SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Nostaljiyi Kaynatırlar, Damlara Yaylatırlar

A- A+ PAYLAŞ

Bülent KORKMAZ

deybayah@hotmail.com

 

Bir insan, toplum da diyebilirsiniz, güncel yaşamında gereğinden fazla anılarından bahsediyor, eskiye özlem duyuyor, geçmişin ne kadar güzelliklerle dolu olduğunu, şimdinin kahrının çekilmeyeceğini söylüyor, yitip gitmiş günler gözünde tütüyorsa; o insan da, toplum da diyebilirsiniz, ciddi anlamda “arıza” var demektir.


Gerçekten öyle mi acaba?

 

Ya “güncel” arızalıysa!

 

“Yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, dağarcık, akıl, hafıza, zihin” (TDK Sözlüğü) diye tanımlanan bellek, başka ulusların bireylerinin güncel yaşamına nasıl etki ediyor?

 

Bir Fransız, Perulu, Eskimo, Rus veya başka bir ulusun, kültürün mensubu güncel yaşamına geçmişten hangi kareleri katıyor, hangilerini belleğinden silmiş, katılanlar veya silinenlerin bireyin üzerindeki etkisi nedir?

 

Bilgim de yok, bilgim olmadığı için fikrim de…

 

Ama yaşadığım ülke ve yörede yaptığım gözlemler, farklılıklar içeren belli bir geçmiş ve bugünü yaşayan, bilen, iyi-kötü değerlendirme yetisine sahip insanların geçmişi fazlasıyla özlediğini gösteriyor. Belki yaşam mücadelesi bu hasretin geçici de olsa unutulmasını sağlıyor; ama hep bir yerlerde bir şeyler “özlem, elem, keder, sızı, acı” olarak içten içe kaynıyor.

 

Hoca Nasrettin, yaşlılığında bir işin üstesinden gelememiş ve çevredekilerin duyacağı şekilde yüksek sesle “hani benim gençliğim” demiş; sonra dönmüş kendisine, kısık sesle, “ben senin gençliğini de bilirdim” demiş ya…

 

Nasrettin Hoca dedik de… Durun ben size bir “masal” anlatayım.

 

++

 

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, en uzak yıldızlardan daha uzak bir gezegende bir tane Hanım varmış.

 

Ev işlerini çekip çeviren Hanım, birçok yönden değişen zamana ayak uydursa da bazı alışkanlıklarından vazgeçemiyormuş. Evinin temel yiyeceklerini sıcak yaz aylarında yapmadan duramıyormuş. Her ne kadar çarşıda pazarda o yiyeceklerin aynısından olsa da, içine sinmiyormuş işte! İlla ki bulgurunu kaynatacak, salçasını, pestilini, ekşisini, tarhanasını yapacak; o tertemiz gıdaları çarşıdan alınanlarla harman ederek leziz yemeklerini pişirecekmiş.


Gençlik günlerinde bu işlerin hiçbirine “eyvallah” demez, çoğunu tek başına yapar, yorulmak nedir bilmezmiş. Ama onun bedeni de geçen zamanın acımasızlığına direnememiş, yoksulluk, yorgunluk, çocukların büyütülmesi, mücadele derken, bir sürü hastalığa yakalanmış, gençliğin gücü hayal olmuş.

 

O yıl şu hastalık bu yorgunluk derken, yaz mevsimi hızla akmaya başlamış, Hanım bulgur kaynatamama tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. O kadar ki, “derdini” çevresindekilere yanmaya, üzüntüden ağlamaya başlamış.

 

Bunu gören Abla ile Bacı el-kol olmuşlar, “sen kazanı ayarla, günü söyle, biz yardım edeceğiz” demişler. Evde kazan yok; komşuya gidilmiş, komşu her zamanki gibi “hay, hay” demiş, evin erkekleri o gün erkenden gidip kazanı getirmişler, ocak kurulmuş. Gündüzün sıcaklığı, kazanın altında yanan ateşin harareti göz önüne alınıp, bulgurun her zaman olduğu gibi akşam serinliğinde kaynatılmasına karar verilmiş.

 

Abla ile Bacı gelmiş ki ne geleler! Birincisi zaten hasta, ayakta zor duruyor, ikincisi de o günlerde merdivenden düşmüş, kolunun birini tam kullanamıyormuş. Ama onlar işin başında durmazlarsa olmuyormuş, çünkü işin içinde erkeklerin zinhar kafasının basmayacağı “teknik detaylar” varmış.

 

Erkek nesnesi sadece odun taşıma, torbaları kaldırıp indirme, ateşin altını yakma, kaynayan bulguru dama çıkarma gibi lojistik destekte bulunabilirmiş. O gün ağır işleri görecek erkeklerin işi çıkmış, eve geç gelmek zorunda kalmışlar. Ama gelmişler ve el birliğiyle işe girişilmiş.

 

Kazan ocağa konulmuş, içine su doldurulmuş, ateşin altı yakılmış, su kaynayana kadar beklenmiş, sonra boş yağ tenekeleri ile “kırat” hesabı ölçülen buğdaylar kazana boşaltılmış. Ocağın altı sabırla yakılmaya, karıştırılmaya devam edilmiş. Bulgur kaynayınca saplı tavalarla çekilmiş, kovaların, don sitillerinin üzerine konulan kemislere  (geniş ve yuvarlak süzgeç modeli) aktarılmış ki suyu süzülsün. İyice süzülmesi için kemislerden alınıp bu kez yere serilen naylon torbaların üzerine aktarılmış, oradan da kovalarla-sitillerle dama çekilmiş, bir güzel serilmiş, kurumaya bırakılmış. Böylece ben diyeyim 2, siz deyin 3 kazan kaynatmışlar.

 

Bulgurun işi daha çokmuş. Hem de bu masalı okuyanları yoracak kadar zormuş. Kuruyacakmış, toplanacakmış, taşlarından ayıklanacak, değirmene götürülecek, pilavlığına, köfteliğine göre ayrılacak, eve getirilecekmiş falan da filan…

 

Bulgur tıngır mıngır kaynar iken ocakta biber közlemeyi, ortamın gözde yemeği paklalı pilov ile pipirim cacığını üstüne de karpuz yemeyi ihmal etmemişler.

 

Efendim tüm bunlar olup, gelip geçenler “kolay gele, hayırlı ola, ağız tadıyla yiyesiniz” dileklerinde bulunurken, yörenin komşu klasiği kalitesinin bile üzerinde, iş-güç sahiplerini duygulandıran bir sahne yaşanmış. Komşulardan, güzeller güzeli bir Teyze gelip, “size çay hazırladım, mutfakta hazır, gelin demliği ve bardakları götürün” demiş. Öyle demiş çünkü sağlığı demlik ve bardakları taşıyacak kadar iyi değilmiş. O halinde bile “komşular çalışıyor, şimdi çay yapamazlar, iyisi mi çaylarını ben yapayım” diye düşünmüş.

 

İşte o an anlamışlar bir fincan kahvenin, bir bardak acı çayın nelere kadir olduğunu; bu güzelliğe “kırk yıl hatır az” demişler, yüz demişler hayır bin…

 

İlerleyen saatlerde bu kez bitişik komşudaki Yenge elinde tepsi, üzerinde meyvelerle görünmüş.

 

Bu insanlar için yardımlaşmak, paylaşmak sıradan bir şeymiş. Yaşamın, olmazsa olmazıymış. Mesela, Hanım ile Yenge birbirlerinin evinde pişen her tür “datlı yemek”ten haberdarlarmış. Çünkü birinden diğerine mutlaka bir tabak gidermiş.

 

Komşu payı ikramında Hanım ile başka bir komşunun geliştirdiği “sistem” evlere şenlikmiş. Farzı mahal Komşu bir yemek pişirmiş, illa ikram edecek. Arazi yapısı gereği evi epey alttaymış. Yokuş yolu dolanıp da gelemezmiş. Gür sesiyle bağırır ve Hanım’ın balkona çıkmasını, oradan merdivenleri, bahçenin sekisini inmesini ve bahçenin en yaşlı ağacı erik ağacının oraya gelmesini sağlarmış. Ama arada yine 5 metre yüksekliğinde koca bir duvar varmış. Hanım, erikte asılı eymençeyi (ucu kanca şeklinde sopa) alır, ucundaki poşetle sallandırır, poşetin içerisine konulan bir tabak yemek yallah yukarıya çekilirmiş. Hanım, ikramda bulunacağı zaman eylem sırası, tabak-poşet-eymençe şeklinde yaşanırmış.

