SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Sokrates, Platon, Aristo, Vesta Bakireleri ve “Malatyalıların Devleti”

Sokrates, Platon, Aristo, Vesta Bakireleri ve “Malatyalıların Devleti”
A- A+ PAYLAŞ

Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com

Ari Çokona… 

1957 yılında İstanbul’un Fener semtinde doğmuş. İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünü bitirip uzun yıllar boya sanayiinde çalışmış; şimdilerde özel bir lisede kimya öğretmenliği yapıyormuş. 

Çokona, Antik ve Çağdaş Yunancadan Türkçeye edebiyat, tarih ve felsefe çevirileri yapmakta; İstanbul ve Anadolu Rumlarının tarih ve edebiyatına ilişkin çalışmalar yürütmekte, kitaplar yazmakta imiş; Türkiye ve Yunanistan’da çeşitli edebiyat dergilerinde makale, öykü ve şiirleri yayınlanmış. 

“Bunlardan bize ne, Malatya’ya ne?” diyebilirsiniz, sabırlı olun, çevirdiği iki kitabı okumaya başlamadan ben de mevzunun bizim buralara kadar geleceğini hayal edemezdim; ama geldi.

Bu kitaplardan biri Aristoteles’in yazdığı (Aristo) Atinalıların Devleti, diğeri Platon’un kaleme aldığı Sokrates’in Savunması. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarınca Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi kapsamında yayınlanmış. 

Yaptığı enfes çeviri ve düştüğü dipnotlarla bu iki ölümsüz eseri büyük bir keyifle okumamıza vesile olan Ari Çokona Beyefendiye peşinen teşekkür ediyorum. Onun düştüğü dipnotlar olmazsa bu yazıyı kaleme almam mümkün olmayacaktı. 

Başlıyoruz…

“Prytaneion’da Karnımı Doyurun”

Sokrates ismini duymayanımız yok gibidir. MÖ 470 civarında Atina’da doğan eski Yunan dünyasının filozofu yaşam tarzı, kişiliği ve düşünce dünyası kadar 399’da ölüme gönderilişindeki duruşuyla, Klasik Antik Çağlar ve Batı Felsefesi üzerinde tesirli bir rol oynamıştır. 

Kavrayış yeteneği, iradesi ve tartışma yeteneklerinden övgüyle bahsedilir. 

Dönemin siyasi şartlarının etkisiyle, gün gelir, Sokrates gözden düşer, dinsizlikle suçlanır, yargılanır, ölüme mahkum edilir ve baldıran otundan imalat zehri içerek 70 yaşında yaşamına son verir. İstese kaçabilir, başka şehre sığınabilir, dönemin yöneticileri buna göz yumabilir, birkaç sene daha yaşayabilirdi ama bunu yapmayı reddedip jüri önündeki savunmasında bugüne kadar gelen sözlerini söyledi.

Sokrates’in yaşadığı dönemde yazdığı bir eser yoktur. Sokrates’in Savunması diye günümüze ulaşan eser yine Antik çağların en tanınır isimlerinden, bugünkü üniversitenin atası sayılan Akademia’yı kuran, Sokrates’in de öğrencisi olan Platon tarafından yazılmıştır. Başka bir öğrencisi Ksenofon ile farklı düşünürlerin de Sokrates’in savunmasını anlatan yazıları vardır ama hiçbiri Platon ile Ksenofon’un yazdıkları kadar bütünlük taşımaz.

İşte Platon’un yazdığı kitabın 56. sayfasında, bu yazının ana temasını oluşturacak, bir müesseseyle karşılaşıyoruz.  

Sokrates, “Atinalılar…” diye seslendiği yargılayıcı ve izleyicilere, kendisine hak ettiği karşılık verilecekse, başına iyi şeyler gelmesi gerektiğini söyler. “Size iyilikler yapan, öğütleriyle gayrete getirmek için boş vakit bulma ihtiyacında olan yoksul bir adama ne yakışır? Atinalılar, ona yakışan tek şey, karnının Prytaneion’da doyurulmasıdır.” diye devam eder. 

Olimpiyat oyunlarında at yarışlarını veya ikili ve dörtlü araba yarışlarını kazanmış birisinden daha çok hak etmiştir bunu; öyle söyler. Sporcuları kastederek, onlar, der, “sizin mutlu görünmenizi sağlıyorken, ben sizi gerçekten mutlu ediyorum.” Aslında ünlü sporcuların bedava yemeğe ihtiyacı yoktur, Sokrates’in vardır; kendisine adil davranılacaksa karnının Pyrtaneion’da doyurulmasını teklif ederek sözlerini bağlar. 

Neresidir bu Pyrtaneion? 

43 numaralı dipnotta Çokona’nın anlattığına ve Internet üzerinden bakarak yaptığım eklemelere göre:

Pyrtaneion, Atina’da, Akropolis’in kuzeyinde, MÖ 6. yüzyılın üçüncü yarısında inşa edilen, en eski kamu binalarından biriymiş. Rhea ile Kronos’un kızı, Zeus’un bacısı, Olimpos’un 12 baş tanrısından biri olan HestiaApollo ve Poseidon’un evlilik tekliflerine sıcak bakmayıp ölene kadar bakire kalacağına yemin etmiş. Hal böyle olunca, “tanrıça da olsa kadın kadındır; bu kız mademki çoluk çocuğa karışmayacak, köfte yoğurmayacak, kocasının kahrını çekmeyecekse bari işsizlikten canı sıkılıp strese girmesin.” diye, Olimpos’un ağalarınca evlerdeki ocağın tanrısı kadrosuna atanmış. 

