Öz Malatya Öyküleri-I
Öz Malatya Öyküleri/ 2014-I
Bülent KORKMAZ
deybayah@gmail.com
Dabılyudabılyudabılyu Malatyahaber Kom sitesi tükanı teze açtığı yıllarda, birçoğuna tanıklık ettiğimiz, bir bölümünü “sahih” insanlardan duyduğumuz Malatya öykülerini kaleme alır, yukarıdaki başlık altında sizlerle paylaşırdık. Sanıyorum o öyküler ilgi ve beğeniyle okunuyordu. Öykülerin çoğu bana ait değildi, çoğuna tanıklık da edememiştim ama benim okumam-yazmam var diye kâtipliğini üzerime yıkmışlardı.
Sonra bana bihallar oldu; yazamaz oldum. Eyle de kaldı!
Geçenlerde Görüş Kastecilik tesislerinde ben, sanal patron İsmet (Yalvaç) Abi ve gazetemizin emektarı Selahattin (Gökatalay) Abi otururken, laf efsane “karcı” merhum Cakko Dayıdan açıldı. Buzdolabının olmadığı yıllarda Cakko Dayı, Beydağı’ndan, Karlık’tan karı alır, yol arkadaşı eşeğinin heybesine koyar, önce Çırmıhtı’ya getirir, oradan bazen Malatya’ya gidip satardı. Satışta para pek geçmezdi; takas usulü çalışırdı. “Gar ha gar” diye geldiğini muştulayan Cakko Dayı, “…bestilinen, üzümünen değiştirilir; gar geldi garrr” diye devam ederdi. Ancak “son tahlilde” Dayımız üzümü-pestili (başka bir şey almışsa onu) paraya tahvil ederdi.
Selahattin Abinin verdiği malumata göre, Cakko Dayı karı paslı bir bıhçı (testere) ile kesermiş. Olmaya ki zehirlenmeyek Cakko Dayı diye itiraz edildiğinde, “yıllardır garı bu bıhçıyınan kesiyim; heç zehirlenen olmadı” cevabını verirmiş.
Bense bu duruma, o dönem pas bile organikmiş, diye yorum yaptım; uydu mu bilmiyorum.
İsmet Abi, bana dönerek, “yav şu meseleleri bir yaz, bizden sonra matal olacak” diye sitem edince, ahanda iki meseleyi yazdım getti.
Yazılanların sevabı okuyana, günahı bana…
Kündübekli Tavus Kuşu
Bir Kündübek (Gündüzbey) yazının karanlık saatlerinde arkadaşım/gardaşım Mustafa Çoban’ın evinin kapısı çalınır. Hayırdır inşallah, dersiniz ya; öyle bir vakit!
Mustafa, kapıyı açtığında, NASA pilotluğuna aday iki yurttaşımızla yüz yüze gelir. Türkçesi, kafalar iyidir. Her ikisi de köydendir; haliyle her ikisini de tanımaktadır çünkü bu şirine köyümüzde herkes ya akrabadır, ya komşu.
Buyurun, hoş geldiniz, hayrola girizgâhının ardından Mustafa’dan kendileriyle Kapılık’a (Bilmeyenlere: Gündüzbey’de bir tepeden indirilen Derme Suyunun elektrik enerjisi ürettiği santrali ve piknik alanını içine alan, altından da Derme Çayı’nın geçtiği güzel mekân) kadar gelmesini rica ederler; zahmet olmazsa…
Niye ki, der Mustafa. Cevap, normal bir insanın akıl sınırlarını zorlayacak niteliktedir: Kapılık’ta arabayla bir tavus kuşuna çarptık.
Köyde muhtemelen onca “akil” adam varken, bu bilirkişilik için Mustafa’nın kapısının çalınması yersiz değildir. Çünkü kardeşim öncelikle biyoloji öğretmenidir, hatta çok iyi bir biyoloji öğretmenidir, ders verip sınav yapmakla yetinmemekte, memleketin kuşunu, börtüsünü, böceğini incelemektedir. Yani akşamcılar burada bilim yönteminin önemli bir unsurunu pratiğe geçirmiş, doğru kaynağa yönelmişlerdir.
İyi de bir sorun vardır: Sülün sülalesinden, bilhassa erkeğinin tüyleri uzun, kuyruğu parlak, rengi güzel, acı ve tiz bir ses çıkaran bu hayvanın türleri Hindistan, Sri Lanka, Java, Myanmar (Burma), Kongo ve Afrika’nın yağmur ormanlarında yaşamaktadır.
Kündübek nere, aha buralar nere? Hayvan nasıl olmuşta onca dağı taşı, dereyi aşıp, az gitmiş-uz gitmiş ve bizim güzel memleketimizde trafiğe kurban gitme riskiyle burun buruna kalmıştır?
Bir-iki dakika içinde kahramanlarımızla olay yerine varan Mustafa, “tavus kuşuna çarptık” denilen yerde, araba farından yardım alarak, kahverengi ve beyaz renkte, sütlü çikolata görüntüsü veren 25-30 santim uzunluğunda “oklara” rastlar. Bunlar o tarihe kadar bizim bölgemizde pek rastlanmayan oklu kirpinin oklarıdır. Anlayacağınız bizimkiler tavus kuşu diye masum oklu kirpiye çarpmışlar, bereket hayvana bir şey olmamış, birkaç okunu orada bırakıp kaçmıştır.
Peki, kirpi nasıl tavus kuşu olmuştur?
Arkadaşlar arabayı park edip demlenmek isterken hayvanı rahatsız etmişler, garibim korunma içgüdüsüyle kendini “düşmana” büyük ve görkemli göstermek için “kabarmış”; aracın farından gözlerine yansıyan bu kabarma tavus kuşu boyutlarına ulaşmış ve sonuçta olaylar gelişmiştir.
Her Şeyin Ödüncü Olur da…
Çok değil, yaklaşık 10 yıl öncesine kadar, bugünkü AVM’nin yerinde Sümerbank, hemen karşısında, bugün Sümer Park’ın olduğu yerde ise işçi lojmanları vardı.
Sümerbank’ın içini bilirim çünkü sanat mektebinde talebeyken bir eğitim dönemi boyunca haftada bir gün staja giderdik. Öğlen araları işçilerle karavanadan yemek de yedik. Dolayısıyla bu güzelim fabrikanın ekmeğini yemiş birisi olarak, Malatya’yı köyden şehre çeviren Sümerbank’ın yapımında ve yaşatılmasında emeği geçen herkese, en azından kendi adıma, minnet borçluyum.
İşçi lojmanlarını ise, bir akraba ziyareti sırasında, sadece bir kez görebildim. Aklımda kaldığı kadarıyla, tek katlı, çevresinde bahçesi-bostanı, bazen kümesi bile olan güzel evlerdi. Merhum sanatçı Ahmet Kaya, babasının aldığı sazla, o kümeslerden birinde ilk “konserini” tavuklara-horozlara verdiğini anlatır. Yıllar sonra fotoğraf çekimi için Altın Kayısı Otelinin çatısına çıktığımda orasının Malatya’nın en ağaçlı yeri olduğunu fark etmiştim.
Olayımız işte bu işçi lojmanlarından birinde geçmektedir. Hanımlar toplanmış, kiraz yaprağı köftesi sarmaktadırlar. Malum, kiraz yaprağı köftesi sarımı zor ve emek isteyen bir iştir; imeceyle yapılması gerekmektedir.
Bu güzel çalıştay sırasında hanımlardan biri “gişisinin (kocasının) ne gadek zulümlü” olduğundan bahseder. Yani anlayacağınız, “herifi eyi bi herif değildir”.
Hanım arkadaşlara cevap hakkı doğacak ama benim naçizane ve âcizane tespitlerime göre, kendileri “yarışmayı” çok severler. Bu “yarış” sadece olumlu diyebileceğimiz alanlarda değil olumsuz şeyler için de zuhur eder. Yani ortamda bir hanım ağrıyan böbreğinden bahsetmişse, anında diğerinin ciğerinde ur belirir.
İşte bu sebepten olsa gerek, muhabbeti başlatan hanım kocasının ne kadar kötü olduğunu anlatmaya başlayınca diğeri de atılır, “aman benimki eyi mi sanki?” taksiminin ardından hayat arkadaşı hakkında olumsuz birçok cümle sıralar.
Ortamdaki diğer hatunlar da geri kalmazlar ve sırayla kocalarına “saydırırlar”. Anlayacağınız yeryüzünde ne kadar fena, olmaz olasıca, salacası gidesice erkek varsa bunlara koca olmuştur.
Köfte sarım etkinliğine dâhil olmuş, Sümerbank’ta memur olarak çalışan komşu hatunlardan konuşulanları öylece dinlemekte, sesini etmemektedir. Kısmet bu ya, evlenememiştir. Ne yapsın işte, fıkaranın kötüleyeceği bir kocası bile yoktur. Dinler, dinler ve en sonunda söz alıp diğer hanımlara der ki:
-Şimdi hepiniz sırayla kocanızı kötülediniz. Ama ben şimdi birinize, şu kötü, zalim kocalarınızdan birini bana bir günlüğüne ödünç verin desem, hiçbiriniz vermezsiniz…
Kadınlar kahkahayla bir yana savrulurken bize de “komşu komşunun külüne muhtaç dediysek, o kadar da değil hani” demek düşer.
Yıllar önce yazmıştım, tekrar olsun.
Yukarıdaki meselenin bir benzeri, yıllar önce, idari ve resmi olarak Elazığ’a, ekonomik ve sosyal olarak Malatya’ya bağlı olan şirin beldemiz Baskil’de yaşanmış.
Merhum Osman Dayı, eşi Zeynep Bibi’nin “zayıflığı ve kara kuruluğuna” atıfta bulunarak, kendisine takılanlara şu tarihi lafı etmişti:
-Evde bi hacet… Ne yapam işte? Gomşudan istenmez ki!
____________________
Fotoğraf: Bir dağ gezisinde bulduğum oklu kirpinin oku. Bunlardan bir desteyi gece ışığa tutarak hayal edin.