"Dağlar Kışımış, Memleket Üşümüş"
Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com
Seksenli yılların sonuna, hatta doksanlı yılların ortalarına kadar Malatya’da cenaze defin işleri mahalledeki komşular ile “ev küfleti” dediğimiz hane halkınca ortaklaşa gerçekleştirilirdi.
Malatya merkezi, civar yerleşimlere hatta başka illere göre, ihtimal o ki defin muamelesinde epey ilerideydi çünkü burada o görevi “ibadet” bilmiş efsanevi bir isim vardı: Hadi Çekirdek. Esnaflığın yanı sıra yarım asrı aşkın süre Malatya merkezdeki Hamidiye Mahallesi muhtarlığını da yürüten Çekirdek, şehirde biri vefat ettiğinde, tabut, kefen ayarlanması, ölüyü yıkayacak hocanın haberdar edilmesi, mezar kazıcılarının bulunmasına kadar her işle ilgilenir; cenaze namazı kılındıktan sonra cemaatle beraber kabristana kadar gider; son aşamada mezara bizzat girerek defini tamam ederdi. Her defnettiği merhum ve merhumenin kaydını tuttuğu bir defteri de bulunan Hadi Amca için “işini amatör ruhla yapan gerçek bir profesyonel” idi desek yeridir. Onu hatırlayanlar için bu görevi hiçbir maddi karşılık beklemeden yaptığını eklememize gerek yok ama post modern insancıklar, “ne yani, parasız pulsuz mu bu kadar zahmete giriyordu, hadi canım!” diye şaşırabileceğinden şerhimizi düşelim.
Her köyün, kasabanın Hadi Amca’sı (yandaki fotoğrafta) olmadığından Malatya merkez dışında biri vefat etmişse komşulardan başlayarak yakınları harekete geçer, çevre haberdar edilir, selası verilir (aklımda yanlış kalmış olabilir ama eskiden pek sela verilmezdi; küçük yerde kötü haber zaten duyulurdu), mezar kazacak kişiler bulunup hemen mezarlığa yollanır, ölünün yıkanması için evin bahçesi veya avlusunda kazanın bir küçüğü olan ‘gazzik’ içerisinde su ısıtılırdı.
Camiden ölünün üzerinde yıkanacağı salaca, yani teneşir, getirilir, üzerinde ölü yıkanır; kabaca kesilip biçilmiş kefene sarılır, tabuta konulur, cemaatin omuzladığı tabut mezarlığa kadar taşınıp definin son aşamasına geçilirdi. Mesafe uzunsa veya rahmetlinin vasiyeti gereği uzaktaki bir mezarlığa götürülecekse tabut bir kamyona atılır, kamyon kasasının içine doluşup gidilirdi.
Malatya merkezde olanlar Eski Malatya’daki Ali Baba veya Kara Baba Mezarlığına gömülmek isteyebiliyorlardı. Şehrin sen büyük mezarlıkları Sancaktar ve Kuyuönü de bazı mahallelere uzak kaldığından kamyonla nakliye şarttı. Daha önceleri Sivas Caddesine dönüşte, yıkık Ticaret Lisesinin olduğu arazide, Sümerbank yok olduktan sonra AVM yapılan yerde, Atatürk Evi ve Orduevi'nin bulunduğu alanda, Mücelli üst girişinde şimdi okul olan yerlerin mezarlık olduğunu büyüklerimizin anlatımından biliyoruz. Yani mezarlıklar normalde yaşanan mekanlara yakındı.
Mezarlık dönüşünde taziye aşaması başlardı. Vefat edenin evi kadınlara açılmışsa, bir komşunun evi de erkeklere açılır, taziye bu evlerde verilirdi.
Şimdiki çadır ortamında yapıldığı gibi kavurma-pirinç pilavı-yanına birer dilim domates, iki Arnavut biberi, ayran kombinasyonundan oluşan “saçma sapan” yemek organizasyonu yaşanmaz, yaşatılmaz; komşular 3 günlük taziye süresince sırayla, sadece acısı nedeniyle yemek yapamayacak, ev halkına ve uzaktan gelmiş yakınlarına kahvaltı, akşam ve öğlen yemeği getirirdi.
Cenaze evine gidip yemek yemek ayıp sayılırdı. Cenaze evinde akşam yemeği yeniyor diye, yemek veren komşunun tüm ısrarlarına karşın, o anda taziyeye gelen insanların eve girmeyip, yemek bitene kadar kapının önünde beklediğine tanığımdır.
Mahalleli cenaze sahibinin yasını adeta kendi evinde de yaşar, en az üç gün radyo ve televizyon açılmaz; aylar sonra bile mahallede bir eve gelin almak için gelindiğinde davul, zurna çalınmaz, kız sessizce alınıp, kaçırılır gibi gidilirdi.
***
Yetişkinleri bilmem ama biz küçükler için mahallede ölüm bir tür travmaydı. Ölüm iş ve işlemlerinin evlerde yapılması, ağlayanların, dövünenlerin feryadı figanı, sizin vefat eden kişiyle anılarınız, ölüm fikrini aklınızın almayışı, camiden kuru gelip üzerinde ıslaklığıyla geri götürülen salaca, evden omuzlarda çıkan tabut görüntüleri Freddy’nin kabusunu canlı yaşamamıza neden olan vakalardı. O yüzden çocuklar cenaze ortamlarından uzak tutulur, hele mezarlığa gelmelerine asla izin verilmezdi.
Bazen büyükler, kurtlar ölüyü mezardan çıkarmasın diye ilk akşamı, mezarlığa gider, toprağı yaş mezarın üstünde bez karıştırılmış odunla bol ateş yakıp köz oluştururdu. Bunları dinledikçe aklımız giderdi.
Tüm önlemlere karşın korku dolu ölüm tanıklıkları yaşamışlığım vardır.
12-13 yaşındayım, sırtımda ayran bidonuyla (eskiden öyle bir aksiyon da vardı) evimize giderken yanımdan bir taksi geçip az ilerideki komşunun kapısının önünde durdu, arka bagaj açıldığında bir örtünün altından çıkan bir ayak gözüme ilişti. Bir süredir ölümü beklenen komşumuz vefat etmiş, çocukları hastanede bir taksiye atıp eve getirmişler; o da bana denk gelmişti. Başka bir zaman yine tesadüfen sokaktan geçerken, üzerine örtülmüş battaniye mi bez mi neyse onun arasından, diğer bir komşumuzun dedesinin ölü ayağını görmüştüm. Her iki hadisede de ne kadar korktuğumu anlatamam.
***
Seksenlerin sonuna doğru Malatya Belediyesi eski adı Boztepe, şimdiki adı Yeşiltepe, olan semtte büyük bir mezarlık kurup, zamanla diğer mezarlıklarda defini yasaklayınca vefat sonrası gerçekleştirilmesi gereken tüm işler burada yapılmaya başlandı. Telefon ediyorsunuz araç gönderiyorlar, morga alıyorlar, yıkıyorlar, tabuta koyuyorlar, cenaze namazı hemen orada kılınıp gömme aşamasına geçiliyordu. Artık eskinin o neredeyse “ölüyle iç içe” yaşanan cenaze ortamları deneyimlenmiyor, benzetmek gibi olmasın da iktisatta Fordizm diye tabir edilen “seri üretim” anlayışı günümüz cenaze işlerine yansımış durumda. Her şey otomatik ve sistematik.
Belki bu yüzden insanlar eskisi kadar ölümden, ölüden o kadar korkmuyorlar, çocuklar da rahatlıkla mezarlığa gelebiliyor.
Kadınlar da…
Kadınlar elbette gelmeli çünkü vefat eden sadece erkeklerin anası, bacısı, kardeşi, babası, dayısı oğlu değil ya. Acı onların da acısı, mezarlığa gelip sevdiklerine son bir görev yerine getirmeleri çok insani, çok değerli.
***
Konudan bağımsız olarak, bence ironinin sınırlarını parçalayan bir hususa değinmeden geçemeyeceğim, bu bir tek benim mi dikkatimi çekiyor, garibime gidiyor, bilemiyorum.
Malatya Şehir Mezarlığının bulunduğu semtin resmi adı Yeşiltepe. Aslında buranın geleneksel adı Boztepe. İsim değiştirmelere ifrit olan birisi olarak Boztepe’yi kullanmaya devam ediyorum. Muhtemel ki eskiden buralarda ağaç namına bir şey yoktu, kıraç yerlerdi ki Boztepe denmiş. Şu anda yeni adını, yani Yeşiltepe, hak ettiği tek bir yer var: Mezarlık. Malatya’da kişi başına en çok ağaç düşen yer burası. Ölülerin ebedi dinlenme yeri öyle güzel ki, öyle havadar ki, bir amcamızın dediği gibi, insanın ölüp yatası geliyor. İnsanların sağ-salim olduğu diğer bölgeler, yani Yeşiltepe, yine bildiğiniz Boztepe aslında.
Mezarlığı bu kadar güzel yeşillendirenlerin eline emeğine sağlık ama diriler için de bol miktarda ağaç diksek fena mı olur?
***
Seksenli yılların ilk yarısıydı; bir kış mevsimi. Hava kasvetli ve soğuk.
Bir haber geldi ki, aile dostumuz, babamın ahbaplarının annesi Nazife Abla vefat etmiş. Kimdi, nasıl biriydi Nazife Abla derseniz?
Saf, temiz bir kadındı; severdim. Hani, pamuk nine deriz ya, öyle bir insandı. Eşini genç yaşta kaybetmiş, hayat zor, pes etmemiş, çalışmış çırpınmış evlatlarını büyütmüştü. Çırmıhtı’nın en fazla bir eşek trafiğine izin veren dar sokaklarından birinde inşa edilmiş, Almanya’da çalışan oğlu Necati Abi’nin evinde dört yıl kadar kirada oturmuştuk. Kerpiç, çatılı, avlusunda briketten yapılma banyosuyla günün şartlarına göre gayet “lüküs” (banyo çoğu evde yoktu; belli günlerde hamama gidilirdi) evimize arada torunlarıyla gelir, sohbetini eder, çayını içer giderdi. Hayatın ona pek cömert davranmadığını bilecek kadar aklımız ermiyordu; o nedenle yüzünden eksilmeyen gülümsemesinin ne kadar değerli olduğunu yıllar sonra kavrayabilecektim.
Saf bir insandı Nazife Abla…
Anlatılır ki, bir gün oğullarından birine kız istemeye gitmişler. Kız tarafı sormuş, oğlunuz ne iş yapar diye. Bir sağlık kurumunda çalışmasına atfen önce “sıhhiye” demiş, ardından eklemiş: “Oğlum çok iyi kalem aşısı, yarma aşı yapar.”
Mahallemizin şirin akıllılarından Ahmet Abinin de benzer bir hikayesi var, bizzat kendisinden duyduk. Rahmetli babasına minnet duyardı; sebebiyse, ona “her işi” öğretmiş olmasıydı. Biz sormadan, bu işlerin ne olduğunu kendisi açıklamıştı: “bağ belleme, çalı belkitme (berkitme), ahbın (gübre) yayma, pic alma”.
Bu hikayeler tebessüm ettirse de, Neolitik çağların en kritik işleri olduğunu belirtelim. Tarım, bağcılık, bahçecilik, hayvancılığın ekonominin temelini oluşturduğu günlerde bu işleri becerebilmek, sizi geçim olanağı yaratmada ve aşkta bir üst seviyeye taşırdı.
Cenazeye dönersek…
Peyk-i ecel gelince ne yapacaksın?
Babam kalktı gitti Nazife Ablanın cenazesine. Onlar mezarlıktan dönerken annem de evden ayrılıp taziye evine gidecek, kızlarına, gelinlerine başsağlığı dileyecek.
Çocukların mezarlığa yaklaşması dahi düşünülemez, gel deseler de korkumuzdan gidemeyiz zaten. Üzülüyoruz ama ne yapabiliriz! Taziye evine dahi gitme şansımız yok.
Akşam oldu, annem, babam eve dönmüş haliyle ama aklımızda Nazife Abla… Derken bir kar yağışı başladı, her tarafı beyaz bir örtü kapladı. Annem, “Vay Nazife Abla vay! Ahan üzerine kar yağmaya da başladı, ilk gece karın altında uyuyacaksın” diye üzüntü dolu sesle onu ayrı bir anmaya başladı.
Bu söz beni o kadar etkiledi ki! Öylece kalakaldım, çocuk aklıma bir hüzün çöktü. Lapa lapa yağan kar, doğayı bembeyaz örtüsüyle giydiren bolluğun bereketin simgesi, sarıp sarmaladığı Nazife Abla’yı kara toprağın altında üşütecek miydi, onun yaşlı, yorgun bedenine zarar verecek miydi? Bu dünyada onca çektiği zorluklar, acılar yetmemiş miydi? Biz harıl harıl yanan sobamızın yanında ısınırken nice olurdu onun hali!
***
26-27 Ocak 2024 günü Malatya’da eski kışları, başka deyişle Nazife Abla’nın hayatta olduğu yılları, anımsatan şiddette kar yağmaya başladı. Daha önce yüksek kesimlere kar düşmüştü ama şehir mevsimin ilk karıyla karşılaşıyordu.
Sabah telefonumu açtığımda çok güzel kar manzaralı fotoğraflar gördüm.
Uzun yıllardan beri İstanbul’da yaşayan arkadaşım Yalçın Bilir, oturdukları konak (ilk adıyla Çırak Konağı, şimdiki sahiplerinin adıyla Emine & İsmet Bilir Konağı) depremde ağır hasar gördüğü için az ilerideki konteynerde yaşayan anne-babasını ziyaret gelmişti. Erkenden kalkıp fırına ekmek almaya gittiğinde karla kaplı memleketin sokaklarını, evlerini, çarşısını fotoğraflamış, arkadaş grubumuza atmıştı.
Yalçın’ın Çırmıhtı’da çektiği fotoğraflara baktığınızda “ne güzel görüntüler” diyorsunuz. Fotoğraf olarak güzel ama siz onu bir de orada yaşayanlara sorun. O fotoğrafların içerisinde bir tek sağlam yapı yok. Ayakta kalanlarsa tescilli eser statüsünde oldukları için yıkılmasına izin verilmedi; öylesine duruyorlar.
Her birinde nice yaşanmışlıkların, anıların, sevdaların, hüzünlerin, mutlulukların, üzüntülerin kerpicine, bacasına, hezenine işlendiği, duvarına kazındığı, şimdinin insansız, ocağından duman tütmeyen Çırmıhtı’nın evleri; yürünmeyen sokakları Nazife Abla gibi üşüyor.
Üşüyoruz…
***
Yalçın güzel bir açıdan hem baba ocağı Çırak Konağını hem şimdi oturdukları konteyneri çerçeveye oturup çekmiş. Bence bu fotoğraf tüm hikâyeyi özetliyor: Neydik, ne olduk?
Arkadaşım Tuğba Tülin Durdu ile Youtube kanalımızda bu konağın öyküsünü depremden bir süre önce yaptığımız çekimle işlemiştik. Konağın yapımında aslında bir “ağa kızı evliliği” hikayesi var. Bu hoş öyküyü Emine Ablamızın anlatımıyla şu linkten dinleyebilirsiniz:https://www.youtube.com/watch?v=nosBMJ4LHwE&t=4s
Konağın bitişiğindeki modern yapı ise İsviçre mimarisi. İki binlerde ev sahiplerinden İsviçre’de yaşayan Tekin Özşahin Abimizin gönderdiği plan uygulanarak yapılmıştı. Anlayacağınız, Anadolu Türk mimarisiyle İsviçre mimarisinin yan yana geldiği tek yer burası. Maalesef Özşahin ailesinin evi de ağır hasarlı.
Yakın tarihte Ahlat taşlarıyla yapılıp şimdi sadece kaldırım kenarında duvarı kalan Bağdatlıların devasa konağı da tuzla buz oldu. Malatya’nın en güzel seslerinden, sanatçı Hakkı Coşkun’un evinin sırasındaydı bu konak. Hakkı Dayı’nın evi de sonsuzluğa karıştı; ne yüksek eyvanlar kaldı, ne de yüksek eyvanlarda öten bülbüller.
Bir zamanlar Malatya ekonomisinde söz sahibi Çırmıhtı Çarşısı derseniz, sadece görüntüden ibaret. Altı dükkân, üstü ev, cumbalı yapılar ağır hasarlı olmasına rağmen tescilli eserdir diye yıktırılmadığından yarı enkaz halinde duruyor. Camiler de öyle.
***
“Büyük insanlık” ne kadar korkunç felaketlerle karşılaşırsa karşılaşsın çocukların yaşama sevinci bitmiyor, geleceğe dair umut veriyor.
6 Şubat 2023 depremlerinin ardından gökyüzü delinmişçesine yağan kar, yağmur belleğimizde doğanın bu muhteşem hediyesine karşı olumlu anılar bırakmasa da son kar yağışı çocukları mutlu etmişti. Konteynerde de kalsalar her an yer sallanacak stresiyle yaşadıkları evlerde de, çocuklar kartopu oynayacakları, kardan adam yapacakları yağışı sevinçle karşıladı, ilk fırsatta dışarı çıkıp eğlenmeye baktılar.
Cumartesi sabahı evden dışarı çıktığımda 2 adet kardan adam yapılarak, birinin boynuna üşümesin diye atkı sarılmıştı bile…
Yazının başlığını, gayet rahat anlaşılacağı gibi, kaynak kişisi Hasan Durak, derleyeni İhsan Öztürk olan Bir Ay Doğar İlk Akşamdan Geceden (https://www.youtube.com/watch?v=IQWkS1GyFRM&list=RDIQWkS1GyFRM&start_radio=1&rv=qVDAqN96o1w) adlı Malatya türküsünden esinlendim. Yaşadıklarımızı anlatan bir film müziği gibi… Sonrasındaki türküler de…
_______________