Çırmıhtı'dan Illionis Üniversitesi'ne, Garadaş'tan Türkiye'nin Zirvesine..
Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com
Çırmıhtı…
Malatya şehir merkezine neredeyse bir yürüyüş-koşu mesafesinde (8 kilometre), güneyindeki “Garadaş” dağına sırtını yaslamış, Kündübek’ten başlayıp Çırmıhtı’ya uzanan Derme Deresi/kanalı, onun kadar hacimli olmasa da Atmalı Vadisinden akan İnek Pınarı ile diğer irili ufaklı su kaynaklarıyla can bulmuş topraklar.
Tarihsel sürecine baktığımızda, Malatya ve civarının aksine geniş arazilere sahip olmadığından, yoğun arpa-buğday ekimi yapılamadığını görüyoruz. Ancak meyveciliğe çok uygun iklim ve toprak avantajını değerlendiren çalışkan insanı, başta üzüm olmak üzere, gezegenin en lezzetli meyvelerini yetiştirip, yediğini yemiş, yemediğini “bir kilo kuru siyah üzüm, iki kilo buğday” kurundan işlem gördürüp bulgurunu kaynatmış; ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar, özellikle keçi ve inek besleyerek, hayvancılık da yapmış; ezcümle “guşganada bişirip, gapağında yemiştir”.
Ha… Arpa-buğday deyip geçmeyin; bilindiği kadarıyla yaklaşık 38 yüzyıldır, Babil Kralı Hammurabi’den bu yana bu iki bitkinin üretimi o kadar önem arz ediyordu ki, doğulu devletler ekilip biçilip ambara kadar sokulması işini kendi kontrolünde tuttular, ikisinin ekildiği toprakların mülkiyetini kimseye vermediler çünkü buğday olmasa asker ve tebaa, arpa olmasa o günün “tankı” at başta olmak üzere, hayvanlar aç kalırdı. Arpaya, eski zamanların petrolü de diyebilirsiniz.
Ekonomik faaliyetin temel kaynağı toprağın az oluşu Çırmıhtılıyı geçinmekte zorluyordu ama Cumhuriyet’in kurulmasıyla önüne yeni fırsatlar çıkacaktı. Özel sektörün sermaye ve bilgi birikimi yetersiz olduğundan sanayileşmeyi devlet başlatacak; bu girişimlerden Malatya da nasibini alacaktı. 1931 ve 37’de Malatya’nın demiryolu hattıyla limanlara bağlanması, aynı dönem Mensucat (Sümerbank) ve Tekel fabrikalarının açılması kadim topraklara binlerce yıldır alıştığına benzemeyen yeni bir dünyayı getiriyordu.
Sanki sanayileşme yörede en çok Çırmıhtılıya yarayacak gibi duruyordu. Yüzyıllardan beri sanatkardı, ipekböcekçiliği ve dokumacılık yapıyordu. Osmanlı vergi kayıtlarından anlaşıldığına göre bir boyahanenin varlığı yörenin dokumacılıkta uzmanlık düzeyine işaret olsa gerek. Elbette ticaretten de haberdar idiler.
O yıllar karayolu ağının şimdiki kadar gelişkin olmaması Çırmıhtı’ya bir avantaj sağlıyordu: “Alman Harbinin” (2. Dünya Savaşı) sona erip, gençlerin dört yıllık askerlik hizmetinin ardından memlekete taze işgücü olarak dönmesiyle, evlerin altındaki dokuma tezgâhları daha güçlü “şakkada şukkada” sesiyle çalışadursun, Adıyaman sınırındaki köylerde yaşayanlar ile Akçadağ’ın Beylerderesi üzerinden gelen köylüleri alışverişlerini Çırmıhtı’da yapıyor; Derme Çayının kıyısına kurulmuş su değirmenlerinde buğdaylarını öğütmek için sıra bekliyorlardı.. Zaten Beylerderesi yönünde uzanan Taftacık (tafta, Farsça ipekli kumaş demektir) yolu (bugünkü adıyla da Antep Caddesi) aynı zamanda Halep’e kadar uzanan kervan yolunun bir parçasıydı. Çırmıhtı’nın diğer iki büyük yoluna ise Adıyaman ve Malatya caddesi adı verilmişti.
Malatya’nın Halep bağlantısı genç kuşağa garip gelebilir ama tarihin eski çağlarından bu yana, en son 1970’li yıllara kadar, bu şehirle ticari ilişki vardı. Bugünkü şehir merkezinin en eski caddelerinden birinin adının Halep Caddesi olması bu nedenledir.
O günün şartlarında yürüyerek veya hayvanla Çırmıhtı’ya kadar gelmişseniz, bir gün daha kaybederek, Malatya’ya kadar gitmenin anlamı yoktu. Çırmıhtı’da her ihtiyacınızı karşılayabiliyor, değirmene kalkıyor; fırından “teze çıhmış” sıcacık “açığ” ekmeğin arasına şeker sucuğu sarıp yiyebiliyordunuz (gördük de söylüyoruz).
Yetmiş ve seksenli yıllarda, eski belediye binasının karşısındaki park alanı ile çevresi, bitişiğindeki meydan, Büyük Caminin etrafı ve Gündüzbey yönüne giden Adıyaman Caddesinde neredeyse boş dükkân yoktu; evlerinin altında da çok sayıda dokuma tezgahı vardı. Demirci, terzi, kalaycı, saç sakal tıraşının yanı sıra morfinsiz diş çekimi ve sünnet gibi “cerrahi” faaliyetleri icra eden berber, manav, bakkal, palancı, nalcı, tüfekçi, sucu, tüpçü, sinemacı bir ucundan bir ucu 15 dakikada yürünüp bitecek çarşıyı şenlendiriyor, bereketlendiriyordu.
Şimdi bankaların, acaba iş yapar mı diye, bankamatik yerleştirmek için tereddüt ettiği memlekette seksenli yıllarda Ziraat’ın haricinde iki bankanın şubesi vardı.
Küçük Çırmıhtı’nın ufku geniş, çalışkan, risk almaya hazır müteşebbisi yeni limanlara doğru yelken açmaya karar vermişti. Önce yakından başladılar.
Bugün AVM ve otellerin kapattığı Sümerbank fabrikasının karşısındaki bölgede kurulan ve halen faaliyette olan Malatya Sanayi Sitesinin temeli, birçoğu Hamidiye Mahallesinde (Malatya merkezinde aynı ada sahip mahalleyle karıştırmayın) faaliyet gösteren Çırmıhtılı hızar ustalarınca (marangoz) atılacaktı.
Bir bölümüne Malatya küçük gelmişti, ver elini İstanbul, Adana, İzmir dediler, tekstil ağırlıklı atölyeler, fabrikalar kurdular ya da esnaf, sanatkar, amele oldular.
O insanları az çok tanıdığımı varsayarsanız, 1957’de ilçe olan memleketini terk eden herkesin, ya gidelim de çok zengin olalım, diye hırs yaptığını sanmıyorum. İçlerinde elbette vardır öyleleri ama geneli yoksulluktan bunalmıştı, kendisine ve çoğu kalabalık ailesine güzel bir gelecek kurmak istiyordu. Sadece 4-5 bin kişinin yaşadığı, 3-5 dönüm bahçenin, beş ırgatlık (takribi 2,5 dönüm) üzüm bağı sahibi olmanın bile servet sayıldığı ve üstüne üstlük nüfusun giderek arttığı küçük Çırmıhtı geriden gelenleri doyurabilecek güce sahip değildi.
Karnını doyurmanın, iyi yaşamanın başka yoluysa, okuyarak bir meslek sahibi olmaktı. Lise mezunlarının bile rahatça devlet kapısında iş bulabildiği yıllardı ama daha fazlasını isteyenler de vardı.
