SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Bunu da Yaptık, Dağ Başında!..

A- A+ PAYLAŞ

Paça Bişti Duz İster, Ana Göynüm Gız İster

 

Bülent Korkmaz

korkmazbulent@gmail.com

 

“Kendim içerikli” yazmaktan hoşlanmam; ama bu yazının başka türlü kaleme alınması mümkün değil!

Affoluna…

 

***

Çırmıhtı (Yeşilyurt), benim ana vatanım. Doğduğum, büyüdüğüm, halen yaşadığım, yaşam ne gösterir bilinmez ama bağlarımı hiç koparmayacağım yurt.

 

Orası da başka yerler gibi, gittikçe bozulan, ilçenin tarihsel birikimi, niteliği ve düzeyinden uzaklaşan insanlarla doldu, taşıyor. Kendisini dünyanın en akıllı insanı sanan, tembel, televole kültürünün esiri olmuş, okumayan, içinde bulunduğu olumsuz koşulları tersine çevirmek için parmağını kıpırdatmayan, boş lafı bol, söyleyecek şeyi kıt, sosyal faaliyeti geri zekâlıların eğitimi için icat olunduğu söylenen (yalansa bile, bence ‘doğru’ yalan) okey-kâğıt oynamak ve içki içmekten öteye geçmeyen insanların çoğunluğu oluşturduğu bir yer artık. Bu sebeple, son yıllarda, benden bir şey istemeyen ve kimseye verecek şeyi olmayan bu kitle ile ilişkilerimi, belirli bir arkadaş çevresi dışında, neredeyse sıfırladım.

 

Ama ben onu, dağlarını, bağlarını, çaylarını, derelerini, tepelerini, havasını, suyunu, ağacını, otunu, börtüsünü, böceğini, yılanını, çıyanını, gökyüzünü, günbatımını, aydoğumunu çok seviyorum. Son yıllarda yaşanan betonperest ‘insansı’ bozmalara karşın, Tapu Dairesi’nde adımıza kayıtlı 1 karış toprak olmasa da ‘bize ait’, korunmuş, tadını çıkardığımız güzellikler, halen var.

 

***

 

Çırmıhtı’ya yaklaşık 5 kilometre mesafede bir su kaynıyor. Bu suyun adı, İnek Pınarı. Çırmıhtılıların çoğu bilmez, merhum dedemin anneme söylemesi, onun bana aktarmasıyla ben bile yakınlarda öğrendim; İnek Pınarı’nın diğer adı Kuru Çay imiş. Gayet mantıklı. Çünkü bu su bahar ayında bir gürültüyle kaynağından çıkıyor; bağların-bahçelerin suya en çok ihtiyaç duyduğu yaz boyu akıyor ve Doğa Ana’nın dinlenmeye geçeceği, kuşkusuz meyve üretimi anlamında dinlenme yoksa bu en yüce anamız hep devingen, güz mevsimi kuruyor. İnek Pınarı, birkaç yüz metre ilerisindeki Buzağı Pınarı, birkaç kilometre ötedeki Zorban ve Şaban Dede kaynaklarıyla birleşip Beylerderesi’ne ulaşıyor. Bu kaynakların hepsi İnek Pınarı’ndan daha az su veriyorlar. Şaban Dede ve Zorban’ın suyu, azalsa da, kış aylarında akmaya devam ediyor. Ancak bu “yavruların” hiçbiri İnek Pınarı olmadan güç oluşturacak birikime sahip değiller. İnek Pınarı ve sevimli işbirlikçilerinin hayat verdiği vadi, Atmalı adını taşıyor.

 

Şaban Dede’nin olduğu bölgenin Çırmıhtı tarihi açısından çok büyük bir önemi var. Hemen yakınında Çırmıhtı’nın antik sırlarını içinde barındıran Kaletepe Höyük, yöre insanının deyimiyle ‘Kale’, bulunuyor. Burası Beylerderesi’ne geçişin kontrol edildiği stratejik bir tepeye kurulmuş. Maalesef bilimsel bir araştırma ve kazı yapılmadığı için kesin olarak, hangi dönemlerde iskân görmüş, kimler gelmiş, kimler geçmiş; bilmiyoruz. Ancak bazı buluntulardan Kale’nin ticari önem taşıyan bir yer olduğunu biliyoruz. Şaban Dede ismi nereden geliyor, söylencesi nedir, o konuda henüz bir bilgiye ulaşmış değiliz. Ancak yörede kutsal kabul edildiğini, kurban kesildiğini, bazı hastalıklara iyi geldiği düşüncesiyle suyuyla yıkanıldığını, dilek amaçlı bez parçaları asıldığını söyleyelim.

 

Çırmıhtı’yı Çırmıhtı yapan, kesinlikle Atmalı. Bazen kendi kendime “abartıyor muyum” diye sormuyor değilim. Türkiye’nin hemen hemen her yerini gezdim. Az sayıda yabancı ülke görmüşlüğüm de var. Söylemesi ayıp, kaliteli yerlerde de yattım-kalktım, yedim-içtim, kalitesiz yerlerde de… İyi kötü pazarlarını da gördüm, meyvelerini de… Hayır, abartı değil! Kesinlikle dünyanın en lezzetli meyveleri bu vadide yetişiyor. Atmalı’da olgunlaşıp, lezzetsiz olan elma, armut, ceviz, üzüm, kiraz, ayva, kızılcık görmedim, duymadım, bilmiyorum.

 

4–5 yaşlarında iken babamın bizleri İstanbul’a gezmeye götüreceği tuttu. “İstanbul’a gidip, Bizans tekfurunun kızını mı görecem?” düşüncesiyle değil ama gayet makul ve mantıklı bir sebepten, seyahati reddettim. Çünkü İstanbul’a gitmemek demek, her gün eşeğe binip, her ikisi de merhum Hasan Dedem ve Makbule Babaannem ile Atmalı’daki bahçeye gitmek, sabahın köründe buz gibi asmadan iki salkım üzüm kesmek, bahçenin içinden geçen ‘harığa’ (harıh: karık, ark) koyup bir süre daha da soğutmak, tuzlu peynir ve yuha (yufka) ekmeğiyle yemek demekti. Öğlen vakti ‘bente’ (bent: yukarıda kalan araziye suyu çıkartmak için yapılan küçük gölet) koşup suya ‘çakılmak’ demekti. Çay’dan akan suyun sesini dinlemek, ağaçların izin verdiği ölçüde gökyüzüne bakıp düşler kurmaktı. Çalılardan gelen hışırtı sesiyle irkilip, “yılan!” diye bağırmaktı. Atmalı hayat, doğa, mutluluk, rüya, farklı kültürlerin Arcadia, Utopia, Shangri-la diye farklı isimler takıp düşlerinde yarattığı Cennet Bahçesi demekti.

 

Ben o güzellikleri, o İstanbul’a gitmeyerek fazlasıyla yaşadım. 20 yıl sonra o şehri gördüğümde, geçmişte verdiğim karardan dolayı kendimi epeyce kutladım. Kutlamaya da devam ediyorum.

 

Sonra bir gün, 80’lerin başında, gözünü özelleştirme bürüyen Hasan Dedem o bahçeyi sattı. Ortaokul öğrencisiydim. Son kez bahçeye gidilmişti, ben de vardım. Büyükler bahçeden alacaklarını alıp bir pikaba yüklediler. Ben, “siz gidin, eşeği ben getiririm”* dedim. Benim de hayattayken gördüğüm, 107 yaşında vefat eden büyük dedem (o vadinin havasını soluyup, meyvesini yiyen, suyunu içen birisi için genç bile denebilir) Mehmet’in vakti zamanında boş tarla iken alıp dişiyle tırnağıyla cennete çevirdiği bahçeden bize düşen paya “elveda” diyordum sanki. Atmalı’ya da mı? Asla! “Geleceğim, hep burada olacağım. Atalarım senin verdiklerinle yaşayabildiler; bizleri dünyaya getirdiler. Eğer seni unutur, sevmez, nankörlük edersek, içirdiğin su, yedirdiğin ekmek haram olsun, yüzümüz gülmesin, dişimiz ışımasın”

 

***

 

