Entegre Ol Gel Bana, Börekler Açayım Sana
Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com
Sene 1992 veya 93…
Elazığ, Tunceli ve Adıyaman illerinin bağlı bulunduğu Hürriyet Haber Ajansının, Turfanda İş Hanının üçüncü katında bulunan bürosuna giriyorum. Şefimiz İsmet (Yalvaç) Abi masasında oturmuş, tanımadığım iki beyle sohbet ediyor. Konuşmalardan anladığım kadarıyla, bu beyler Almanya’dan gelmiş. Tam hatırlamıyorum ama ya önce Türkiye’de okuyup yüksek eğitim için oraya gitmişler veya 1960’lardan itibaren Sirkeci’den trenlerle “bölük bölük” Almanya’ya göç eden Türklerin, orada doğup büyümüş eğitim almış, çocukları.
II. Dünya Savaşından sonra toparlanıp hızla sanayileşen, bu arada dev yatırımlara girişen Almanya’nın vasıfsız işçi ihtiyacını karşılamak üzere gurbet ellere doğru yola koyulan Anadolu’nun on binlerce yoksul çocuğunun ezici çoğunluğu haliyle doğru dürüst okul yüzü bile görmemişti. Çoğunun giderken amacı belliydi: Para kazanıp köyüne dönerek tarım ve hayvancılık yapabileceği tarla-tapan, başını sokacak ev, yapabilirse geleceğe yatırım olsun diye arsa satın alıp, devamında çoluğuyla çocuğuyla öz yurdunda mutlu bir hayat sürmek.
Öyle olmadı haliyle! Kolay olmamıştır elbette ama önemli bir bölümü para kazandı; çoğu da dönmedi.
İsmet Abiyle sohbet eden bu gençler, gelişmiş bir ülkeye uyum sağlayarak okumuş, mimar-mühendis olmuşlardı. Mesleklerini icra etmenin yanı sıra hemşerilerine karşı sorumluluk duygusuyla hareket ederek, Almanya’da yaşayan Türklerin uyumu, Alman toplumunda bize karşı oluşmuş önyargıların kırılması gibi amaçlar güden bir örgütte faaliyet gösteriyorlardı.
Gençlerden biri, Türklerin Alman toplumuna uyumları hakkında konuşurken, tanık olduğu bir örnekten yola çıkarak, işlerinin ne kadar güç olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Almanya’nın artık hangi şirin şehriyse, orada yaşayan kıymetli bir hemşerimiz apartmanın bilmem kaçıncı katında bir odayı “bahçeye” dönüştürüp, soğan ekmişti.
Bu meseleyi, o beyleri çoktan unutabilirdim ama…
Bireysel tarihime I. Soğan Vakası olarak kaydettiğim mevzudan birkaç gün sonra ikincisini de yaşamak kaderimde varmış!
Mahallede oturmuş arkadaşlarla sohbet ediyoruz, artık mevzu neydi, aklımda değil ama ben de büroda yaşadığım soğan ekimi meselesini anlattım; güldük, ettik. O sırada, biz farkında değildik, yakınımızda bir teyze kulak kabartmış, bizi dinliyormuş.
O da sohbete dalarak, artık Almanya’nın içişleri meselesi haline gelen vaka hakkında, Anadolu’nun bağrından gelen şu “ölümsüz” yorumu yaptı:
“Apartmanın o katı güzel güneş alıyordur”.
Güneş önemli elbette.
Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın, kahramanıyla aynı adı taşıyan “muhteşem ötesi” filminin bir sahnesinde, başkarakter Dersu Uzala (Maksim Manzuk), birlikte güneşin batışını izlediği Kapitan (kumandan) Vladimir Arsanyev’e (Yury Solomin) ne diyordu?
“Kapitan, güneş en önemli adam. Bu adam ölmek, her şey ölmek”.
Soğan da bunu biliyor
***
9 Ekim 2022 tarihinde, Malatyahaber.com sanal tesislerinin yazarlarından Nezir Kızılkaya Kent, Kültür ve Malatyalı Olmak başlığıyla bir yazı kaleme aldı.
Kızılkaya, bizim kavmimizde pek rastlanmayan bir özelliğe sahip, zaten şöhretinin önemli bir bölümünü buna borçlu: Çok sağlam bir arşivi var. Bu arşive dayanarak, bilhassa “modern Malatya” tarihine, yakın çağımız diyelim, ilişkin önemli, kaynak niteliğinde yazılar kaleme aldı. Bu yazılar sayesinde bilgilenmekle kalmadık; birçok yanlış veya eksik bilinen konuda doğrusunu görebildik, öğrenebildik.
Renkli günlerden kalma siyah-beyaz fotoğraflarla desteklediği yazısında Kızılkaya “Fırat’ın, Derme’nin, Beydağı’nın öz evladı Malatya’mızın, kent kültürü anlamında, nasıl yerle yeksan edildiğini, bilmeyenlere anlatıyor, bilip de unutanlara hatırlatıyor.
Aslen Gündüzbeyli Kızılkaya, babası merhum Mehmet Dayı memuriyeti sebebiyle yaşadığı İstanbul’dan döndükten bir sene sonra, günümüzden 60 yıl önce, doğmuş. Ulaşım imkânının yetersizliğini göz önüne alan baba, merkezdeki Tekmezar mahallesinde bahçeli bir ev yaptırıp (gerçi herkesin evi bahçeli), yürüyerek işine gidip gelmiş. Elbette Kızılkayaların bir ayağı hep köyde, yani Gündüzbey’de, olmuş. O günlerin Malatya’sı da yeşil ama “başı gıltındaki” köyün güzelliğinden de vazgeçilmez ki! Dolayısıyla hem şehrin hem köyün en güzel zamanlarını yaşayabilen şanslı insanlardan olmuşlar.
Bu yazıdan birkaç gün sonra Malatya Net Haber gazetesinde Vahdettin Yiğitcan, Kızılkaya’nın yazısından yola çıkarak, bir başka yazı kaleme aldı.
Vahdettin Abi benim en “teze” arkadaşlarımdan. Kendisiyle birkaç yıl önce tanıştık; sağ olsun arada buluşup çayımızı içiyor, lafını ediyoruz. Kendine has bir üslubu var; önemli yazılar kaleme aldı, alıyor.
Anne tarafından Karakaş ailesinden/köyünden olan Yiğitcan, iyi bir eğitim alabilmek gayesiyle, önce İstanbul’a giderek liseyi okumuş; ardından Ankara’ya geçip üniversite eğitimini tamamlamış; 1973’de İstanbul’a yerleşmiş, gazetecilik yapmış, ticaretle uğraşmış; derken 2016 Kasım ayında anavatana dönüş yapmış.
68 yaşındaki Yiğitcan, Malatya’da sürekli yaşayan insanlara göre, 60’lar ile bugün arasındaki farkı daha iyi görebiliyor, hissedebiliyor. Bir yörede sürekli yaşayanlar değişimi, ayrılıp tekrar dönenler kadar, anlamayabilirler. O güzel günlere öykünen, üzülen Yiğitcan Buğulu Camın Ardındaki Malatya Hayali Bile Yıldızlar Kadar Uzak başlıklı yazısında, yüreğinin nasıl acıdığını anlatıyor, gözyaşı döküyor; ruhu yitip giden bir şehrin çocuklarına karşı sorumluluğumuzu yerine getiremediğimizi belirterek özeleştirisini de yapıyor.
Bence Kızılkaya ve Yiğitcan’ın kadim şehrimizle ilişkisinin seyrini göz önüne aldığımızda değerlendirmeleri ayrı bir önem kazanıyor. Çünkü her ikisi de hikâyenin bir parçası.
***
Haklılık payı yüksek hususlara değinen Kızılkaya ve Yiğitcan’ın yazılarını analiz etmek amacıyla değil de, bu yazıları fırsat bilerek, konuyla ilintili birkaç satır karalamak istedim.
Her iki yazı doğrudan veya ana fikir olarak o noktaya değinmese de, özellikle Kızılkaya’nın yazısının altına gelen okuyucu yorumlarından anlaşılan o ki “memleketi dışarıdan gelenler bozdu” fikri hâkim. Karşı fikirdekilerse, siz niye memleketi terk ettiniz öyleyse, diye söyleniyor. Bu düşünce Malatya’ya özgü değil; Türkiye’nin veya dünyanın neresine giderseniz gidin benzerine rast gelirsiniz.
Haklılık payı olmakla birlikte bir yerden başka bir yere göç edenlerin orada ortaya çıkan sorunların önemli bir bölümünden tek başına payı olduğunu düşünmüyorum. Kendisini “yerli” sayan sakinlerinin de bu gidişatta payı olmalı. Sağlam bir yapıları olsaydı gelenler bu kadar kolay sorun yaratamaz; bir şekilde uyum sürecine girerler, girmek zorunda kalırlardı.
Konu çok çetrefilli bir konu. Sıradan insan da akademik dünya da politika üretenler de buna kafa yoruyor, anlamaya çalışıyor, tepki veya hoşgörü gösteriyor, çözüm arıyor veya çözümü iyice karmaşık hale getirmek için elinden geleni yapıyor.
İnsanoğlu, hareketli bir canlı türü; bunu turistik amaçla yapmadı, yapmıyor; yaşadığı çevrenin ona dayattığı nesnel koşullarla ilintili. Doğada hiçbir canlı çevresine uyum sağlamazsa hayatta kalamaz; biz de onun gücümüz yetmeyen koşullarına göre hareket etmek zorundayız.
Yaklaşık 12 bin sene öncesine dek, dünya buzul çağını yaşadığından, tarıma uygun bir iklim döngüsüne sahip değildik. Karnımızı doyurmak için, av hayvanı arayarak, doğadan yabani bitki, meyve toplayarak oradan oraya dolanıp durmak zorundaydık. Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye, Filistin, Ürdün, İsrail, Mısır, Zagros Dağları gibi yerlerde tarıma, bir süre sonra onun vazgeçilmezi hayvancılığa geçtikten binlerce yıl sonra bile, insanlar eski yaşam biçimini tamamen terk etmedi; çünkü doğada yeteri kadar yiyecek-av varken bahçede-tarlada taştan ağaçtan imalat ilkel aletlerle toprağı kazmak, güneşin altında saatlerce çalışarak ömür çürütmek atalarımıza mantıklı gelmiyordu.
Günümüz dünyasında binlerce yıl öncesinin yaşam tarzını sürdüren insan sayısı yok denecek kadar az ama göç huyumuz bizi terk etmedi. O gün de öyleydi, bugün de kimse keyfinden göç etmiyor; herkes karnını doyurmanın derdinde; daha iyi bir hayat arayışında…
Dünya tarihinin laboratuarı diyebileceğimiz Arslantepe’de ortaya çıkarılan kemiklerin analizi o günkü insanların, ortalama beş bin yıl öncesinden bahsediyoruz, bugünkü Malatyalılarla ilgisi olmadığını gösteriyor. O günün Malatya’sında yaşayanlar seklemini toplayıp başka yerlere taşınmış; başka yerlerin insanları da burayı mesken tutmuş.
İngiltere’deki Stonehenge’de, İtalya Etrüsk kazılarında Anadolu’dan giden insanlara ait kemiklere bulundu. Bu bulgular buralardan oraya çok sayıda insanın gittiğine dair bir kanıt değil, tam manasıyla bir yerleşmenin kanıtı sayılmayabiliyor ama az sayıda olsa da birileri ta oralara kadar gidebilmiş işte. Tarih öncesi çağlardan benzer sayısız örnek var.
Görece yakın diyeceğimiz tarihte, beyaz adam Amerika kıtasını, akabinde Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri “fark ettiğinde”, Avrupalılar yeni yerleşimlere inanılmaz sayılarda göç ettiler. Aralarında zenginler, macera arayanlar, tüccarlar da vardı ama göç edenlerin ezici çoğunluğu kuru ekmeği bile bulmakta zorlanan yaşlı kıtanın yoksullarıydı.
Tarihçi Christopher Clark The Story of Europe adıyla yayınlanan belgeselinde “bir kişinin bile geride kalmadığı köylerin Amerika’ya toptan göçünden” bahseder. Hayvanlarını dahi götürmüşler!
İrlanda tarihinde gerçek bir travma olarak anısını koruyan Büyük Kıtlık (Great Famine) sonrası binlerce İrlandalı vatanını terk edip, ucu bucağı, dibi belirsiz okyanusu, haftalarca süren gemi yolculuğuyla aşarak, taşı toprağı altın Amerika’ya gitmiştir.
Biz göç etmedik mi? Herkes kendisini, akrabalarını bir yoklasın, kaç tanemiz doğduğumuz yerde yaşamımızı sürdürüyoruz? İstanbulları, Ankaraları geçtik; dünyanın dört bir yanını mesken tuttuk.
Futboldan aklıma hoş bir örnek geliyor. Geçen sezon İngiltere Premier Ligde şampiyonun belirleneceği son hafta lider Manchester City, Aston Villa karşısında 2-0 geriye düşmüş, şampiyonluk elden gidiyordu. Katalan teknik adam Pep Guardiola’nın yedekten oyuna aldığı Türk futbolcu İlkay Gündoğan, süper oyunu ve beş dakika içinde attığı iki golle takımının, Rodri de bir gol atınca, 3-2 kazanıp şampiyon olmasını sağladı.
Peki, İlkay hangi ülkenin milli takımının formasını terletiyor?
Almanya...
Türk milli takımında oynasa çok mutlu olurduk ama bu tercihinden dolayı kendisine kızma hakkımız var mı?
Varlığıyla gurur duyduğumuz, Nobel Kimya Ödülü sahibi bilim insanı Aziz Sancar çalışmalarını Amerika’da; Covid-19 aşısını geliştiren Özlem Türeci ile Uğur Şahin Almanya’da gerçekleştiriyor. Türeci ile Şahin bilimsel yetkinlikleri sayesinde Almanya'nın büyük bilim ödülünü alırken diğer iş ortakları bir Macar, Profesör Katalin Kariko.
Bunlar olumlu örnekler ama göç edenlerin hepsinin çok başarılı işlere imza attığını, düzgün insanlar olduğunu söyleyemeyiz. İçlerinde uyuşturucu satan da var cinayet işleyen de ihaleye fesat karıştıran da…
Anlayacağınız, dünya bizim, ekmek neredeyse, insan orada. Kimse kolay kolay köyünü terk etmek istemez; büyük de konuşmamak lazım, şartların bizi nereye sürükleyeceğini bilemeyiz.
***
İster yaşadığınız yere başka yerden göç ederek yerleşmiş olun, ister o şehirde en az birkaç kuşaktır, kimsenin geçmişi sonsuza dek aynı yere çıkamayacağına göre, yaşadığınız için “yerli” halktan sayılın, şu birkaç soruyu kendinize yönelterek cevap arayabilirsiniz: Sorunun mu çözümün mü bir parçasısınız?
O sorulardan birkaçı şunlar olabilir:
- Seni bağrına basmış, ekmeğini yediğin, suyunu içtiğin yörenin ağacına, otuna; kurduna kuşuna; deresine, çayına nehrine; havasına sahip çıkıyor musun? Armudu, dutu, kirazı, vişnesi, elmasıyla insana yaşama sevinci veren bir bahçeye baktığında ağaçların dallarında şen-şakrak uçuşan kuşlar seni mutlu ediyor mu? “Kuşu, böceği, ağacı ne yapalım amannnn” diyerek o bahçeye bilmem kaç katlı apartmanlar dikmeyi mi düşünüyorsun
- Yolda yürürken, otobüse binerken, apartmanda yaşarken karşılaştığın, bir araya geldiğin insanlara saygılı davranıyor, onlara karşı nezaket sınırları, saygı çerçevesinde hitap ediyorsun, istemeyerek de olsa bir hata yapmışsam özür dilemesini biliyor musun? Yoksa çevrendeki diğer insanları, hele bunlar iyi insanlarsa, aptal olarak mı görüyorsun?
- Önceliğin iyi ve güzel akıl mı; kurnazlık mı? İyi ve güzel insanları sevip onları mı kendine rehber sayıyorsun yoksa kafasında kırk tilki dolanan gerçek aptalları mı?
- Kamusal alanları temiz tutmayla aran nasıl? İçtiğin meyve suyunun kutusunu arabanın camından fırlatıyor musun, yere tükürüyor musun, umumi tuvaletleri temiz kullanmak gibi hijyenik ve estetik kaygıların var mı? Altı üstü 10 saniye kazanacağın trafik ışığında beklememeyi marifet sayanlardan mısın yoksa tersini mi yaparsın? Yaya geçidinde insanların geçtiğini gördüğün halde gaza basarak üzerlerine araç sürecek kadar ahlakını yitirmiş yaşam formlarından mısın?
- Haliyle insan ilişkilerinde anlaşmazlıklar çıkabilir. Bu durumda tercihin konuşup anlaşarak, karşıdakini anlamaya çalışarak sorunu çözmek mi olur yoksa bıçağa veya pompalıya mı sarılmak?
- Güçlü biri karşısında el pençe divan durup, mazlum birine denk geldiğinde aslan kesilenlerden misin?
- Gittiğin yerde kimse sana kültürünü, yeme-içmeni, geleneklerini değiştir demiyor ama orada yaşayan insanları anlamak gibi bir çaban var mı? Senin değerlerinin karşıya katabileceği güzellikler olduğu gibi onun değerlerinin de sana katabilecekleri olduğunu hiç aklından geçirdin mi?
- Gidip hayat kurduğun, ekmek sahibi olduğun, çocuklarını büyüttüğün, yaşamını orada sürdürmeye kararlı olduğun ülkenin dilini öğrenmemek için 35 sene inat ediyor musun?
- Şehrindeki tarihi bir eser senin için taş parçasından farklı bir değere sahip mi?
- Göç ettiğin yer sen geldikten sonra daha yaşanabilir bir yer mi oldu işler daha mı kötüye gitti? Yaşadığın yere karşı sorumluluk, sevgi, saygı duyuyor musun? Başkaları seni, sen başkalarını görünce mutlu oluyor musun, güven duyuyor musun?
- Son ve kritik bir soru: Gecenin bir vakti de olsa parkta oturan, yolda yürüyen yalnız bir kadın gördüğünde ne düşünürsün?
***
Bu listeyi uzatmak mümkünse de yeterli olduğunu düşünüyorum.
Dedim ya, hepimiz bir yerden geldik, bir yere gidiyoruz. Dünya hiçbirimizin tapulu malı değil, hepimizin. İnsanoğlu aklını başına toplayıp bir an önce eyleme geçmezse iklim değişikliğinin olumsuz sonuçları, önümüzdeki on yıllar içerisinde, birçok toplumun yerinden-yurdundan çıkmak zorunda kalmasına, göç etmesine (iklim göçü) sebep olacak. Bilhassa zengin ülkelerin açgözlülüğü bir yana bırakıp daha az tüketmesi, iklim değişikliğinin gidişatını, o meşum eşik aşılmadan, tersine çevirecek politikalara öncülük etmesini dileyerek umudumuzu koruyalım ama maalesef böyle bir olasılık var.
Göçler olacak, kaçınılmaz. Çare, insanın inadı bırakıp, yaşlı dünyamızın biricik evi olduğunu kabullenmesi…
Hem yerel hem evrensel ölçekte.
Nereden, ne zaman gelirseniz gelin, Malatya’yı da Dünya’yı da seveceksiniz.