 

Gece ilerler, bulgur kaynar, kollara, bacaklara yorgunluk düşerken, yörenin “bilimsel ve filozofik” delilerinden Boris peydahlanmış. Uzamış sakalı ve saçları, renkli gözleri, yarım+çeyrek kel kafası, dağınık üst başıyla karanlığın içinden çıkagelen Boris Beg her ne kadar görünümüyle korku verse de, kimseye zararı dokunmazmış.

 

“Bilimselliği” deprem hakkında konuşurken, dalgasına “Dünya öküzün sırtında, Öküz sallandı, deprem oldu” diye konuşan talebelere “olur mu eyle şey ula? Yer gabığı çatlıyı, deprem o yüzden oluyu” demesindenmiş. “Filozofikliği” ise çalışıp ekmeğini kazanması için konulduğu işe iki gün gidip, üçüncü gün bırakmasından ve sebebini soranlara “Her gün iş, her gün iş? Her gün işe mi gidilir?” diyerek, çalışmayı yücelten egemen ideolojiye baltayı vurmasındanmış.

 

Bizim sevimli zat o saatte çöp tenekelerini tek tek dolaşır, evde beslediği keçilerine kavun-karpuz kabuğu ararmış. Üstünde kaynayan bir kazan bulgura ve etrafında o kadar adama bakıp eleştirel bir ses tonuyla “Bu sahate niye galdınız? Gece galmışsınız? Şimdiye bulğur mu gaynar?” demiş. Abla, çıkan işi nedeniyle eve geç gelen erkekleri kast ederek, “Ne yapah, Kürt ırğatları gelmedi oğul” karşılığını verince gece neşeli biçimde noktalanmış.

 

Boris’e de bir tabak bulgur ikram edip işi tamam etmişler. Sonra da o bulguru bir sene afiyetle yemişler.

 

Hepsi ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

 

++

 

Yukarıdaki masalın gerçek olduğunu fark etmemiş olamazsınız.

 

İşte bu benim içerisinde olmaktan büyük mutluluk duyduğum ve sonsuza kadar da içerisinde olmak için mücadele edeceğim yaşamımdan bir kesit.


Masalda rol alan gerçeküstü insanların biri benim anam Hacce, bacıları yani benim halalarım Zehra ile Cemile, kazanı veren Gülderen, o halinde çayımızı demleyen Gülseren ablam, meyveleri getiren Meral, eymençe organizasyonun diğer aktörü Emine…

 

İsimlerin, anlattıklarımın, benim ne önemim var ki? Bunu yaşamış/yaşayan bir ben değilim ki? Anadolu bu güzelliği bin yıllardır yaşıyor. En daha doğrusu yaşıyordu. Daha doğrusu artık ya yaşamıyor ya da gittikçe az yaşıyor.

 

Kişisel fikrimi sorarsanız, ikinin biri “o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” öyküleri dinlemek, apartmanları gösterip “eskiden buralar hep tudluhtu” diyen yaşlılara gıpta etmek, Sezen Aksu’dan “şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” türküsünü çığırmak iyi bir şey değildir. Güzel insanlar, güzel atlar, dut ağaçları ve Sezen başımla gözüm üstünedir; ama mevzu o değil işte!

 

Mevzu, zenginleştikçe artan yoksulluktur. Sahip olunan çoğaldıkça azalan mutluluktur. Doydukça azan doyumsuzluktur.

 

Bir tek örnekle bir şey söyleyeceğim:

 

Eskiden, şimdiye göre, paramız pulumuz hiç yoktu. Çocuğuz, futbolu çok seviyoruz ama top alacak nakit hiçbirimizde yok. Spor ayakkabısı, şort, eşofman, forma hak getire, top yok, top!

 

Top satın alabilmek için şu an Almanya’da yaşayan sevgili kardeşim Levent Gülfırat ile bir çözüm bulduk. Elimizdeki Teksas-Tom Miks diye bilinen çizgi romanları kiralıyor, top alacak kadar para biriktiriyor sonra ticari faaliyetimize son veriyorduk (Her ikimizin ticari faaliyeti halen orada duruyor).

 

Mahallede top almak için arkadaşlarla geliştirdiğimiz başka bir yöntem ise, aramızda para toplamaktı. Gören de bizi Vali Konağı’nın orada apartman yapmak için arsa alıyor sanacak! Bildiğiniz yuvarlak, plastik bir top işte. Sağ olsun sevgili canlarım Aziz Sağır ve Ayhan İzci “en yüksek fiyattan hozelek (salyangoz hayvanının yöresel ismi. En yüksek fiyat, kilosu 1 en eski Türk Lirası) satarak top satın alma sorunumuzu çözmekle kalmadılar, sponsorluk müessesinin temellerini de attılar.

 

Onca fakirliğe karşın mutluyduk be! İnanın mutluyduk. Çünkü az olanı paylaşıyorduk, paylaşılanın bereketi oluyordu. Halen mutluluğu oralarda buluyoruz. Sizi bilmem, en azından ben ve benim tanıdığım birçok dostum öyle.

 

Şimdi?

 

Borsada puanlar düşünce adam babası ölmüş kadar üzülüyor. Pantolonun markası olmayınca oğlumuz/kızımız yataklara düşüyor. Petrolü yurt dışından alan bir ülkenin asil evlatları arabanın ihtiyaç olduğunu düşünecek (düşündürtülecek) kadar aklını yitirmiş durumda. Oturma grubunun rengi beğenilmeyip mobilyacının yolu tutuluyor. Para harcamayınca andropoz/menopoz şiddetinde stresler bünyeye hâkim oluyor.

 

Kabul ediyorum, yaşam bu, nüfus arttı, dünyanın arazisi aynı, köyümüze sığmaz olduk, şehre geldik, apartmanlarda yaşamaya başladık, kat koridorlarında pekmez yapacak, salça kaynatacak, koca leğenlerde pestil köpüçleyecek halimiz yok.

 

Ya iyi de gelişmek eskiyle köklerini tamamen bırakmak mıdır? Bizler bu apartmanlara ve kentlere uzaydan mı geldik? Apartmanlar, şehirler mi ruhsuz olan yoksa bizler miyiz ruhumuzu kaybeden? Bu kadar mı köksüzlük olur?

 

Şehirde bir cenaze evinde otururken, başınız sağ olsun demek bir yana, selam bile vermeden apartman merdivenlerine yönelen 30lı yaşlardaki esmer oğlan; bardaktaki çayını tek başına içip, sağındaki solundaki bir Allah’ın kuluna, yalandan bile olsa “buyurun” demeyen 50li yaşlarda, Antalya Kaleiçi’ndeki Zıkkımın Kökünü İçesin pansiyonunun sahibi beyaz adam, konukseverliğiyle, paylaşım ruhuyla nam salmış Anadolu topraklarında sizi kim mutasyona uğrattı?

 

Ben biliyorum, sizler de biliyorsunuz başımıza bu işleri açan “bizim oğlanları” ve de “rahmetsizleri”.

 

Ofli Hoca hutbesinde erkeklere âlemin lafını sayıp, verip veriştirirken cemaatten biri “Hocam, hep erkeklere kızıyorsunuz; hiç mi kadınların suçu yok?” deyince, “şu sayfayı çevireyim onların da…” demiş ya.

 

İşte o sayfayı bir çevirebilirsek…

 

***

 

Başlıktaki nostalji sözcüğüyle ilgili bir anımsatma: Özgün haliyle nostalgia, Yunanca “yurda dönüş” anlamındaki nostos ile “dert, hüzün, elem” anlamındaki algos sözcüklerinin birleşiminden oluşmuş. İkisi beraber “memlekete duyulan şiddetli özlemi” ifade etmişler. Zaman içerisinde dönüşüme uğrayıp “geçmişe duyulan özlemi” anlatmaya başlamış.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları