dan gelen kitaplarla başladı.
İleri görüşlüydü. Malatya’da bir tek kursun olduğu yıllarda bana “niye İngilizce öğrenmiyorsun?” demişliği vardır. Bense, “girdiğim sınavlardan en yüksek notları alıyorum, kursu ne yapayım” gibisinden bir cevap vermiştim cahil aklımla. Aslında onun demek istediği "Notu ne yapacaksın? Bu dili hakkıyla öğren" idi.
Yüreği insan ve doğa sevgisiyle doluydu.
Terziliğin geçim sağladığı yıllarda yanında çok çırakları-kalfaları olurdu. Bunlardan bir “heyet”, Çırmıhtı’nın güzelim bahçelerinin birinde yemişler-içmişler, o kafayla 8 kişi mi ne (efsane bir hadise gerçi; çeşitli “kaynaklarda” rakam 3-4’e iniyor) gençten bir kiraz ağacına çıkmışlar, zavallı ağaç eğilmiş, az kalsın kırılıyormuş. Babam, gülünerek anlatılan bu olayı duyduğunda gençleri uyarmış, yaptıkları hareketin yanlışlığını anlatıp “insanları ve ağaçları sevin” demiş.
Bu meseleyi bana aktaran babamın kalfalarından Ekrem (Aras) Ağabey, “bu lafı ilk kez Yılmaz Usta’dan duydum” diyor. En az 40-45 senenin meselesi.
2012 yılında hastanede yattığı 5 aylık süre içerisinde çok sohbetlerimiz oldu babamla. Beyaz bir keçisi varmış, yavrulamış, yavruları ölmüş, çok üzülmüş, ağlamış. Bunu bana anlatırken yine hüzünlendi, gözünden yaş geldi, şaşakaldım.
Rahmetli dedem, bazen eşeğini dövermiş. Gariban eşeğin yediği dayağa üzüldüğü gibi “öte dünyada babam bu eşeğin hakkını nasıl ödeyecek, hesabını nasıl verecek?” diye endişe ederdi Terzi Yılmaz.
***
Bana veya kardeşlerime asla ahlak dersi vermedi. Aslında ahlak dersinin kralını verdi ama lafla-sözle değil, duruşuyla, eylemiyle, tavırlarıyla…
7-8 yaşlarındayken çarşıda bir harığın içerisinde, balçığa saplanmış, eski-püskü bir tornavida bulmuştum. Çocuk aklı işte, o tornavidayı alıp eve getirdim. Annem, sanki eve Topkapı Sarayından Kaşıkçı Elmasını getirmişim gibi, panikledi. “Soruşturmamı alıp”, tornavidayı nerede bulduğumu öğrendi. Babam öğlen dükkândan eve yemeğe gelince, hemen o tornavidayı aldı ve tarifim üzere gidip “malın” sahibini buldu ve teslim etti.
Eminim sadece benim babam değil binlerce hatta milyonlarca insanın babası da, sizin babanız da, benim babam kadar güzeldir.
Biz bu kadar güzel babaların evladıyız da acaba onlara layık olabilecek miyiz?
***
Babam geldi-gitti bu dünyadan. Bir gün biz de çekip gideceğiz ama benim içimde kalan bir “ukde” var.
Babam, çocuğunu kucağına almanın, sarılmanın, sevmenin – özellikle aile büyüklerinin yanında- ayıp karşılandığı bir kültürde yetişmiş. Bu bize doğal bir şey olarak yansımış ki büyüyünce de bunun bir “ihtiyaç” olduğunu fark edemedim, edemedik. Dünyanın en güzel duygusu olan evladına/babaya sarılmanın nasıl bir yoksunluk ve yoksulluk olduğunu bilemedik. Aramızda hep bir mesafe oldu. Uzaktan sevdik birbirimizi. Şöyle doya doya babama sarıldığımı, sarılabildiğimi hatırlamıyorum. Bizim kuşağın böyle bir talihsizliği, travması oldu. O da çok istemiştir bize sarılmayı ama yapamamıştır.
Kimseye öğüt vermeyi sevmem ama söylemeden geçemeyeceğim:
Babanız, ananız, kardeşiniz, sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz, arkadaşınız, sevdiğiniz kim varsa, aklınız estiğinde onlara sarılın. Sımsıkı sarılın, öpün, koklayın. Öyle sevin ki sevdiklerinizi, bazen sevilmekten canları bile acısın.
Bir gün “keşke, ah keşke” dememek için değil, dünyanın anlamı “sevgi” olduğu için yapın bunu.
---------------------------------------------------------------------
Teşekkür: Babamın hastalığı, hastanede yattığı günler, vefatı ve sonrasında birçok insandan destek, ilgi, sevgi gördük. Burada isimlerini tek tek yazmayı isterim ama birini yazsam diğerini unutabilirim ve o insanlara haksızlık olur. Akraba, komşu, arkadaş, esnaf, tanıdığımız/tanımadığımız kan bağışçıları, eski/yeni belediye başkanları-milletvekilleri-siyasetçiler kim geldiyse, aradıysa, sorduysa, taziye verdiyse hepsine ailem adına teşekkürlerimi sunuyorum.
Ama tüm bu süreçte bir kişiye herkesten çok teşekkür etmem gerekiyorsa, o da Terzi Yılmaz’a hepimizden daha fazla evlat olan, hastalığı sürecinde en çok koşturan, işinin ağırlığına karşın gece-gündüz yanından ayrılmayan küçük kardeşim Fatih’tir. Umarım ve dilerim ki herkesin Fatih gibi bir evladı olur.
Fotoğraflar: Babam vefat ettiğinde cebinde bulduğum yüksük, birkaç yıl önce kapattığı dükkânında torunu Deniz’le kiraz ziyafeti ve şimdi “kocaman” olan torunları Ekin ve Deniz’le yazın günlerinin çoğunu geçirdiği terasta. Galiba bir dedenin en mutlu anı torunlarıyla yaşadığı andır.