1940’ların sonundan itibaren tek tük üniversiteye gidebilenler olduğunu biliyoruz. Hatırlatmakta yarar var, o yıllarda Türkiye’de üniversite sayısı kısıtlıydı, Tecdeli Avukat Hayrettin Abacı 1960’larda memlekete üniversite açılsın diye canını dişine takıp destansı bir mücadeleyi örgütlese de, İnönü Üniversitesi ancak 1975’te kurulacak, bir 10 sene kadar da varlığıyla yokluğu belirsiz halde, kısıtlı imkânlar, az sayıda öğrenci ve bir-iki bölümle eğitim verecekti. Anlayacağınız, üniversite eğitimi için de memleketi terk etmek, Türkiye’nin sayılı illerindeki mekteplerden birine giderek bazen binbir “zirinkirlikle” okumanın yolunu bulmak zorundaydınız.
70-80’lere geldiğimizde gençler için üniversite okumak artık ciddi bir hedef olarak belirmişti. Bir üniversiteyi kazanmak öyle kolay değildi. Üniversite kazanabilecek az sayıdaki öğrenci daha ilkokul yıllarından itibaren kendini belli ediyor, “bu çağa gafalı, okur” deniyordu.
***
Çırmıhtı’dan birçok genç üniversiteyi kazanıp okudu ama bir üyesi olmaktan büyük onur duyduğum, mahallemin “gençleri”, canım ciğerim çocukluk arkadaşlarım“bir başka” okudular; Çırmıhtı eğitim tarihine adlarını altın harflerle yazdıran başarılara imza attılar. Üniversite sınavında ilk 100’e girenler, Malatya birincisi olanlar, akabinde doktor, profesör, mühendis, alay komutanı, öğretmen, işletmeci, muhasebeci, biyolog, üst düzey banka yöneticisi, uzman, yurtiçi ve yurtdışında üniversitelerde öğretim görevlisi, ders verip koçluk yaptığı öğrencilerin bilim yarışmalarında dünya şampiyonu olmasında katkı sağlayan, anlayacağınız “hayra dair” ne ararsanız, bu çocukların arasından çıktı.
Şimdi üzeri kapalı olan, ortasından Sulu Dere dediğimiz küçücük bir suyun aktığı, Hıroğlu Mahallesinin Piser veya Püseroğlu adlı, bir apartmana sığabilecek minicik bir sokağının içerisinde yetişen veya buradaki çekirdek kadroyla köklü arkadaşlık ilişkisi kuranların arasından...
Tahmin edebileceğiniz gibi hiçbiri Sait Halim Paşa Yalısında doğmamış, Fransız mürebbiyelerin elinde büyümemişti; babaları memur veya esnafken annelerinin tamamı dünyanın en zor (üstelik sigortasız) işini, ev hanımlığı, icra ediyordu.
Ne var bunda diyeceksiniz, herkes okudu, okuyor…
Burada bir durun…
Tamam; kağıt kalem kullanmadan denklem çözmek, Çırmıhtı Lisesi, Sanat Okulu gibi mütevazi okullardan mezun olmalarına karşın ileride kendi çabalarıyla çok iyi derecede yabancı diller öğrenmek, çalıştıkları okulun ve hatta yörenin en iyi öğretmenleri arasına girmek elbette önemlidir. Ki biz buna alın ve beyin terinin doğal bir sonucu olan “liyakat” diyoruz.
Ama can kardeşlerimi, en azından benim gözümde, “büyük adam” yapan başka özellikleri var: Parmak izi gibiler; hiçbiri diğerine benzemiyor; özgünler anlayacağınız. Alçakgönüllüdürler. Sorulmadıkça mesleklerini söylemezler; yaptıkları işle, unvanlarıyla hava basmak gibi sapık ideolojileri de yoktur. Çıktıkları coğrafyayı, dostlarını unutmazlar. Fırsat bulurlarsa bir hafta sonu uçağa atlayıp navrız toplamaya buraya gelebilirler.
Yetmedi… Keyiflidirler, kimileri yerine ve ortamına göre inanılmaz ölçüde “makaradır”, esprileri orantısız zeka içerir. Güçlü gözlem becerilerini hikaye etme yeteneğiyle birleştiren kimileri öyle güzel, mizahi yönü yüksek öyküler anlatır ki, hayata renk katarlar; bu öyküleri onlarca kez dinleseniz sıkılmazsınız, her seferinde gözlerinizden yaş gelene kadar gülebilirsiniz. Bunu yapmak için bir araya gelip, ne bileyim, kış mevsiminde sobanın üzerine çay koyup yanına kuru erik, ceviz, dut, pestil koymanız veya suyun kenarında çiğköfte yoğurmanız yeterlidir.
Yetmedi… Kariyerin, paranın, koltuğun insanı insan yapmayacağının farkındadırlar, o nedenle sadece işin değil mutluluğun da peşinde koşarlar. Ve bunun için kendilerine bir hobi edinmeye gayret gösterir, o hobiyi de doğa ve hayvan sevgisi, sağlıklı yaşamla bütünleştirecek şekilde eyleme döker, onu da ciddiyet, istek, kararlılık ve arzuyla sonuna kadar kovalarlar.
Mesela, kimi memleketin kelebeklerini kayda alır, kimi yıllarca kuşları gözler, yeni türleri tespit edip bizi haberdar ederler, bir başkası fotoğraf çekmek için en ücra yerlere yolculuk yapar, diğeri saz çalar, koro yönetir, yıldızlarla ışıl ışıl gökyüzünün altında türküler söyler, birkaçı fırsatını buldu mu bir araya gelip dere kenarlarında, tepelerde yürüyüş yapar, ağaç diker, bostan yetiştirir.
Kimi de 50 yaşından sonra maraton koşar, dağa çıkar…
***
Tüm arkadaşlarım kıymetlidir elbette ama Cemil Abimizin, Cemil İnan, aramızdaki yeri bir başkadır.
Bizim kuşakta mahalleden ilk üniversite kazanıp giden kişi olmanın ötesinde, azmi, çalışkanlığı, karakteriyle de örnek bir kişiliktir. Doğup büyüdüğü toprakları, kendisini bugüne getiren kültürü, doğayı unutmamış, mesleğinde ne kadar ileri noktalara giderse gitsin, hep aynı alçakgönüllü Cemil Abi olarak kalmıştır.
Bu satırları yazdığım için bana kızabilir ama fedakârlığıyla ardından gelen kardeşlerinin de okumasında, kariyer yapmasında, iş kurmasında büyük pay sahibidir. Babası, Efendi lakaplı, Mehmet Abinin genç yaşta ölümüyle, evin büyük oğlu sıfatıyla, ailede baba rolünü de üstlenmiştir.
Konudan bağımsız, Cemil Abinin yıllar önce ettiği bir lafı aktarayım: “Bizim kuşak için evin büyük oğlu olmanın hiçbir faydası yok; bir tek fırına ekmek almaya gitmiyorsun”
Onunla aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmamda asıl eğitim hayatı ve mesleğindeki başarıları değil birçok insana esin kaynağı olabilecek yaşam tarzı, hayata bakış açısı neden oldu. Yukarıda uzun denebilecek girişi yapmasam, yazı eksik kalabilir, derdimi anlatamayabilirdim. Çünkü her insan, bir şekilde, içine doğduğu coğrafya, kültür ve ekonominin, ama en çok da kendi emeğinin eseridir.
Daha fazla uzatmadan… Sözcüğün her anlamında “koşarak” yaşayan bir Çırmıhtılı’yla yaptığımız söyleşiye buyurun.
***
- Hayat hikâyeni kısaca anlatabilir misin? Hangi okulları bitirdin, şu anda ne yapıyorsun?
Cemil İnan: 4 Mart 1965 doğumluyum, doğma büyüme Yeşilyurtluyum (Çırmıhtı, İsmet Paşa). İlköğrenimimi mahallemizdeki Gazi İlkokulu, ortaöğrenimimi Yeşilyurt Lisesinin ortaokul bölümünde tamamladım. Lise birinci sınıfı Yeşilyurt Lisesinde okudum. Lise 2. sınıfla beraber Turan Emeksiz Lisesine geçtim. 1982 yılında Ege Üniversitesi Makina Fakültesini üst sıradan kazandım, sonra üniversitenin adı, 12 Eylül’ün tatsız bir uygulaması ile, Dokuz Eylül Üniversitesi yapıldı. Okulların adı hiç değişmemeli, okula, tarihine ve öğrencilerine büyük haksızlık. Üniversiteyi birincilikle tamamlayınca gelen teklifle akademik hayata yakınlaşıp bir süre asistanlık yaptım. Üniversite sonrası doktoramı ise iki danışmanlı özel bir programla İstanbul Teknik Üniversitesi ve Amerika’da Illinois Üniversitesi Urbana Champaign’de tamamladım.
Üniversitede Asistan iken eşim Hatice ile tanıştık. Evlenecektik. Maddi nedenlerle ben özel sektöre geçmeye karar verdim. Hayatımda ilk defa bir ilana yanıt verip işe başvurdum. Hangi firma olduğunu bile bilmiyordum, Arçelik’miş, sonradan aradıklarında öğrendim. Onlara bir sunum yaptım, hemen akabinde beklentilerimin de üzerinde bir maaşla iş teklifi geldi. Arçelik Arge kuruluşunda yer alarak işe başladım. 2006’da Arge’nin başına geçtim. Devamında pek çok üst düzey yöneticilik rollerinde bulundum. 30 yılı tamamladığım profesyonel yaşamımda şu an kurumumun Mısır Yatırımı Proje Direktörü olarak çalışmaya devam ediyorum.
- “İlk gençlik” yıllarında yaptığını hatırlıyorum. Malatya’da iken ve ayrıldıktan sonra hangi spor dallarıyla ilgilendin?
Cemil İnan: Her Çırmıhtılı gibi sporculuğumun ilk tohumları sokak futbolu, dağlara bitmek bilmeyen gezilerle atıldı, navrız (nevruz çiçeği) turlarıyla başladı. Lise yıllarında voleybolla ilgilendim; Turan Emeksiz Lisesinde voleybol oynadım. Üniversitede asistanlık yıllarımda masa tenisine ilgi duydum, Arçelik’e geçtikten sonra şirketin masa tenisi takımında uzun yıllar oynadım, sayısız şampiyonluklar yaşadım, güzel arkadaşlıklar ve anılar biriktirdim. Sonraki yıllarda çok işime yarayan spor temelimi navrız gezileri ve masa tenisine borçlu olduğumu söyleyebilirim.
- Koşma fikri nereden ortaya çıktı? Neden maraton koşmaya karar verdin? Bu süreç nasıl bir seyir izledi, ilk nerede, nasıl koştun? Ne tür zorluklar yaşadın? Hangi maratonları koştun ve daha hangi maratonları koşmayı planlıyorsun?
Cemil İnan: Yoğun iş stresi ve aşırı çalışma ile geçen dönemler, orta yaş dönemine geldiğimde bedenimde artan yağlanma ve hareketsizlik olarak kendini göstermeye başladı. İlk başta anlamadım ancak hem mental hem fiziksel olarak fit olmamanın ağır bedellerini yaşamaya başlayınca bir şeyler yapmam gerekir diye düşünmeye başladım. Bir milat olarak gördüğüm hoş bir başlangıç anım var. Bir gün saunada terlerken arkadaşım gelip “sana beleş terlemek yakışıyor mu? Gel salonda terleyelim” diyerek beni davet etti. O gün öncelikle fitness ile başladım. Hemen bir hoca ile anlaştım, onun verdiği programı uygulamaya başladım. 6 ay aksatmadan ama geliştirerek devam ettim. Başlangıçta “fit olmak için” koştum. Zamanla bedenim ve ruhum daha fazla koşuyu istedi, sonunda “koşmak için fit olmaya” karar verdim. 5 kilometre koşarak başlayan süreç zamanla artarak önce yarı maratonlara, sonra tam maratona evrildi.
İlk 15 kilometreyi Avrasya maratonunda, ilk yarı maratonu Antalya’da koştum. İlk koşularda tuhaf sakatlıklar, bilek ve diz ağrıları ve koşu sonrası günlerce süren ağrılar yaşadım. Zamanla hem okuyarak, hem dinleyerek hem de izleyerek yanlışlarımı anladım ve düzelttim. Doğru beslenmeyi çözdüm, ayakkabı seçimini öğrendim, antrenman yoğunluğu ve şeklini değiştirdim, aralıklı koşular ve toparlanma antrenmanlarını yaptım. Sonrasında ilk tam maratonumu 2017’de Londra Maratonunda koştum. Sonra haftada en az 3 gün koşu, her hafta sonu bir yarı maraton, ve her yıl da en az bir maraton ile devam ettim. İstanbul Avrasya, Runtalya (Antalya Maratonu) ve Berlin Maratonlarını koştum. Bu yıl da Amsterdam Maratonuna kayıt yaptırdım. Bir aksilik olmazsa 16 Ekim’de Amsterdam’da tam maraton koşacağım. Bunun yanında hafiften ultra maraton koşma fikri de yerleşiyor. Kısmet olursa 2023’te 70 ve 90 km doğa koşularına niyetliyim.
- Nispeten geç yaşta koşmaya başlamanın dezavantajı, zorlukları nelerdi? Koşu öncesi nasıl disipline oluyorsun, beslenme konusunda özel bir programın var mı? Zaten senin beslenme şeklin “genele” uygun değil, sana özgü.
Cemil İnan: Koşmanın yaşı yok. Bana göre insan koşmak için evrimleşmiş, bu nedenle koşmadığında hep eksiklik hissedecek bir varlıktır. Yeter ki bedenimize ihanet etmeyelim. Koşmak için hiçbir yaş geç değildir, önce doğru antrenman ile eklemleri güçlendirip sonra adım adım geliştirerek her yaşta koşulabilir. Ben 45 yaşından sonra koşmaya başladım, keşke daha erken başlasaymışım bu keyfi yıllarca ıskalamışım şeklinde. İleri yaşta başlayınca sabır ve disiplin daha kolay ancak ufak tefek sakatlıkların iyileşmesi genç yaşlara göre biraz daha uzun oluyor. O nedenle geç yaşta temel felsefe sakatlanmamak için çalış şeklinde oluşuyor. Burada çok kısa bir parantez açıp beslenmem hakkında bilgi vermek istiyorum. İmkânlar elverdikçe "bitkisel bazlı" besleniyorum. Proteini de bakliyatlardan alıyorum ilave hiç bir takviye kullanmıyorum. Arada taze deniz ürünü tüketiyorum bunun dışında et, tavuk, sucuk yıllardır hiç yemedim canım da çekmiyor. Arada kemik suyu (dizler için) tüketiyorum. Ekşi maya köy ekmeği bir dilim dışında unlu mamuller de tüketmemeye gayret ediyorum. Bu disiplini maraton yaklaştıkça daha da ciddiyetle uyguluyorum. 42,2 kilometrelik bir maratonu 6 adet hurma ile tamamlıyorum. 57 yaşıma geldim her maratonum öncekinden daha hızlı, maraton sonrası ağrılar sadece bir kaç saat sonra geçmiş oluyor. Her yıl check-up yaptırıyorum, ilaç kullanmıyorum gerek olmuyor, çok şükür bedenim de bu durumdan çok memnun bütün değerlerim yerli yerinde, Maşallah diyelim.
Ben kendi kendimin antrenörlüğünü yapabiliyorum, düşündüğüm programı uygulamamak diye bir seçenek yok. Mutlaka yaparım, kar, kış, yağış, gece, gündüz, şehir, arazi farketmez, her yerde her koşulda programımı uygularım. Yataktan en zor çıktığım günlerde en keyifli koşularım olacak diye bir ilke ile hareket edince (ki doğru) pek sorun da kalmıyor. Bu tür bir zihinsel seviye gerçek özgürlük demek, bunu bir kez yaşayınca vazgeçmek mümkün de değil.
- Koşmanın sana katkısı ne oldu?
Cemil İnan: Koşmak beni özgürleştirdi. Bedenimin sınırlarının düşündüğümün çok ötesinde bir yerde olduğunu, esasen sınırın kafada olduğunu idrak etmek paha biçilmez bir uyanış sağladı. Hem stresle baş etmeyi çok kolaylaştırdı hem de yaşamdaki başarı hissinin sadece işle sınırlı olmadığını, aksine insanın hobileri yoluyla elde edeceği tatminin çok daha değerli olduğunu fark etmemi sağladı. Bu da hem işimde problemleri daha rahat halletmemi sağladı hem de etrafımda daha pozitif bir hava oluşturmama yardımcı oldu.
- Sen koşuyorsun ama herkes koşabilir mi? Böyle bir girişimde bulunmadan önce koşmak isteyen kişilere neleri tavsiye edersin? Nelere dikkat etmek gerekir?
Cemil İnan: Herkes koşabilir bence. Öncelikle bedeni fitness ile forma sokup, bedeni hafifletmek ve eklemleri kuvvetlendirmek gerekir. Bunu yapmadan direk koşuya başlayanlar ilk sakatlıkla moralleri bozulup bırakıyorlar, önce eklemleri güçlendirmeye odaklanmak, doğru antrenmanı öğrenmek sonra gittikçe artan mesafelerle koşmayı adım adım geliştirmek daha doğru bir yöntem. Başlarken profesyonel yardım almayı da tavsiye ederim. Tabii bana sorarsan bitkisel beslenmeyi tekrar düşünmelerini öneririm, ben çok faydalandım.
- Koştuğun maratonlarda tanıdığın koşucuların sana ilginç-farklı gelen öyküleri var mı?
Cemil İnan: Her koşunun kendi hikâyesi oluyor. Öncelikle her ulustan, her renkten ve cinsiyetten insanlarla bir sel gibi koşulara katılmak aynı ortamda bulunmak başlı başına bir zevk diye başlayayım. Her koşuyu tamamlarken bir daha koşmam diye aklından geçerken ertesi gün kendini yeni maraton için başvuru yaparken bulmak da bunun bir göstergesi. Son Berlin maratonunda çıplak ayak koşan bir koşucunun yarış sonrası ağrılarla boğuşan diğer koşucuları gösterip "bunlar hep ayakkabıdan, ben yıllardır çıplak ayak koşarım koşudan sonra hiç ağrım olmuyor" diyerek olduğu yerde zıplayarak bunu göstermesi çok etkiledi. Öğrenecek ne çok şey var!
- Dağa da çıkıyorsun. Ailenle, ‘Türkiye’nin Zirvesi' Ağrı Dağına çıkmıştın. Bu fikir-öneri ilk senden mi geldi? Eşinin, çocuklarının tepkisi ne oldu? “Evimizde oturalım, ne işimiz var Ağrı’nın tepesinde” demediler mi?
Cemil İnan: Bu konuda çok şanslıyım, ben çocukluktan dağlara tutkunum, ailem de aynı kafada. Öyle ki her yıl yılbaşını bir başka yerde içinde tırmanış olan bir aktivite ile karşılamaya çalışırız. Pandemi sekte vursa da tekrar başlayacağız. Görevim nedeni ile Mısır'da bulunduğumdan bu yılbaşında bir çöl programı yaparız artık.
Ağrı Dağına tırmanma teklifi bir arkadaş grubumuzdan geldi. Ailecek gidelim diye teklif ettim, kızlarım kabul etti, eşim ben ilk kampta sizi beklerim tepeye çıkamam dedi. Geçen yıl Temmuz sonunda güzel ve keyifli bir tırmanışla hepimiz zirve yaptık. Bütün acılar unutuldu, tırmanırken bana epeyce söylendiler ama sonrasındaki mutluluk paha biçilmezdi. Ailecek harika bir anımız oldu.
- Ne zamana kadar koşmayı planlıyorsun?
Ömrüm ve bedenim el verdiğince koşmak istiyorum; bu konuda kendime sınır koymuyorum. Sadece dua ediyorum hep koşabileyim diye.
__________
FOTOĞRAFLAR:
(Kapaktaki fotoğrafta) İnan, İstanbul Caddebostan sahilinde koşulara hazırlık kapsamında kürek antrenmanı yapıyor.
(İkinci fotoğrafta) İstanbul maratonu koşusu sonrası katılım madalyasıyla görülüyor.
(Üçüncü fotoğrafta) Berlin maratonu bitiminde Almanya’da yaşayan kızı Elif’le görülüyor.
(Dördüncü fotoğrafta) Londra maratonu başlangıç çizgisinde.
(Beşinci ve son fotoğrafta) Ağrı Dağı zirvesine tırmanış.