Bu sebepten Tanrıça Hestia’nın hiç söndürülmeyen kutsal ateşi yanarmış Prytaneion’da. 

Ara not: Güzel Türkçemizdeki ocak sözcüğünü hepimiz biliriz. Pişirme, ısıtma, ısınma için ateş yaktığımız yerdir. Mecaz olarak kullanıldığında evimizi, ailemizi, soyumuzu kastederiz. Ailenin yok olmasını, dağılmasını, soyunu gelecek nesillere aktaramamayı anlatan ocağı sönmek deyimi sözcüğün mecazi anlamından türetilmiştir.  

Prytaneion bu sembolik işlevle sınırlı bir bina değildir. Hukuki belgeler arşivlenmektedir. Kamu bütçesinden aktarılan parayla kentin ileri gelenlerine, başka kentlerin elçilerine ve Olimpiyat Oyunlarında altın madalya kazananlara ömür boyu yemek sunulur. Sokrates’in belirttiği gibi, yemeğin sunulduğu kişiler elbette varlıklı insanlardır, ücretsiz yemeğe ihtiyaçları yoktur ama Prytaneion’da yemeğe hak kazanmak Atinalı bir yurttaşın ulaşabileceği en büyük onurdur. 

Sıradan vatandaşın, Atina Büyükşehir Belediyesinin kurduğu cenaze çadırının yanından geçerken içeri girip “pilavakis ile kavurmakis” yemesine benzemez yani!

Benzer uygulamaları bugün de görüyoruz: Yöneticiler kamusal görevleri sırasında yemeğe para vermezler; yurtdışından resmi ziyaretle gelenlereyse ev sahibi devletin konukseverliği ve prestijini gösterecek debdebeyle yemekler verilir. Başarılı sporcular adına madalya kazandıkları devletlerce bir şekilde ödüllendirilir. 

Geliyoruz Aristo’nun kaleme aldığı Atinalıların Devleti kitabına…

Altı üstü 77 sayfalık bu kitap dünyadaki mevcut devlet düzeninin ta o zamandan nasıl ve hangi mantıkla kurulduğunu, dayandığı sınıfsal temelleri, organizasyon şemasını, hukuk yapısını, emir-komuta zinciri içerisinde askeri örgütlenmeyi, ve hepsinden önemlisi devlet adına görevlendirilenlerin denetlenip gerektiğinde yargılanmasını ve tüm bu işlerin ayrıntılarını sade bir dille anlatıyor. Baktığınızda tarih boyunca sistemin pek değişmediğini, her toplumun kendince uyarlamalar, eklemeler veya çıkarmalar yaptığını görüyorsunuz. Bazen o günden bugüne insanı şaşırtan öyle ayrıntılardan bahsediliyor ki, şaşa kalıyorsunuz. Mesela, yaşlılıktan bunamış insanların mirası konusunda hukuken söz sahibi olamaması, borcunu ödemeyenin icraya verilmesi, devletin kamu malını taksitle satması, yönetim organlarına seçilenlerin bu görevi bir-iki defadan fazla yapmasına izin verilmemesi… 

Bizi ilgilendiren ilk bölüm 4. sayfada karşımıza çıkıyor:

Bu sayfada “Kralın (Basileus) Prytaneion’a yakın, Bukoleion denen bir binada kaldığı” belirtiliyor. Çevirmen Çokona aynı sayfanın altındaki dipnotta Prytaneion hakkında, bir önceki kitapta verdiği bilgileri yineleyip “Atina’nın ilk yasalarının kazındığı mermer plakaların burada korunduğunu, Tanrıça Hestia’ya adanmış bu binada kutsal ateşin yandığını, yeni bir koloni kurulacağı zaman buradan yakılan bir meşalenin götürüldüğünü” de aktarıyor.

50. sayfada Prytaneion’da görev yapan prytaneslerden bahsediliyor. Atina halkına mektup getirenler, elçiler, haberciler önce prytaneslerin huzuruna çıkıyor. Bunların epistates denen bir başkanı da var. Kent hazinesinin ve resmi evrakların bulunduğu tapınakların anahtarlarını ve devlet mührünü epistates saklıyor. O ve seçtiği 3 prytanesin Tholos denen binada kalması gerekiyor.

Efes ve Patara antik yerleşimlerinde de prytaneion bulunduğunu; bazı kaynakların bu yerleşimi “hükümet merkezi” olarak da tanımladığını ekleyelim.

Hestia Oluyor Vesta

Klasik Yunan uygarlığının mitolojik inançları ile Roma’nınkinin önemli ölçüde benzerlik gösterdiği biliniyor. Sadece tanrı isimleri Roma’da başka şekilde söyleniyor. 

Romalılar, Yunanlıların Hestia’sına Vesta diyorlar. Vesta, benzer şekilde, aile, yuva ve ocağın tanrıçası olarak tanınıp saygı görüyor.

Günümüze ulaşan bilgilerden anlaşıldığına göre, Romalılar “Vesta ideolojisini”, Atina’da olduğundan daha gelişkin, değişik, sistemli ve karmaşık hale sokuyorlar. 

Bu amaçla Roma Forumu sınırları içerisinde rahibelerin konakladığı Vesta Bakireleri Evi (Atrium Vestae),  dairevi Vesta Tapınağı ve başrahibin oturduğu domus publica binalarını inşa edip bir site halinde bir arada tutuyorlar. 

Atrium Vestae’ye alınmak öyle kolay iş değil!

Roma’nın seçkin ailelerinin kızları arasından anne-babası hayatta, akli melekeleri yerinde, vücudunda herhangi bir engel, şekil bozukluğu olmayan, 6 ila 10 yaş arasında altı kız  Vesta rahibesi (Vestal) şehrin en prestijli dini makamlarından biri sayılan tapınağa kabul ediliyor.

Kadının insandan sayılmadığı Roma toplumunda Vesta rahibesi olmak kızlar için bir tür nefes alma. Babalarının baskısından kurtulup özgürleşiyor, mal mülk edinebiliyorlar, toplumda saygı görüyorlar. Ama bunun bile bir bedeli var.

Vestallerin en az 30 yıl boyunca evlenmeleri veya erkek bir sineğin kapsama alanına girmeleri zinhar yasak. Bu süre içerisinde bekaretlerini korumak zorundalar, aksi halde canlarından oluyorlar. 

Nasıl mı?

Romalılar bir vestali kanını dökerek öldürmenin felakete yol açacağına inandığından onu diri diri gömerek ölüme terk ediyorlar.

MS 114 yılında sevgilisi var diye ölüme terk edilen Vestal Marcia’nın trajik öyküsü, bu kızcağızların ne derece zalim bir ideolojinin kurbanı, kölesi olduğunun en bilinen örneklerinden. Cenaze elbiseleri giydirilen Marcia, bir tahtırevana oturtulup, rahiplerin eşliğinde Roma caddelerinden geçiriliyor, yanına biraz yemek, su ve lamba bırakılıp mezara indiriliyor, sonra mezarın ağzı kapatılıp ölüme terk ediliyor1.

Şehir şebeke suyunu tapınağa sokmadıklarından kutsal pınardan tapınağa su getirilmesi, törensel yemeğin hazırlanması, tapınağın iç bölümlerinin düzeni, Vestalia Bayramı törenlerinin organizasyonlarının ötesinde rahibelerin yapması gereken en önemli iş Vesta Tapınağındaki ateşi söndürmemek. Sönerse vay Roma’nın haline! Girişilen bir savaşta Roma ordusunun bozguna uğraması bile kutsal ateşin sönmesine bağlanabiliyor.

Vestal görevini düzgün yapmadı diye suçlandığında başrahip (Pontifek Maximus denen herif) tarafından karanlık bir odaya götürülüp soyularak dövülüyor. 

Bu zalim düzen bin sene kadar varlığını koruyor.  

Ateş, senede bir kez, Romalıların yılbaşı kabul edilen 1 Mart’ta2 sembolik olarak söndürülüyor, tekrar yakılıyor. Beklendiği gibi halka kapalı kutsal alan sadece 7-15 Haziran arası kutlanan Vestalia Bayramında  “evli-barklı, çoluğu çocuğu olan, yemeğini pişiren, evini süpüren, dikiş nakış işlerini aksatmayan” kadınlara (matron) açılıyor; o da içeriye çıplak ayakla içeri girmeleri şartıyla. 

Fırıncıların koruyucu tanrısı sayılan, gözde hayvanı eşek olan Vesta rahibeleri ve kültünün hikayesi kısaca böyle.

Ve Arslantepe’nin Sönmeyen Ateşi

Malatya arkeolojisinin gözde mekanı Arslantepe hakkında yıllardır bu sütunlarda bir şeyler karalamışız. Burada Arslantepe’yi tekrar ayrıntılı biçimde anlatacak edecek değilim ama başka bir mekanımız var ki özel ilgiyi hak ediyor. 

Bana göre Arslantepe’nin en büyülü, en gizemli mekanı burası. Fiziki şartlar uygun olmadığından bugüne kadar ziyarete açılamadı. Şu anda çatı örtü sisteminin inşası devam ettiğinden kapalı.

Burası Türkçede “Huzura Kabul Salonu” veya “Makam” diye yorumlayabileceğimiz bir bölüm; ama sözcük anlamıyla sınırlı bir mekan değil. 

Saray kompleksinin kuzeyindeki bu bölümü çok başarılı bir kazı çalışmasıyla ortaya çıkaran Arslantepe Kazı Ekibi, yayınladığı İngilizce makalelerde Audience Hall tanımını kullandı. Sözlüğe baktığınızda auidence için çok sayıda anlam görürsünüz ama bürokrasi-devlet yönetimi söz konusu olduğunda kastedilen anlam “makam, kabul” oluyor. Prytaneion da benzer bir anlama sahip gözüküyor.

Keza İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth geçindiğinde BBC’ye konuşan eski Başbakan Boris Johnson, bu sözcüğü aynı mantıkla kullanıp, “Queen was bright and focused in last audience” demişti. Yani, Kraliçe Başbakanı ölümünden iki gün önce son kez huzuruna kabul ettiğinde gayet aklı başında, mevzulara odaklanabilir akli melekelere sahip durumdaymış. 

Tüm bunları Arslantepe’yle ilişkilendirmeden önce şu tarihleri tekrar aklımızın bir köşesine yazmakta yarar var; altta karşılaştırmak için gerekecek.

Sokrates’in yaşadığı ve Pyrtaneion ile ilişkilendirdiğimiz dönem MÖ 6. yüzyıla uzanıyor. Roma’nın Vesta’sı MÖ 7. yüzyıldan başlıyor, Hristiyanlık egemen din olunca, MS 394’te yasaklanana dek varlığını koruyor. Anlayacağınız günümüzden yaklaşık 2500-2700 sene öncesine uzanan bir tarihte yaşananlardan, yapılanlardan bahsediyoruz. 

Gelelim Arslantepe’ye…

1961 yılından beri Arslantepe kazılarını yürüten İtalya Roma La Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Heyeti, süreç içerisinde çalışmalarının önemli bir bölümünü, “proto” devletin işlerini yürüttüğü Saray Kompleksi dediğimiz, höyüğün büyüklüğüne göre, nispeten küçük bir bölümde yürütmüş; buradaki bulgular sitin Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütünce (UNESCO) Dünya Miras Listesine alınmasında temel dayanak oluşturmuştu.

Farklı disiplinlerden uzmanların yer aldığı bilim ekibi, alanında uzman çeşitli laboratuvarlarla ve üniversitelerle çalışan kazı heyeti, bir yangın sonrası yıkılan sarayın bir üst katmanında yerleşimi sürdürmüş, hayvancılıkla uğraşan, bizim bugün “yaylacı” dediğimiz, yarı göçebe topluluğun bıraktığı izlere bakarak bir tarihleme çalışması yaptılar. Uygulanan radyokarbon tarihleme yöntemi (C14) kesin olarak şu tarihtir (diğer arkeolojik, jeolojik ve hidrojeolojik örnekler için de benzer durum geçerli) diyemese de yaylacıların buraya MÖ 3200 gibi yerleştiği söylenebiliyor. 

Dolayısıyla kalkolitik çağların görkemli yapısı saray, üç aşağı beş yukarı, günümüzden 5400 ila 5100 arası kullanılmış. 

Hemen belirtelim: Arslantepe’nin bu saray evresinde yazı yoktu. Yazı MÖ 3500 civarında Sümerlerce icat edilip kullanılmaya başlanmıştı. O da sadece Uruk şehrinde, bugünkü Tel el-Varka kentinde kullanılıyordu. Fırat Nehrinin bugünkü yatağının doğusunda, kurumuş nehir yatağının üzerinde, şimdiki Al Mutanna Vilayetine bağlı Samava’nın 30 kilometre doğusundaydı. Anadolu’ya yazının gelmesine  daha çok vardı.

Bu sebeple Arslantepe’de ortaya çıkarılan bu yapının yorumlanması arkeologların işini epey güçleştirdi. 

Kayıp zamanların, geriye birkaç kemik parçasıyla üç-beş eserden başka bir şey bırakamayan, çoğu toz olup gitmiş kayıp insanların gizlerinin peşinde koşuyorlar. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve yer bilimlerinde olduğu gibi, arkalarına matematiği de alarak, kurdukları hipotezi kesin ölçülerde sınayamıyorlar. Deney yapamıyorlar (deneysel arkeoloji var da, o ayrı mesele), hipotez yanlış çıktı, tekrar başa saramıyorlar. Arkeolojik katmanda bir boncuğun bile yeri değişse işler karışıyor. 

Ama temel bilimlerde özellikle son yüzyılda atılan dev adımlar ona büyük katkı da sağlamıyor değil. Türkiye ve Dünya genelinde 20’nin üzerinde üniversite, laboratuvarla iş birliği içerisinde çalışan Arslantepe Arkeoloji Heyeti hipotezlerini buralardan gelen verilerle güçlendirdi. 

Peki, Sarayda ilk yapılan “tesis” hangisi? Sıkı durun…

Huzura Kabul Salonu. 5400 yıl öncesinin kutsal mekanı... 

Helen’di, Roma’ydı, başkasının bu türden yapısı yanında dünkü çocuk sayılır! Alanında Dünyada bulunabilen en eskisi.

Artık kral mı, şef mi, din ve devlet otoritesini üzerinde toplayan rahip-kral mıydı veya o dönem insanlar bu kişiye nasıl hitap ediyorsa, onun tebaayı huzuruna kabul ettiği yer burasıydı.

Roberto Ceccacci’nin çektiği fotoğrafa bakarak makamı anlatmaya çalışalım. 

İlerideki koridordan girip, geliş yönünüze göre, sırayla soldaki (A) Tapınağı, arşiv ile sağdaki saray depoları, (B) Tapınağını geçtikten sonra avluya geldiniz. 

Avlunun etrafında makama gelenlerin oturabileceği kilden kanepeler yapılmış. Önde ortada kareye benzer bir platform görüyorsunuz, bitişiğinde sal taşları döşenmiş. Sanki buraya gelen her kimse, ama büyük olasılıkla “devlet” yönetiminde yer alan seçkinlerden biri veya dışarıdan gelen önemli bir zatın, tam burada durup karşısında oturan krala tekmil vereceği; kralın platform üzerinde mesafeyi koruyarak ayakta duran memurlarına, subaylarına emirlerini vereceği bir yer gibi duruyor. 

Fotoğraftan anlaşılmıyor ama o bölümde aşı boyasıyla duvar resmi gibi yere “taban resmi” çizilmiş. 

Sal taşlarının bitiminde, ortada kralın veya şefin oturduğu düşünülen “taht” benzeri bir yapı var. Her iki taraflı küçük basamaklarla çıkılan, çok yüksek olmayan bir oturma platformu. Kilden yapılmış. Bu oturma yerinin üzerinde ardıç ağacından yapıldığı düşünülen tahtının olduğu, kralın bunun üzerine oturduğu düşünülüyor. Koskoca Malatya reisi toprağın üzerine oturacak değil ya! Ardıç, diyoruz çünkü laboratuvar analizleri burada bu sert, dayanıklı ağacın kalıntılarını ortaya çıkardı.

Taht bölümünün devamında ortada iki tane pencere görüyorsunuz. Bu pencereler doğrudan sarayın girişinden itibaren koridorlara bakıyor. Saraya kim girdi, kim çıktı, kim ne getirdi, ne götürüyor, saray inşaatında çalışan ameleler kaytarıyor mu, bu pencerelerin hangisinden bakılırsa bakılsın görülebiliyor.

Kabul salonu ahalinin kafasına göre girip çıkabileceği bir yer değil. (B) tapınağı döneminde de sıradan insanların sarayın çok kısıtlı bir bölümüne kabul edildiği anlaşılıyor. O da belki en fazla adak adı altında haraçlarını vermeleri veya dışarıdan getirdikleri yüklerini indirmeleri; bir de (B) tapınağı girişindeki avluya açılan odadan birkaç tas gıdayla ödendiği düşünülen yevmiyelerini almaları için. 

Şimdi gelelim hikayenin en heyecanlı bölümüne. Burasını kabul salonundan daha fazlası yapan özelliğine.

Fotoğrafta ayakta duran hemşerimizin soluna doğru, bizden yana olan tarafta, dikdörtgen bir platform görüyorsunuz. Burada sürekli temiz ateş yakılmış. 

Sedimentolojik (tortul), mikromorfolojik (mikro yapılarla ilgili) ve kimyasal analizlerin sonuçları, yakılan ateşte yemek pişirilmediğini, sadece yakmak için yakıldığını, ateş söndükçe aynı bölümün alçıyla sıvanıp tekrar ateş yakılmaya devam ettiğini ortaya koydu. Bu nedenle temiz ateş ifadesi kullanılıyor. 

Heyetin hipotezlerine göre, henüz kesin olmamakla birlikte, yemek yenilmeyen, şölen yapılmayan bu odada, Vesta Tapınağındaki gibi, kutsal ateşin önünde bir tür kabul törenleri yapılıyordu. Elbette kimse Roma’da olduğu gibi Melid ülkesinin sarayında benzer törenlerin yapılarak kızların yapılan törenin ardından rahibe olarak atandığın iddia etmiyor, öyle bir kanıt bulunamadı, bulunamaz da ama Vesta’daki benzer bir kabul töreninin bilinmesinden yola çıkılarak olayı yorumlamaya, anlamaya çalışıyorlar. 

Birebir aynı şey olmasa da, olmak zorunda da değil fakat ortada bir anormallik var. Durup dururken, özel bir önem arz etmiyorsa, kutsal veya benzeri bir mekan değilse, bu odada durmadan ateş yakmanın alemi ne? Bu ateşi yakanlar, vestaller benzeri, kızlar olabilir veya erkekler. Birinin bu önemli gözüken görevle ilgilenmesi gerekmiyor mu? 

5 bin 400 yıl öncesine gidip bu ateşin gece de sürekli yandığını hayal edin. Lambanın, gece aydınlatmasının olmadığı bir çağda yaşıyorsunuz. Gece karanlığı büyülüdür, hayal dünyanızın sınırlarını zorlar, uydurmaya yatkınsınızdır. Egemenler de bunu bilir, kitlenin zaafından yararlanır, elinin sıcak sudan soğuk suya değmeyeceği bir ideoloji yaratıp dayatırken mitleri ustaca kullanır.

Malatya Ovasının ortasında, bugünkü Orduzu’da, bir saray. İçinde sürekli yanan bir ateş. İçine giremeseler de yakınına kadar gelme cesaretinde olanlar veya belli mesafeye kadar yaklaşabilenler iki pencerenin arasında “oynaşan” alevler görüyorlar. Kafalarında peşinen bir inanç var, kutsal biliyorlar orayı. “Vatanın” sönmeyen ocağını gördükçe ne duygular canlanıyordu acaba zihinlerinde? 

***

Buraya kadar okuduklarınızı Arslantepe ile bağlantılı konularda okumalarıma dayanarak anlatmaya çalıştım. Bunların kim olduğunu dipnotlarda belirteceğim. 

Üzgünüm ama, olabilmeyi çok istemekle birlikte bilim adamı, arkeolog değilim; haliyle yukarıda senaryolaştıklarımla aşağıda ileri süreceklerimin hiçbir bilimsel kesinliği yok; sadece veriler üzerinden akıl yürüterek bir şeyleri anlamaya, yorumlamaya çalışıyorum.  

Baştan itibaren birkaç ifadeyi siyah renkle işaretledim. İnsan isimleri hariç siyah renkle görülen bu ifadeler “hiç söndürülmeyen kutsal ateş”, “yemek sunulur”, “hukuki belgeler arşivlenmektedir”, “ilk yasaların kazındığı”, “tapınakların anahtarlarını ve devlet mührünü” idi. 

Arkeolojik çalışmalar bu eylemlerden “kutsal ateş” denilebilecek olguyu kanıtladıysa da Pyrtaneion ile Vesta Tapınağı Kompleksinde gerçekleştirilen diğer eylemlerin birebir Huzura Kabul Salonu’nda veya arkada sürekli ateş yanan odada gerçekleştiğine dair  bir iddiada bulunmuyor; çünkü veri/kanıt yok. 

Bilimsel titizlik içerisinde hareket ettiklerinden “bin düşünüp bir söylerler” tamam fakat o tapınaklarda gerçekleşen işler-güçler Arslantepe’nin diğer bölümlerinde, birebir aynı olmasa da, yapılmış. 

Örneğin…

(B) Tapınağını kullanan seçkinler burada yiyip içiyorlar. Koyun, keçi, sığır, domuz, tavşan kemik kalıntıları, kömürleşmiş buğday, arpa gibi bitkiler bunu ortaya koydu. 

Arşiv diyorsak kralı var. Binlerce mühür baskı gördüğü işlem sonrası atılmayıp saraya girişte, koridorların solunda, makama sadece birkaç metre ileride küçük bir oda içerisinde, hem de tasnif edilmiş halde, bulundu. Bunların 20 seneyi aşan analizi, ürünlerin hasır sepet, çanak çömlek, bez çuvallara konulup ağızlarının kil veya balmumundan yapılmış mühür baskısıyla (cretuale) kapatıldığını, 220’nin üzerinde farklı resim içeren bu mühürler kullanılarak  ağızlarının son kertede mühürlendiğini, ürünlerin konulduğu odaların kapısının tahta kilitle (bizim pağa) kapatıldığını, kapıların da aynı mantıkla mühürlendiğini ortaya koydu. 

Bence “yükte hafif pahada ağır” bu mühürleme sistemi Arslantepe hakkında ortaya konanların temel taşını oluşturuyor. Onlar olmadan bir erken devlet yapılanmasından bahsetmek çok zor olurdu diye düşünüyorum.

Cretualeler Arslantepe’de, bulunabilen en eski saray kompleksi içindeki erken dönem bir devlet yapılanması ile muhasebe ve bürokrasinin varlığını kanıtlıyor. 

Yukarıda prytaneion’da görev yapan ve adına prytanes denen görevlilerin elçileri, habercileri ilk karşılayan olduğunu; bunların başı olan epistates’in kent hazinesi ile resmi evrakların bulunduğu tapınakların anahtarları ile devlet mührünü sakladığını hatırlayalım. Ve bunlar Tholos denen bir binada kalmak zorundalar. 

Arslantepe Saray Kompleksinde mühür işlerinden sorumlu birileri atanmış olabilir mi? İhtimal. Kompleks içerisinde seçkinlerin evleri olduğu düşünülen yapı kalıntıları ortaya çıkarılmıştı. Bunlardan biri “tholos” benzeri bir yapı olabilir mi? Elbette bunu da bilmiyoruz ama olmayabileceği kadar olabileceği de göz önüne alınmalı.

Kanunsuz-nizamsız devlet olamayacağına göre, Arslantepe’de öyle bir bulguya da ulaşılamadı ama depolardan birinde yer alan 2 büyüleyici duvar resmi “sözlü hukukun”, tanrılarla insanlar arasında aracı olduklarını emekçi halka yutturan ağaların iktidarlarını meşru kılmanın göstergesi, yönetenlerin lehine, tebaanın aleyhine olmak üzere, bir tür “toplum sözleşmesi” olabilir mi? 

Zaten Kazı heyetinin yayınladığı makalelerde “egemenlerin halka yiyecek içeceği törensel bir hava içerisinde dağıtarak” kendi üstünlüklerini halka kabul ettirdiklerine dair açıklamalar var. 

Ortadaki depoda ortaya çıkarılan duvar resimleri de apayrı bir hikaye. Bunlardan birisinin erkek olduğu kabul görürken diğeri kadın mı erkek mi emin olunamıyor. Ama burada bizi ilgilendiren soldaki insanın kafasından sanki alevler çıkıyormuş gibi bir görüntüyle resmedilmesi. Acaba sürekli yanan ateşle bu alevin bir ilişkisi var mıydı? O ateşi yakanlardan birini mi yoksa kral ile kraliçeyi mi betimliyordu? 

***

Arkeolojik kazıların ne kadar titizlik istediğini, bu nedenle çalışmaların uzun yıllara yayılmak zorunda olduğunu, yorumlamasının da bir o kadar zaman aldığını hepimiz az çok biliyoruz. Gözlemim o ki, teknolojinin yardımıyla, kazılar eskiye göre daha hızlı, daha hassas ilerliyor, karşımıza hayal bile edemeyeceğimiz yapılar çıkıyor. 

Öyle olsa bile Arslantepe’de bahsini ettiğimiz bu görkemli yapının 2012-2014 kazılarıyla, görece hızlı çalışılıp ortaya çıkarılmasını çok başarılı buluyorum. 1961 sonrası ortaya çıkarılan sarayın diğer bölümlerinde çalışmalar o kadar hızlı ilerleyememişti. 

