Ekmek, Süt ve Kestane...
Ekmek, Süt ve Kestane
Mevzu, hepinizin malumu
Hafta sonu Türkiye Süper Futbol Liginde oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçı öncesi, muhtemelen insanın mağara devrinden, hatta belki canlının tek hücreli dönemine ait bilgi, birikim ve kültüre ait birkaç yurttaşımız o zavallı pankartı açtılar. Fazla söze, yoruma gerek yok. Karşı yorumları çok da merak ediyorsanız, diğer halkımızın yaratısıyla ortaya çıkan, adı ekşi, kendi tatlı sözlüğe girin, okuyun, celallenin, gülün, eğlenin, tadını çıkarın.
Futbol maçlarındaki düzeni sağlamaya çalışan yasa ve yönetmeliklere göre, o pankartın açılmaması, hatta stadın içine bile sokulmaması gerekiyor. Ama nasıl oluyorsa (!) otuz bin tane güvenlik engelini aşıp oraya kadar getirilebiliyor, açılabiliyor. Yine de o pankartı açanlar, açılmasına göz yumanlar farkına varmadan çok iyi ettiler, iyilik yaptılar. Çünkü bu tür toplumsal hastalıkların başka türlü ortaya çıkması, teşhisi, mümkünse tedavisi sağlanacak gibi gözükmüyor.
Hani derler ya Ağrı, sancı Doğa Ananın biz insanlara sunduğu bir lütuf imiş. Başınız ağrır, dişiniz ağrır, mideniz sancır ve anlarmışsınız ki, hastasınız, önlem alırmışsınız. Ancak, kanser denen o lanet hastalık başlarda ağrı, sancı yapmaz, tam işi bitireceği zaman sinyalini verir, pençesine aldığı kişiyi en karşı konulmaz, dayanılmaz acılarla ölüme sürüklermiş.
İşte o pankart, ağrıyan, sancıyan yerimizi göstermeye vesile oldu: Meslek fetişizmi, emeğe saygısızlık ve adamını bulmak.
Yazar sayın Çetin Altan, yazılarında ve konuşmalarında bıkkınlık getirecek kadar çok sayıda Türklerin yüzde sekseninin mesleksiz olduğunu ifade etmek zorunda kalıyor. Zorunda çünkü; bu gerçek değişmiyor, o da aktar dönder aynı şeyi söylüyor.
Basit bir olgu gibi gözükebilir, ama yinelemekte zarar var. Bir işi meslek olarak seçip, layıkıyla yapmaya çalışmak, o işte aşama ve gelişim kaydetmek, vardığınız düzeyi koruyup yerinde saydırmadan-geriye götürmeden ilerletmek gerçekten zor iştir. Emek, yürek, alın ve beyin teri, sabır ve sebat ister.
Hayatında kazma sapını eline almamış, iki tane davar yaymamış, iğneyle kuyu kazmamış, dirsek çürütmemiş, toprağa gömülmüş fideye su vermemiş, okumaktan gözü kan çanağına dönmemiş, ocakta pişen yemeğe tuz katmamış, maden ocaklarında canını ortaya koyarak kömür damarı aramamış, laboratuarda bilmem hangi genin hangi işleve yaradığını anlamak için 20 sene harcamamış, tankların altında ezilmek pahasına iki kare fotoğraf çekmeye çalışmamış insanlara emeğin anlatmak da, bir işte yücelmek kadar, zordur. Bu tür insanların çoğunluğu oluşturduğu toplumda yapılan işe saygı da bekleyemezsiniz.
Ek olarak Türkiyeye değil, dünyaya özgü bir durumdur. Çürüyen, kokuşan insanlığın göstergelerinden biridir. Çivisi çıkmış üç günlük dünyanın ta ezelden beri düzeni kimin gücü kime yeterse olduğu için herkes bir şekilde nasıl edeyim de köşe kapayım derdindedir. Onun içindir tüm bu cemaat, tarikat, Opus Dei, Sabatay, WASP, klan, kabile, aşiret, mezhep, Katolik, Protestan, biraderimiz muhabbetleri Yani bize işin erbabı adam değil, bizden adam lazımdır. Hadisenin, bir de sütun bacak, dolgun göğüs boyutu da vardır ki, bize adam değil, bizden adam da değil, yalayacağımız eleman lazımdır şeklinde dönüşüme uğrayabilir.
Bu tür durumlar, Türkiye gibi gelişmemekte olan ve gelişmemekte ısrar eden ülkelerde, geliştiğini sananlara oranla daha baskındır. Öyle olunca, zaten tembelliğe, iş yapmamaya meyilli, geyik üretme çiftliklerinde ömrünü geçiren sevgili halkım kılını kıpırdatma, baltaya, küreğe, kaleme sarılma gereğini duymaz.
Mesleksiz ve emeğe bu kadar ilgisiz bir toplumun üyeleri akla hayale gelmeyecek ölçüde sınıflandırıcı olurlar, bireylere sadece birey oldukları için değil, rütbelerine, makamlarına, yaptıkları işin piyasa değerine, mesleğinin prestijine (mesleğin şerefi bireysel sır kapılarımdandır!) göre değer verirler. Aynı mekanda bulunan doktor hastabakıcıdan, yazı işleri müdürü muhabirden mutlaka daha fazla saygı, iltifat, ilgi görür. Toplum meslek fetişizmini o kadar abartmıştır ki, şerefli mesleğin temsilcisinin her bir şeyden anladığını sanır. Diyelim, motor mühendisi, daire müdürü, müsteşarsınız. Bir şekilde nitelikli okulları bitirmişsiniz. Bol paralı bir işiniz var. Öte yandan tek satır kitap okumak gibi kötü bir huyunuz yok veya iks bir konu ilgi alanınızda değil. Ama, dünya siyaseti, 14. Lui dönemi Fransız edebiyatı, fasulyenin nimetleri, Real Madridin tandem, Chelsaenin 3-5-2 oynaması halinde ortaya çıkacak sorunlar sohbet ortamında gündeme gelirse, siz de kartvizitiniz etkisiyle gaza gelip konuşmaya başlarsanız, fikir beyanlarınız can kulağıyla dinlenir, üstelik dikkate alınır. Meslekle kişilik bulma hastalığına bazıları kendisini öyle kaptırır ki, olur olmaz her yerde önce unvan kullanırlar, ona göre muamele beklerler. Sanki söylemeseler, kasap kıymayı kötü yerinden verecek, manav domatesin iyilerini elletmeyecektir!
Aslında, Türkiyede meslek sahibi olanların, başka işler bir yana yaptıkları işlerden bile hakkıyla anladığı şüphelidir. Aslında nezakete gerek yok, şüphesizdir, insanlar işlerini çok da iyi yapmamaktadırlar. Memleketin hal-i pür melali kabak gibi ortadadır.
* Son Kestaneci
Yaşar Karaaslan...Kendisini tanımazsınız. Zaten, Yaşar Bey/Efendinin tanınmak gibi pek bir çabası, derdi yoktur.
Gazetecilerin en kestanecisi, kestanecilerin en gazetecisidir. Sebebi, hikmeti alt satırlardadır.
Karaaslan, Malatyada haftalık yayınlanan Yorum Gazetesinin her şeyidir. Patron, muhabir, dizgici, baskı için matbaaya götürücü, dağıtıcı odur. Anlayacağınız, Beşiktaş için Pancu neyse, gazetesi için Yaşar Abi odur. Yorum, Türkiyede yayınlanan, sayısı üçü beşi geçmeyen gazeteleden biridir. Kuponla odun-kömür dağıtmaz, kimseyle hesabı kitabı olmaz, yolsuzluk-uğursuzluk-namussuzluk gördü mü göz yummaz haberi patlatır. Parayla araları çok iyi olmadığından, patronun büro kirasını, elektrik-su faturasını ödeyememesi, YTL bulamayınca gazeteyi çıkaramaması sıradan vukuatlarıdır.
Vakti zamanında yaptığı bir yolsuzluk haberinden dolayı karşı taraf desteklediği bir gazete vasıtasıyla Karaaslana "Kestaneci" demişti. Güya aşağılıyor, bizi işte böyle kestaneciler eleştiriyor demeye getiriyor!
Bakınız: Ne idüğü belli, kökü hem içeride hem dışarıda yukarıdaki zihniyet!
Bu sayede ortaya çıktı ki, bizimki vakti zamanında kestane satıyormuş. Gazetenin bir sonraki sayısında Karaaslanın muhteşem cevabı geldi. Eksik yazmışlardı: O güzel insan kendisini, bebelerini geçindirmek için sadece kestane satmamış; çaycı, mısırcı, ayakkabı boyacısı ve simitçi olarak da çalışmıştı. Ama onuruyla, ama namusuyla, ama şerefiyle Ha bir de; kendisinin yazmadığına, bizim gayri resmi Yaşar Bey tarihinden edindiğimiz bilgilere göre, 12 Eylül öncesi duvarlara siyasi slogan yazıcılığı (sanıyorum gazeteciliğe geçişin tohumları burada atılmış) gibi ticaret siciline kaydettirmediği bir işi daha vardı. O işi para-pul için yapmadığından meslekten saymıyordu.
Kara Aslan Yaşar, kestanecilik mesleğinden bir cihazı gazetesine getirdi: Kestane çizeceği. O gün bu gündür yanlış yapanı çizip duruyor.
****
Bu memleketin, kapıcı Bektaşlara, gazeteci Yaşarlara, ekmek, su, kestane üretenlerine, taşıyanlarına, pişirenlerine ihtiyacı var.
Hem de her zamankinden daha fazla, her zamankinden daha çok sayıda
FOTOĞRAF: YORUM Gazetesi'nin "herşeyi" Yaşar KARAASLAN..
Bülent KORKMAZ Yazdı..