Mini Öyküler, Mikro Fikirler!
Bülent KORKMAZ
deybayah@gmail.com
İşte birkaç öykü ve birkaç fikir
Yazılanların günahı bana, sevabı okuyana
New York Times Görüşe Karşı
Malatya yerel basınının emektarı Görüşün daha önce Amerikanın New York Times gazetesiyle polemiğe sokulduğunu, Görüşün bundan haberdar olduğunu ama Amerikan kastesinin bundan halen haberdar olmadığını biliyor muydunuz?
Olay, Malatyada 1 veya 2 yerel gazetenin yayınlandığı 70li yıllarda gelişiyor:
Genç kuşaklara ön bilgi olsun: Gazete siyah-beyaz çıkmaktadır, halen öyle ama renkli çıkan yerel gazeteler de var, teknik zorluklar nedeniyle pek fotoğraf kullanılmamaktadır, o nedenle yazarlarını yakın çevresi dışında tanıyan bile yoktur ve Malatyaspor bugün oynadığı yerde, yani o günkü adıyla 2. Lig, oynamaktadır.
Görüş Gazetesinde Malatyaspor icraatlarını eleştiren yazılar çıkmaktadır. Bu durum Malatyaspor yönetiminin canını sıkar. Konu, yönetim kurulu toplantısında gündeme gelir, Görüş gazetesi yazıp duruyor, durmadan bizi eleştiriyor, olur mu? kabilinden sesler yükselir. Üyelerden biri, küçümser bir ses tonuyla, almazına, Aman der, Görüş gazetesi değil mi? Altı üstü kaç tane satıyor? Eti ney budu ney? Yazsın dursun anlamında bir şeyler söyler.
Bir başka üye merhum Vahap Dayı (Çolak- Şişko Vohop) oturduğu yerden istifini bozmadan aynen şöyle der:
Niye? Malatyaspor'u New York Times mi yazacağıdı?
Vahap Dayının Amerikan gazetesinin adını Türkçe okunduğu gibi, Ni York Taymıs şeklinde değil Türkçe yazıldığı gibi aynen New York Times diye telaffuz ettiğini ekleyelim.
Geçmiş tarihli yazılarımda Türkiyede ulusal basın olarak tanımlanacak bir basının olmadığını, özellikle ülkesel ölçekte satılan ve okunan tüm gazetelerin yerel nitelik taşıdığını ileri sürmüş ve bu bağlamda, örnek olsun, Hürriyet, Milliyet, Sabah ve benzeri tüm gazetelerin İstanbul yerel basınının unsurları olduğunu yazmıştım.
Çünkü bu yayın organlarında yer alan haberlerin sadece nitelik ve niceliğine değil samimiyetine bakıldığında Türkiyede her şeyin esas oğlan kıvamındaki Taksim-Bebek hattında cereyan ettiğini (parantez içinde ünlem işareti) görüyordum, görüyorduk.
Örneğin;
Diyarbakırdan bahsedilmesi için bir yerlerin bombalanması, Sinopun gündeme gelebilmesi için orada bir gencimizin 100 metreyi 7,5 saniyede koşması, Çorum haber olacaksa leblebi tozundan nükleer yakıt elde edilmesi gibi icatların ortaya konulması gerekmekteydi.
Malum, Basın İlan Yasasındaki düzenlemeler nedeniyle İstanbul yerel basınının dışındaki yerel basına da sayfa sayısını arttırma zorunluluğu getirildi. Sayfa sayısı artınca, bu sayfaları dolduracak haber ve yazıların temin edilmesi ihtiyacı doğdu. O yörenin haber potansiyeli 8 sayfayı doldurmaya yetmeyeceğinden, bu gazeteler özellikle iç sayfalarında ajanslardan aldıkları yurt haberlerini kullanmaya başladılar.
Yani onlar da oldu mu size ulusal basın?
Sayın seyirciler, fark ettiniz mi bilmem, bir paragraf üstte sanal yazarınız ne dedi?
O yörenin haber potansiyeli 8 sayfayı doldurmaya yetmeyeceğinden dedi.
Bu kadar saçma sapan bir laf olabilir mi? Oluyor işte, daha neler var?
Malatyayı ele alın. Belki farkında değilsiniz veya farkındasınız ama Malatya kocaman bir şehirdir. Bunun Darendesi var, Akçadağı var, Aşşağı Şeheri var, Kuluncakı var, var oğlu var. Nüfus neredeyse 1 milyon. Yeryüzünde birçok ülke nüfusunun 5, 10, 15, 20de biri. Arazi 12 bin kilometrekarenin üstünde. Yeryüzünde birçok ülke arazisinin 5, 10, 15, 20de biri, belki birkaçından fazla.
Bu kadar koca bir şehirde toplamda ben diyeyim 10, siz söyleyin 15 (sürekli çoğalıyorlar efendim, durduramıyoruz) gazete var ama hepsini toplasanız 1 gazete ya ediyor ya etmiyor. Çünkü haberlerin önemli bir bölümü alın teri değil kopyala-yapıştır.
Vakti zamanında, Türkiyenin geri kaldığı (!) 70-80li yıllarda en az 5 muhabirin, üstelik kadrolu, çalıştığı yerel gazeteler şimdi sadece 1 (Bir) kişiyle çıkıyorsa nasıl bir kalite habercilik nasıl bir kalite bekleyeceksiniz?
İstanbul yerel basınında olduğu gibi, Malatya yerel basınında merkezin veya merkezden birilerinin oralara gitmesinin pek haber göremezsiniz.
Darende mi? Fizan kadar uzaktır bize!
Kim Öle Kim Kala?
Vahap Dayı bir başka olayın kahramanı. Anlatan, belediyenin eski Zat İşleri (Personel) Müdürü Osman Altunboğa, o sanal patron İsmet Yalvaç abimize anlatmış, ahan ben de size yazıyım:
Halkımızın ekabir takımı fi tarihinde Emniyet Lokantasında yiyip içmektedir. Salatalar, mezeler, kebaplar, rakı kadehleri gidip gelir, kafalar hafiften dumanlanmaya başlarken, ortama sohbet gerektiği fark edilir. O gün için ne olacak şu memleketin hali? sohbeti gündem maddeleri arasında yer almadığından Osman Dayının aklına ölümden bahsetmek gelir.
Aslında bunu kasten yapmaktadır çünkü Vahap Dayının ölümden çok korktuğunu bilmektedir. Muziplik olsun anlatacaklarını Vahap Dayının üzerinden anlatmaya koyulur:
Olum Vahap, sen şimdi öldüğün zaman çağan çoluğun, eşin dostun dövünüp ağlayacak. Sonra hoca gelecek, seni soyacaklar, yıkayacaklar. Kefene sardıktan sonra tabutun kapağı kapatılacak, cemaat tabutu sırtlayacak, yola koyulacak
Tüm bunlar olurken sen hiçbir şeyin farkında olmayacaksın, canlı gibi tüm olup bitenleri izleyeceksin, acaba kim rahmetli oldu diyeceksin? Ölenin sen olduğunu hiç bilmeyeceksin
Sen de cemaatle mezarlığa kadar gideceksin, tabuttan çıkaracaklar, mezara koyacaklar, üzerini toprakla örtecekler, Hoca, Ya .bintu Vahap diye talkını verecek (Osman Dayı bu noktada Arapça bilmediği için talkını Kürtçe verir) sen yine hiçbir şeyin farkında olmayacaksın.
Sonra cemaat oradan ayrılacak, sen yattığın yerden kalkmak isteyeceksin, kafan tak diye merteğe değecek, işte o zaman hayvah, benmişim ölen diyeceksin.
Böcekler, yılanlar gelecek, etinin yımışah yerlerinden, muhtemelen de soyhandan itibaren yemeye başlayacak
Sohbet bu minval üzere devam eder, arada birileri daha bir şeyler ekler, sonra cilalı kafalarla eve gidilir, yatılır, uyunur.
Sabah, çok erken saatte Vahap Dayıyı kaldırırlar, tesadüf bu ya, kayınpederi vefat etmiştir. Bizimki hala kafası "kısmi keyf" alelacele cenaze evine gelir, komşular, akrabalar toplanmıştır, cenazeyi götürecek kamyon oradadır, tabut vardır ve amanın uşah o da neyin nesi?
Tabutun üzerinde Vahap Dayının paltosu durmaktadır. Rengi atar, hiç kimseye bir şey diyemez, akşam anlatılanların etkisiyle kendi kendine ula ben ölmüşüm der.
Sesini çıkarmaz (ölüler konuşamaz zaten), kamyona biner, cenaze töreninin tüm aşamalarını korku içerisinde izler, sonra merhum toprağa konur, üzeri toprakla örtülür, millet başsağlığını iletip gider ama Vahap Dayı halen mezarın başındadır, çünkü rakı masasında pompalanan ideolojiye göre ölmüştür.
Zavallı korku içerisinde topraktan doğrulup kafasının merteğe çarpacağı anı beklemektedir. Cemaat ise uzaktan bakıp muhtemelen Vahap da gayın babasını ne gadek seviyimiş? diye düşünmektedir.
Vahap Dayı bir süre sonra fark eder ki, ölen kendisi değildir, capcanlıdır, Allah daha uzun ömürler versindir!
Biraz geç de olsa anlar ki:
Tabutun üzerine konulan palto Vahap Dayının paltosudur ama giymediği için yenge hanım tarafından merhuma verilmiştir.
Dayımız cenaze sahiplerinden biri olarak taziyeye gider, bir süre sonra bu kaos ortamını yaratan Osman Dayı başsağlığına gelir ve tarihte bir ilk gerçekleşir.
Vahap Dayı başınız sağ olsun demeye çalışan Osman Dayının üzerine yürür:
Ula senin yüzünden ayahlarım seplendi, az galsın gorhudan altıma işeyecektim
1989 yılına kadar Malatyanın büyük mezarlığı Kuyuönü Mezarlığı idi. O tarihte Yeşiltepede bugünkü mezarlık açıldı. Hatta bir de açılış yapıldı, pastalar, börekler. (O açılış gününü İsmet Yalvaç abimiz yazmalı, ayrıca..)
Yani bu kadar zekice fikir hangi akıldan çıktı bilemiyorum, belki tamamen iyi niyetli bir uygulama, ayrı bir inceleme konusu, o dönem yeni mezarlık yolu tarif edilsin diye şehrin her tarafına Mezarlığa Gider tabelası konulmuştu. Freddynin Kabusunda bir sahne gibiydi. Sağa dönüyorsun bu tabela, sola dönüyorsun bu tabela.
Hangi ölü yolunu bulamamışsa!
Vahap Dayıyı arkadaşları mezarlığın açılışına çağırmış, korktuğu için gelmemiş. Orada arkadaşları tabutlara bakmışlar, Vahap Dayı şişmanmış, sonradan tabutun ebadını anlatırken sen sığmazsın, nassı olacağ? demişler o da cevabı yapıştırmış Yan goyun olum.
Arkadaşları Sırtta taşıma da yok, cenaze arabası gelip götürecekmiş demişler. Vahap Dayımız buna da itiraz etmiş ve arkadaşlarının tek tek isimlerini sayıp, aha bunlar, bunlar, bunlar. Hepsinde emeğim var, hakkımı helal etmem, ben ölürsem Aşşağı Şeherdeki Ali Baba Mezarlığına kadar sırtlarında taşıyacaklar.
Malum, bu mesafe şehir merkezine yaklaşık 8 kilometre
Siz Siz Olun!
1993 yılı, Çırmıhtı Belediyesinin otobüsüyle şehre geliyoruz. Akıldan epey bir yoksun, uzun-ince boylu, sürekli cırtlak yeşil takım elbise giyen, Sümerbankta işçilik etmiş, kendisine zulüm ettiği gerekçesiyle cinnet geçirip üvey annesini öldürmüş, galiba bir süre hapishanede bir süre akıl hastanesinde kalmış bir Ömer Dayımız vardı.
Benim aklım niyeyse halkımızın delilere genel yaklaşımına, onları kızdırmasına, boş boş konuşturmasına, para verip birilerine küfrettirmesine pek ermez ama memleketin bu nesnel gerçeği, daha doğrusu denyoluğu, karşısında boynum kıldan incedir.
Ömer Dayı şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturdu. Yanına da Çırmıhtının ileri gelenlerinden biri gelip oturdu. Yol boyu dayımıza takılmaların ardı arkası bitmiyor. Halkımız hafiften gülüyor. Genç, hafif şişmanca bir kızımız da var, gülecek ama utanıyor, elinden geldiğince gülmesini bastırmaya çalışıyor, çevreye ayıp olmasın. Malum kadınlar başka bir canlı türü olduklarından onlara gülmek yakışmaz.
Bu arada dünyanın mezarlığı en bol yolunun Kündübeg-Malatya hattı olduğunu anımsatalım. 11 kilometrelik yol üzerinde tam 6 tane mezarlık var sayın seyirciler.
Kuyuönü Mezarlığının tam önüne geldik, o ana kadar yanındakiyle konuşan ve sağa sola bakmayan Ömer Dayı gülümseyerek arkaya döndü ve
Muhterem cemaat dedi ve durakladı. Biz, şimdi bir vaaz verecek, yalan-yanlış dualar (o huyu da var) okuyacak diye beklerken ekledi:
Siz siz olun, şu yatanlara sakın Fatiha okumayın. Kor mu (kör mü) ölmeyelerdi?
Ömer Dayının bu hareketine şahsen ve bizzat kendimin de güldüğünü hatırlıyorum.
O ana kadar dudaklarını ısıran garibim kız ise gülmüyor, yıkılıyordu.
O kızı bir daha görmedim.
Merhum Ali Cengiz!
Ali Cengiz, malum.. Eski Turizm Müdürü.. Halen Kültür ve Turizm Müdürlüğünde uzman.. Malatyanın İsviçre Çakısı.. Her işe yarar.. Her işe koşar..
İşte bu Ali Cengizin öldüğünden haberiniz oldu mu?
Evet, Ali Cengizi kaybetmişiz, bir ara.
Resmen ölmüş. Vallahi de billahi de!
Bunun nasıl olduğunun hikayesine gelince!..
Birkaç yıl önce. Ali Cengizin annesi rahatsızlanır ve Turgut Özal Tıp Merkezine kaldırılır. Burada yapılan tüm tedavi girişimlerine rağmen teyzemiz kurtarılamaz ve vefat eder.
Cenaze bir süre sonra morgdan alınır ve Akçadağa götürülerek defnedilir.
Epeyce bir zaman sonra, bir işlem için Ali Cengize, Vukuatlı Nüfus Kayıt Örneği gerekir. Başvuru evraklarını hazırlayan Ali Cengiz, işte o gün öğrenir, meğerse ölmüş olduğunu!
Aldığı kayda göre, kendisi ölmüş, merhum annesi ise yaşamaktadır!
Nasıl olurda böyle olur, diye düşünmeye başlayan Ali Cengiz sonra bunun nereden kaynaklanmış olabileceğini hatırlar. Kısa bir araştırmayla nasıl ölmüş olduğunu öğrenir!
Ali Cengiz, annesi vefat ettikten sonra, Turgut Özal Tıp Merkezinin morgundan cenazesini alırken, işlemler için kendi nüfus cüzdanını bırakmıştır. Cenazeyi defnedip, birkaç gün sonra cüzdanını geri almıştır. İşte, nüfus cüzdanının morg görevlisinde olduğu sırada, annesi yerine yanlışlıkla Ali Cengiz merhum işlemine muhatap olmuş, bu kayıt Nüfus Müdürlüğüne bildirilmiştir.
Ali Cengiz, annesinin ölümünü hastanenin servis kayıtlarıyla ispat edip nüfus kaydına işletirken, kendisi için de mahkemeden "sağ" kararı çıkartmış, böylece fani hayata resmen dönmüştür..