Burasının kazıdan önceki fotoğrafını ekleyelim de, ortada sadece bir toprak yığını varken neyi ortaya çıkarmışlar, bakıp anlayalım. Gerçekten zor, takdire şayan işler. Koridorun sonunda, tam ortadaki yapı kabul salonunun olduğu yer. Bu eski fotoğrafa baktığınızda toprak yığınından başka bir şey görmüyorsunuz. Ortaya çıkarılmış halini diğer fotoğrafta görüyorsunuz. 

***

Kültürler, uygarlıklar, mimari, inanç, edebiyat, sanat öyle parmak şıklatır gibi birden ortaya çıkmaz. Öncekinden etkilenir, alır, bir şeyler katar, arkadan gelene aktarır; gelen de götürebildiği yere kadar o döngüyü devam ettirir. 

Suriye’de, 1930’larda Fransız Arkeolog André Parrot ve ekibinin kazdığı Mari Kraliyet Sarayı’nda da yönetenlerin “huzura kabul” amaçlı kullandığı düşünülen bir oda bulundu. Bu odanın duvarı fresklerle süslenmiş. Kral Zimri-Lim’in (MÖ 1775-1761) ikamet ettiği saray çok önemli bulgular içeriyor, ayrıca yazılı kaynaklar ortaya çıkarıldı. Ama Mari Sarayı da, haliyle makam bölümü de, kuruluş tarihi itibarıyla Arslantepe’den daha genç. 

Ateşgah olarak bilinen Zerdüşt tapınaklarında da ateş hiç söndürülmüyor. Ateşgah’ın en güzel örneklerinden biri Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bulunuyor.

Devam dedik de…

Arslantepe Saray Kompleksi çöktükten sonra, ileriki yıllarda devranı sürdürenler, sitin devrini daim eden yaylacılar çoban şefin mekanını da kutsal ateşin yakıldığı bölümün hemen üstüne yapmışlar; sanki koca Orduzu Ovasında imara açılı arazi sorunu varmış gibi. 

Nasıl bir inanç, düşünce, duyguysa insanların kafasında varlığını, önemini, kutsallığını, yaydığı korkuyu korumaya devam etmiş. 

Saray sisteminin çöküşünde müthiş bir ironiyle karşılaşıyoruz: Ateşle başlamış, ateşle sona ermiş. Arslantepe’nin dünya arkeolojisinde tekliğini, özgünlüğünü de çıkan bu yangına borçluyuz. Genellikle höyük denilen yapılarda bir yer yıkılmışsa o bölüm temizlenip üzerine yenisi yapılır; yer seviyesinden 30 metre yükselene kadar bu devam edilir. Saray yangınla çöktükten sonra tekrar temizleyip yerine yenisini yapmamış, üst bölümde yaşama devam etmişler. İşte bu yangın arkeolojik katmanları koruyarak günümüze kadar ulaşmasını sağladı. 

Bu yangın iç isyanla mı çıktı dışarıdan gelen bir grubun saldırısı mı neden oldu, arkeologlar kesin bir şey diyemiyor. 

Olmaya ki tesiste görevli kızların kafasını bozdular, sarayı ateşe verdiler” diye düşünenleriniz varsa, karamet (iftira) atmayın, derim. 

Bizim kızlar öyle şeyler yapmaz.  

Dipnotlar

1) Vesta bakirelerine ilişkin yazılı ve Internet üzerinden çok sayıda kaynağa ulaşabilirsiniz. BBC’den Jayne Lutwyche’in 2012’de yayınlanan makalesi konunun özünü anlatanlardan: 

https://web.archive.org/web/20121001062403/http://www.bbc.co.uk/religion/0/18490233

2)1980’li yılların ortalarına kadar Türkiye’de mali yılbaşı 1 Mart’ta başlıyordu. Yalan söyleyenlerin vebali günahı boynuna, 1 Mart’a günler kala bazı işletmelerin muhasebe departmanlarında yangın çıkmışlığı vardır. 

Fotoğraflar

Kazılardan çekilen fotoğraflar Arslantepe’nin emektar fotoğrafçısı Roberto Ceccaci’ye ait. Telif hakkı: : © Missione Archeologica Italiana nell’Anatolia Orientale - Sapienza Università di Roma. 

Ateşgah fotoğraflarını (Arslantepe'nin iki genel ve bir duvar resmi fotoğrafları dışındakiler) Avukat Faik Demez ağabey gönderdi. Geçtiğimiz aylarda Azerbaycan’ı ziyaret eden Demez’in çektiği fotoğraflar Arslantepe’deki mekanı kafamda canlandırmamda inanılmaz yararlı oldu. İç mekanı geçtim, dışarıdan çekilen fotoğrafta, ateşgaha girişte basamak görüyorsunuz. Arslantepe’de taht olduğu düşünülen yer aynen böyle basamaklı, aşağı yukarı aynı ölçülerde. Fotoğrafların telifini bayram sonrası peynirli ekmekle ödeme hususunda Faik Abiyle anlaşmaya vardık. 

Teşekkürler

1930’lardan Louis Delaporte başlayan, savaşın araya girmesiyle durdurulan, 50’lerde  Claude Schaeffer ile devam eden Arslantepe kazılarını 61’den beri yöneten Piero MeriggiSalvatore Maria PuglisiAlba Palmieri ve nihayetinde Marcella Frangipane ile şu anda işbaşında olan Francesca Balossi Restelli’ye, ilk günden beri görev yapan farklı disiplinlerden arkeolog, tarihçi, ressam, restoratör, konservatör, her türlü uzman, akademisyen, işçi, kısaca emeği geçen kim varsa teşekkür ediyorum. Bu yazıyı hazırlarken her zamanki cömert desteğini esirgemeyen Marcella ve Francesca Hoca’ya özellikle minnettarım. Tüm bu emeği geçenler atalarımızın yurdunun göbeğinde, Orduzu’da küçük bir bahçe kadar yer tutan alanda resmen bize dünya tarihinin başlangıç merhalesini kavrattılar.  

Bu yazıya esin kaynağı olan kitapları çeviren Çokona’ya başta teşekkür etmiştik. Bu nitelikli yayınlarla 1940’larda tanışmamızı sağlayan eski milli eğitim bakanlarından Hasan Ali Yücel’e minnet borçluyuz. Bir vefa göstergesi olarak Türkiye İş Bankası halen bu kitapları Hasan Ali Yücel Klasikleri adı altında çıkarıyor. 

Yücel, her kitabın önsözünde “…bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zeka ve anlama kudretini o eserler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır…” derken gezegende hiçbir ulusun yalnız olmadığını, yalnız başına hiçbir iş başarılamayacağını anlatmak istiyor. Sadece edebiyatta değil arkeolojide de başka alanlarda da. 

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

10 yorum yapılmış

  • MUSTAFA OĞUZ (11 saat önce)
    Bülent Bey, çok ayrıntılı ve açıklayıcı yazı. Ellerinize sağlık. Saygılar
    %100
    %0
    Yanıtla
  • Murat (1 gün önce)
    Bülent Bey herzaman ki gibi muhteşem bir yazı. Tarih, arkeoloji, edebiyat, Malatya yani ne ararsan var. Büyük bir emek ve arastirma sonucu yazıldığı her halinden belli. Emeklerine sağlık.
    %100
    %0
    Yanıtla
  • Yılmaz (2 gün önce)
    Millattan önceki Malatya uygarlığı üzerine pek çok araştırma yazısını Malatyahaber.com da görüyorum. İnönü Ünv. Tarih bölümü uzmanlarının Malatya İslam beyliği (Avasım) üzerine bir araştırma yazısını bu sitede yayınlaması iyi olurdu . Zira Malatya tarihinin en efsanevi zaman dilimi bu zamanda yaşanmış; Battalgazi ve Emir ömer dönemi. Şehrin adeta sembolü olmuş. Bu yüzden Destan şehir Malatya diyoruz ya...
    %75
    %25
    Yanıtla
  • İnal (2 gün önce)
    Sadece Malatya'nın değil insanlığın tarihine ışık tutan çalışmaları bambaşka ilişkilerle ele aldığın; seni tanıyanların iyi bildiği özgün mizah anlayışınla harmanladığın yazın bir solukta, keyifle okunuyor sevgili Bülent abim. Yüreğine sağlık, selamlar.
    %86
    %14
    Yanıtla
  • Hüseyin YAPAR (2 gün önce)
    Emekle olgunlaştırılmış her çalışmanın güzel olduğu gibi yazınızda çok güzeldi yazının içine kattığınız notlar ve tasvirler (saygı ve sevgi ile andığım usta sanatçı Levent KIRCA nın 'Tam yerine geldik manzara koyduk' dediği gibi ) yerinde güzeldi zevkle okudum malatyahaber.com'a ve size teşekkür ederim.
    %70
    %30
    Yanıtla
  • Vavit Dızıklıoğlu (2 gün önce)
    Orduzunun adı nereden geliyor? bilin bakalım
    %100
    %0
    Yanıtla
  • Orti zu bağ yolu ya da belki ordu yolu
    0
    0
    Yanıtla
  • Vahit dızıklıoğlu (2 gün önce)1741440300 isimli kullanıcı yorumuna
    Rivayet odur ki mücelli o zaman ki adı mücel bir kaç ev vardır köy gibi oraya bir grup atlı asker gelir ağa yemek verir askerler açtır. Askerin biri su ister hanım kızlardan birisi su getirir askere asker içtikten sonra bardağı kıza uzatır kız alacakken asker kızın elini tutar neyse askerler doğuya doğru yola koyulurlar kız bir an ağaya yani babasına durumu anlatır ağa hiddetlenir uşaklarını alır askerleri şimdiki orduzu civarında yakalar küçük bir cenk olur. Oranın adı ise o gün ordu düzü diye anılmış olup günümüzde orduzu denilmektedir
    0
    0
    Yanıtla
  • Fevzi (2 gün önce)
    Ciddi bir yazinin icerigine peynir..ekmek..cok gitmez...slm
    %45
    %55
    Yanıtla
  • Malatyalı (1 gün önce)Fevzi isimli kullanıcı yorumuna
    Niye ki! Peynir-ekmek ciddi bişey değil mi? (Yılların tecrübesi ile kaleme alınmış, soluksuz okunan ve bize bir sürü şey öğreten bu çalışmaya bile akıl vermek nereden baksanız HADSİZLİK. Siz peynir-ekmeksiz bir yazı yazın onu da okuyalım.)
    %80
    %20
    Yanıtla

Bülent Korkmaz yazıları

Reklam