80lerin sonuna doğru, sevgili kardeşim, şimdi Mersin’de polis, Ayhan İzci ile saatler süren yürüyüşlerimizin birini yaparken, aklıma bir fikir geldi. Kurban Bayramı yaklaşıyordu. Başka illerde okuyan birçok arkadaş tatile gelecekti. Bayram, yaza denk geliyordu. Dedim ki, “Arkadaşları toplayalım, Atmalı’da komşumuz Münir gilin bahçesi var. Herkes evinden et getirir. Bayramın birinci günü büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperiz. İkinci gün, sebzemizi, ekmeğimizi alırız. Gider Atmalı’da kamp yaparız.” Milleti toplayıp, “var mısınız?” dedik. Arkadaşlarla ilk kez böyle bir şey yapacaktık (sonradan öğrendik, Çırmıhtı tarihinde olmamış). Tarhana Mistafası, Rahmi Dayının Olcay, Sofuoğlu gilin Ünal, Piser gillerden Cumhur ve Cesur, Pat uşahları Hakan ve Yalçın, diğer Piser gilden Muharrem ve Cemal, Hasso Dayının oğlu İbo’dan oluşan, Dünya Karması mı diyeyim Yıldızlar Topluluğu mu, yaşı 17–22 arasında değişen ekip Ayhan ve bendenizin önderliğinde yola koyuldu. “Önderliğinde” diyorum; çünkü öncelikle Ayhan, sonralıkla ben olmasam bu anne kuzularının hiçbiri yumurta bile pişiremezdi. Şimdi her biri istese Çırağan Palas’ın Kempinskisine şef olur, ayrı mesele!

 

Orada neler oldu, neler bitti? Anlatmaya çalışmak gerçekten mümkün değil. Bu kampları 3 yıl üst üste yaptık. Yenilenleri içilenleri boş veriyoruz zaten. Gökyüzünde yıldızları seyretmek, gecenin sessizliği dinlemek, türküler söylemek, kesik köprünün üzerinde ateş yakıp halay çekmek, ayaklarına sevda şiirleri yazmak, birlikte bir şeyler yapıp paylaşmanın güzelliğini öğrenmek, dostluğu pekiştirmek sadece birkaçı. Gruptan kime sorarsanız sorun, “hayatımızın en mutlu günleriydi” der.

 

Atmalı, bir kez daha cömertliğini, büyüklüğünü göstermişti bize…

 

***

 

Hayat hepimizi bir yere savurdu. Burada olmayanlar Atmalı’yla gönül bağını koparmadı. Burada olanlar ise ne gönül bağını, ne fizik bağını kopardı. Onlar işten güçten artan zamanlarda soluğu orada aldı, almaya devam ediyor. Şaban Dede’nin gözünde mola veriyor. Domates, biber, sarımsak, soğan, Malatya’nın o leziz beyaz peyniri vesaire ile karnını doyuruyor. Közde pişen dünyalara bedel çay içiliyor; yola konuluyor. Tertemiz hava, dingin bir ortam, sırttan akan tatlı ter, açılan nefesler…

 

Dört mevsim fotoğraflar çekip, bunu Internet üzerinden orada olamayan arkadaşlara yolluyorlar. Biliyorlar, yaptıkları vicdansızlık. İçleri gidiyor dostların, ama ne yapsınlar!

 

Efendim bu grubun bazı üyeleri, değerli “ağır abilerin öncülüğünde” son bir iş etmiş ki, akıl karı değilmiş! ‘Miş’ diyoruz…Çünkü olayın failleri, Malatyahaber.com sanal aleminin amiri İsmet Yalvaç’ın fotoğrafları görüp, değerli bir değerlendirme yapana kadar ‘anormalliğin’” farkına varamadılar.

 

Eylem şudur:

 

Yaklaşık 2 hafta önce, Şaban Dede’de toplandık, onun mübarek suyundan yararlanarak, paça, daha doğrusu kelle pişirdik. (Üstteki fotoğraflar delilidir- Yalnız en son  fotoğraftaki közde biber-domates pişirimi  daha önceki başka bir arazi faaliyetindendir . )

 

Ne var bunda anam bacım?


İsmet Beg der ki: “Yahu ne ilginç adamlarsınız? Erkek milleti, kendi başına pikniğe gittiğinde, en çabuk olanı yapar, yer. Et filan alır. Köfte, kebap neyse.. Pişirir, yer içer döner. Sizin iş bir garip. Dana kelle almışsınız, ‘kazan küçüğü’ tencereyi dağa götürmüş, 6 saat kelle pişirmişsiniz. Allah bilir, siz bir dahaki seferinizde  tiritli köfte, lahana köftesi, karın- bumbar da yaparsınız!.”

 

Doğrudur. Gidişat o, yaparız. 

 

İcra ettiğimiz son faaliyet sabah başladı, karanlığa kadar devam etti. Kelle- paça fantezisini aklımıza koymuştuk, kısmet o güneymiş. Muhterem ve muhteşem Kündübegli (Gündüzbeyli) Mehmet Çoban abimizin sayesinde her bir şey hazır edilmişti. Sarımsak, sirke, tuz, salça bakır kalaylı tencereye konulmuştu. Şefimiz Mehmet Çoban ağabeyimiz kolesterol sorunundan dolayı yemedi, sadece baktı, “bu muhabbet bana yeter” dedi. Diğerleri çatlama sınırına 2,5 santim kalana dek yediler ha yediler. Espriler havada uçtu; sanal yazarınızın torbasına birinci kalite memleket öyküleri düştü. Uzun süre TV Malatya’ya müzik programları yapan, Malatya’daki bilumum korolarda icra-ı sanat eyleyen Münir Engür kardeşim ve Mehmet Çoban o güzelim sesleriyle türküler söylediler, bizleri mest ettiler.

 

Kuşkusuz başlı başına bir inceleme konusu olan Datlı gilin Nafız’ın ‘şiirlerinden’ fırsat buldukları kısa anlarda… Türkü söylenirken, şiir okunması uygun bulunulmadığından Nafız ozanın ağzına basılıyor; o ise “eylemlerim sürecek” diyerek zafer işareti yapıyor.

 

Nafız abimiz sevincini, üzüntüsünü, derdini, düşüncesini manilerle anlatmazsa, kendisini hiç konuşmamış sayıyor. Bunu yaparken, türküden, duadan veya bir slogandan yararlanabiliyor. Önce ‘makamlı’ bir giriş yapıyor, sonra mesajını veriyor. Tekstil dünyasının sorunlarından bahsediyorsa “mademki dokumacısın/Allah sana da acısın”; karnı acıkmış, paça hazır olmamışsa “Cey Cey Okoça/niye bişmedi bu paça”; birilerine kızmışsa “madem çoban değilsin/ardındaki sürü ne?/bizi böyle edenler/sürüm sürüm sürüne”; közde pişen patatesi beklerken “burası Agora Meyhanesi/burda bişer/patateslerin en şahanesi” bunlardan birkaçı. Nafız abi sadece lirik bir insan değil; nesir de takılıyor. Bir Koyun Dolly bombası var ki, espriyi anlamak için epeyce genetik biyoloji çalışmak lazım. Şimdilik kalsın!

 

Yalnız bu paça işinde iki kişiye ayıp ettik: Birincisi, “mutlaka gelirim, çağırın” diye önceden uyaran avukat Faik Demez. Ne büyük talihsizlik, o sırada babası Ramazan Dayı geçinmişti (vefat etmişti), çağıramadık. Ayrıca Görüş Gazetesi'nin tek sorumlusu Selahattin Gökatalay pay götürmedik diye çok kızmış;  “Boğazınızda kala; kökünüz bir günlüğüne amel (ishal) olasınız” şeklinde bedduasına maruz kaldık. Her iki paçasızlık mağduruna kamuoyu önünde söz veriyorum: En uygun zamanda bu iki yetime muhteşem bir 'organizasyon organize' edeceğim.

 

Sözünde durmayan o tenceredeki kelle gibi pişsin!

 


  • Eşek hayvanından bahsederken, kötü-ayıp-çirkin bir şey söylemiş gibi, “affedersiniz” diye giriş yapanlara fena halde bozulduğumu beyan ediyorum. Bu şahıslarla, “affedersiniz”, gelecek yazılarımdan birinde hesaplaşacağımı da ilan ediyorum.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları