Eşi Benzeri Bulunmayan Bir Hazine.. ARSLANTEPE
Arslantepe ile ilgili bilmek isteyeceğiniz her şey bu yazıda.. Galiba bir 15 senedir, dönemlere bağlı olarak, düşük, orta ve yoğun şiddette Arslantepe okuyor;..
Bülent KORKMAZ korkmazbulent@gmail.com
1970’li yılların başı, ortası, sonu…
Çocukluk yıllarım. Sadece annesi-babası değil, bibisi, halası, amcası, anneannesi, babaannesi ve dedesiyle yaşayan, bağlarda-bahçelerde büyüyen, “harıhtan” su içen, derelerde çimen ve elbette akşam eve ekmek getirmek gibi derdi olmayan her çocuk gibi çok mutluyum…
Şafağın atmadığı, sabah ezanının okunmadığı saatlerde uyandırılıyorum. Kimse tatlı uykusundan uyandırılmak istemez; bir çocuk asla. Ama ben uyandırılmaktan hiç şikâyetçi değilim, tersine çok mutluyum. Gözlerimi “öfeleye öfeleye” üzerimi giyiyor; kimsenin asla ondan erken uyanamayacağı Hasan Dedemin palanını vurup harekete hazır ettiği eşeğin sırtına babaannemle kuruluyorum.
Dedem, Neolitik çağların gördüğü en centilmen erkek. Çünkü bu çağlarda eşeğe erkek biner, kadın arkadan yürüyerek gelir. Babaannemi çok sevdiği her hali ve hareketinden belli, ona karşı sesini yükselttiği bile duyulmamış Dedem, gerekirse Fizan’a kadar yürüyerek gider, onu yürütmez, kıyamaz ona.
Haliyle ben de, evde ilk doğmuş, büyük oğlun büyük oğlu kontenjanından torpilliyim; ‘helbet’ babaannemin kucağına kurulup, dağları, tepeleri, dereleri, ağaçları seyrederek, hayaller kurarak, birkaç kilometre ileride, Atmalı’daki üzüm bağlı-bahçemize kadar seyahat edeceğim.
Çırmıhtı Atmalı Vadisi…
Benim için tartışmaya açık olmayacak biçimde Dünyanın en lezzetli meyvelerinin yurdu. Şu gün olmuş, adını halen huşu içerisinde yazıp söylediğim, ve yine benim için tartışmaya açık olmayacak bir şekilde, Dünyanın en lezzetli meyvesi tahennebi üzümünün başkenti. Kündübek ve Banazı dağlarının muhteşem lezzette tahennebi ve diğer üzümleri, meyveleri ile Kileyik, Barguzu ve Tecde’nin lezzet sınırlarını alt üst eden cümle meyvelerinin de hakkını yiyemeyiz ama buranın tahennebisi başka…
Bahçeye varır varmaz, dedem çalıdan uydurarak yaptığı kapıyı açacak, içeri girip eşeğin sırtından iner inmez yiyebileceğim kadar tahennebiyi dalından koparacak, İnek Pınarının mis gibi, tertemiz sularında soğumaya bırakacak, peynir ve ekmekle o muhteşem lezzeti taam ettikten sonra, gözlerim ağırlaşacak, görkemli mişmiş (kayısı) ağacının gölgesinde uyumaya başlayacağım.
Dedem işine bakarken, babaannem, aman çağaya yılan-çıyan gelmesin diye uyanana kadar başımda nöbet bekleyecek.
Çünkü babaanne, dünyanın en güçlü, en dikkatli korumasıdır.
Dedem veya babaannem, bahçemize varmadan yarı yolda bir yerde, yöreye adını veren Şaban Dede Pınarının ötesinde bir yeri parmağıyla işaret ederek, bah çağam, orada Kale var, diyor.
Bakıyorum, bakıyorum; henüz yeni çıkmış siyah-beyaz televizyonda veya Gâvur Haci’nin sinemasında izlediğimiz filmlerde gördüğüm türden, burçlu, yüksek duvarlı, Cüneyt Abimizin duvardan duvara uçarak kalleşlere saydırdığı, yumruk ve tekmelerin bininin bir para ettiği filmlerdeki kaleye benzer bir yapı göremiyorum.
Göremeyince, nerede Kale, diye soruyorum; yine aynı yeri gösteriyorlar, yine göremiyor ama görüyor/anlıyormuş gibi yapıyor, he tamam, diyorum.
***
Kameralarımızı 80’li yılların sonuna, Datlı Hacisi Dayının bahçesine, havuzun yanında oturduğumuz tahta sedire çeviriyoruz. Şaban Dede Pınarının da sınırları içerisinde olduğu bu bahçe Kale’ye bitişik. Mişmiş zamanı. Sevgili abim-komşum Tekin (Gültekin) Özşahin, bahçenin mişmişini icarlamış; meyveleri toplayıp islime atıyor, sabah erkenden kalkıp işe başlamaları gerektiği için eve dönmüyor, bahçede yatıp kalkıyorlar. Ben keyfine onları ziyarete gitmişim; ertesi günü tatil ilan etmişler, hep beraber erkenden kalkıp çay boyu yürüyeceğiz. Berrak, yıldızlı, sevimli bir gökyüzü. Dereden tepeden konuşuyoruz; Kale üzerine varsayımlar yürütüyoruz. Sohbet farklı mecralara kayıyor, arada bir yerde şahsımın gelecek planları gündeme geliyor, sadece “kastecilik” yaptığım yıllar, Tekin Abime, “mutlaka bir üniversite bitirecek ve İngilizce öğreneceğim” dediğimi hatırlıyorum. Kendime bu hedefi koymaktaki amacım iyi bir gazeteci olmaktı. (Tekin Abi, yetmişlerin sonu veya seksenlerin başında, henüz yirmili yaşlarında var yokken, Çırmıhtı’nın öykülerini, insanlarını, lakaplarını vb. büyük bir deftere yazmıştı. İçeriği o yaşta bir gencin yazabileceği kadardı elbette ama çok önemliydi. “Başlangıçtı” çünkü! Bu kitap elden ele dolaşır, okunurdu. Ben de okudum. Sonra maalesef kimliği tespit edilemeyen kişi veya kişiler Çırmıhtı’nın bu Rosetta Taşını kaybetti)
İlerleyen yıllar yalandan bir üniversite bitirdim. Gazeteciliğim sizlere ömür. İngilizceyi halen öğreniyorum.
‘İngilizceyi halen öğrenmek’ ne demektir, siz de benim gibi 30 küsur sene uğraşın, ne demek istediğimi anlarsınız.
***
1996’nın yazı, birkaç senedir iş değiştirmiş, Turizm Bakanlığının İngilizce ağırlıklı bir sınavıyla enformasyon elemanı olmuş, yüzde doksan dokuzu Nemrut Dağına gitmek için Malatya’ya gelen yabancı turistlere bilgi veriyorum.
Bir gün Vilayet Parkındaki büroya, esmer, sakin ve saygılı konuşan bir abimiz giriyor. Adı, Erdal Yazıcı imiş. Güzel memleketimizin güzel yörelerinden Ağınlı; öğretmen ama aynı zamanda fotoğraf sanatçısı. Arslantepe’ye gitmek istiyor. Yeni işimdeki ilk yıllarımda haliyle Nemrut yoğun çalışıyorum, araştırma ve karıştırmalarımı buraya yoğunlaştırmışım. Arslantepe’yi bir-iki ya görmüşüm ya görmemişim. Talep de olmuyor, ziyarete de açık değil; gidersek en fazla tepeden bakıp dönüyoruz.
Erdal Abinin emektar taksisiyle kalkıp Orduzu’ya yola koyuluyor, höyükteki Kazı Evine giriyoruz. Kazı Evine ilk defa girişim. Demir kapıdan geçip, sağı solu ceviz ve dut ağaçlarıyla gölgelenen, küçük, dibinde su arkının uzandığı, sevimli 15-20 metrelik yolu yürüyerek geniş bir avluya çıkıyoruz. Ortada küçük bir havuz, beride ve ileride sağlı-sollu yapılmış kerpiçten evler, havuzun bitiminde bahçeye doğru uzatılmış masalar, masanın üstünde islimden çıkarılmış mişmiş gibi serilmiş veya kasalara konulmuş çanak çömlek parçaları, başka bir tarafta yanda parçaları birleştirip yapıştıran insanlar…
Güler yüzlü bir hanım, hoş geldiniz, diyor, buyur ediyor. İtalyan, Türkçe konuşuyor. Adı, Marcella Frangipane imiş. İşini bitiriyor veya ara veriyor; bizi alıyor, o tarihte sac ve tahta perdelerle korunan saray yapısının olduğu yere götürüyor, yörenin bahçe kapılarına benzer bir kapıdan bizi içeri sokuyor, bilgi vermeye başlıyor.
Beni o esnada asıl çarpan, saray depolarında 80’li yılların ortasında çıkarılmış duvar resimlerine yapılan koruma çalışması. İtalyan bir restoratör hanım, elinde bir iğne veya benzeri bir alet, gözünde kaynakçı gözlüğüne benzer bir gözlük, beyin ameliyatı yapan cerrah titizliğinde sabırla çalışıyor, muhtemelen resimlere bulaşmış tozları ayırıyor, binlerce yıllık sanatın gücünü daha iyi görmemizi sağlayacak hale sokuyor.
Erdal Abi fotoğraf çekiyor, ben heyecanla Profesör Frangipane’yi dinliyorum. Kalkolitik diyor, saray yapısı diyor, bürokrasiden bahsediyor, katmanlara değiniyor, bir de höyük diyor.
Dediklerinin içinde bir tek bürokrasiyi anladım çünkü muhtar Asım Dayıdan kaç defa ikametgâh ilmühaberi almışlığım var.
Nemrut’tan biliyorum, höyükle nispeten şekil benzerliğine sahip ama işlev olarak hiç alakası olmayan fakat yine de karıştırılan tümülüs dediğimiz bir tesis var da, bu höyük ne ola ki!
Araştırıyorum, ediyorum ki ne görem!
Fıkara atalarımın çağalığımda parmağıyla işaret edip gösterdiği, okul yüzü görmek bile onlardan esirgendiği için öğrenip bana açıklayamadıkları, açıklayabilseler bile benim o yaşta anlamam mümkün olmayan, ‘Kale’ (veya Kala) Çırmıhtı’nın höyüğüymüş. Anadolu’da höyüklere ‘tepe’ veya ‘kale’ denirmiş.
Arslantepe ise Orduzulu bacılarımızın ve gardaşlarımızın höyüğü…
Elbette Orduzuluların höyüğü hepimizin höyüğünü döver.
Ben demiyorum tüm Dünya diyor.
***
Bilmemeniz imkânsız olduğu üzere, Arslantepe, Birleşmiş Milletlerin Eğitim Bilim ve Kültür Örgütünün (UNESCO) bağlı kuruluşu Dünya Miras Komitesi kararıyla, Dünya Miras Listesine dâhil edildi.
Ne kadar gururlansak, ne kadar övünsek azdır. ‘Dünya Kültür Mirası’ payesine sahip 19. eserimiz Arslantepe oldu. Yanı başımızda Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası, kuş uçuşu mesafede Nemrut Dağı, Nemrut’tan bayır aşağı indin mi Göbeklitepe, şimdi ortada bir yerde Arslantepe…
Böylesine muhteşem bir tarihi-kültürel-arkeolojik miras kaç topluma nasip olur! Ne kadar şanslıyız!
Sürece emek veren ülkemiz ve ilimizden tüm kişi ve kurumlarla 1961’den beri kazıyı yürüten İtalya La Sapienza Üniversitesi üzerine düşeni layıkıyla yaptı. Yıllara yayılan titiz, sabırlı, özverili kazı, bilimsel araştırma ve bulguların esasını oluşturduğu dosya, bir yıllık Covid ertelemesi sonrası, Dünya Miras Komitesinin önüne gitti; 21 ülke temsilcisinden söz alanların “havalarda uçan” övgüleriyle, diğer üyelerin de en küçük itirazı olmadan (muhtemelen konuşsalar onlar da öve öve bitiremeyecekti) ama geleceğe yönelik korumanın önemine vurgu yapmayı ihmal da etmeden, nihayetinde oturumu yöneten Başkan Ekselansları Tian Xuejun’un tokmağı vurup “inscribed” (tescillendi) demesiyle, 26 Temmuz 2021 tarihinde, Arslantepe listeye dâhil edildi.
Futbolla ilgilenenler bilir: İtalyanlar çok sert savunma yaparlar. Bu sisteme İtalyancada ‘asma kilit’ anlamına gelen Catenaccio adı verilmiştir. UNESCO’ya sunulan türden dosyalar aslında önemli ölçüde savunma yapabilmeyi gerektirir. Bu “savunma” yılların emeği, alın ve zihin teriyle yaratılmıştır.
Her ikisi de Fransız olan Louis Delaporte 1930’larda ve Claude Schaeffer ise 1948-1951 arası höyükte düzenli kazı yapıp meşhur aslanlı kapı başta birçok eseri ortaya çıkardılar, yayın yaptılar. 1961’de İtalyanlar kazıyı devraldı. Kazılar, Pavia Üniversitesi profesörlerinden Hititolog Pierro Meriggi yönetiminde yeniden başlamıştı. Meriggi, muhtemelen alanında yeterli filolojik (dili ve yazılı belgeleri dil ve tarih açısından inceleme) kanıtlar bulunmadığından, kazı yönetimini La Sapienza Üniversitesinden Salvatore Maria Puglisi’ye devretti. Puglisi’nin öngörüsüyle bugünkü kerpiç saray yapısına yönelen kazı, ilerleyen yıllar Alba Palmieri ve Marcella Frangipane’nin yönetiminde, disiplinler arası işbirliği içerisinde, kılı kırk yaran inceleme ve araştırmalarla yürütüldü; Marcella Hocamız birkaç yıl önce emeklilik çağına gelince bayrak genç, başarılı ve çalışkan meslektaşı Francesca Balossi Restelli’ye devredildi.
Aynı “okul, disiplin ve gelenekten” gelen Balossi’nin ilerleyen yıllarda çalışmaları aynı bilimsel özenle yürütmesini bekliyoruz.
Kazı heyeti sadece kazı başkanlarından oluşmuyor. Türkiye’den ve dünyanın farklı ülkelerinden, işinin ehli restoratör, sanat tarihçisi, arkeolog, antropolog, bitki, böcek bilimcileri, ressam, fotoğrafçı ve burada sayamayacağımız kadar farklı türden akademik meslek mensubu çalışıyor. Arslantepe’de ortaya çıkarılan mezarlar, bulunan kemikleri inceleyip çok değerli bilimsel çalışmalara imza atan, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Yılmaz Selim Erdal, mühür baskılar üzerine yapılan resimleri inceleyip Arslantepe’yi daha anlaşılır kılan ABD Pennsylvania Üniversitesi profesörlerinden, Yakın Doğu sanat tarihçisi ve arkeolog Holly Pittman mesela.
Ve Arslantepe bulgularını daha doğru yorumlamak için farklı disiplinlerde çalışarak, önemli bulgu, bilgi ve sonuçlara ulaşan Gian Maria Di Nocera, Maria Bianca D’Anna, Federico Manuelli, Lucia Mori, Francesco Di Filippo birkaç başka isim.
Elbette Arslantepe’ye emek veren gelmiş-geçmiş ve mevcut tüm isimleri hatırlamam-bilmem mümkün değil. Alan hakkında yapılan araştırma ve yayınların listesi bile sayfalar dolusu tutuyor.
Bilim, kültür ve sanatın evrensel olduğunu söylemeye gerek var mı? Kazıyı hangi ulustan insanların yönettiği veya ekipte hangi meşrepten insanların yer aldığı kesinlikle hiçbir önem taşımıyor.
Leonardo Da Vinci “farklı aktörler, omuz omuza verip, aynı hedefe yönelik çaba harcayınca önemli keşiflerin yolu kısalır” der.
Yani, Dehanın sözünü dinlemekle kalmayıp, dediğini yapınca ortaya Arslantepe çıkıyor.
Ancak, Dünya Kültür Mirası ödülüyle taçlandırılan Arslantepe için Catenaccio şimdi başlıyor. Sert savunma yapmak, onu yeni sıfatına layık şekilde korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız.
Bilgisi ve belgesiyle beraber…
***
Galiba bir 15 senedir, dönemlere bağlı olarak, düşük, orta ve yoğun şiddette Arslantepe okuyor; anlamaya çalışıyorum. Çeşitli organizasyonlara, faaliyetlere, projelere katılırken değerli bilgilere erişme şansına sahip oldum. Marcella Hoca ve ekibinin gönderdiği veya başka kaynaklardan elime geçen makaleleri, bu bilgileri güçlendirecek diğer yayınları, kitapları okuyarak, belgeselleri izleyerek kültürün, tarihin, sanatın evrimini, sınıflı toplumların ortaya çıkışını anlamaya, algılamaya gayret ettim.
Arslantepe hakkında az sayıda Türkçe, biraz İtalyanca yayınlar da var ama benim gördüğüm yayınların tamamına yakını İngilizce. Akademik âlemde her milletten bilim insanı çalıştığından İngilizce tercih ediliyor. İtalyanca veya Türkçe makale yayınlasanız ulaşacağınız kişi sayısı sınırlı olacağından uluslararası dil tercih ediliyor.
***
Sadede gelirsek…
Arslantepe hakkında bilgi edinmek isteyen tarih ve arkeoloji sevdalıları, sıradan ziyaretçi, alana ilişkin haber yapmak isteyen gazeteciler, Malatya dışından höyüğe ziyaretçi getiren turist rehberi meslektaşlarım, benimle burayı gezen arkadaşlarım, dostlarım alanı anlamakta güçlük çekebiliyorlar.
Onca uzmanın 90 senedir kazıp, araştırıp, laboratuarlarda sayısız analiz yapıp, gece gündüz kafa patlatıp, yitik zamanların bilgisini zor bela ortaya koyabildiği bir yeri, bizim gibi, “idrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez; zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” (Ziya Paşa) ekolünden gelen “düz” vatandaşların hemen anlamasını beklemek haksızlık olur.
Başta Prof. Dr. Frangipane olmak üzere Kazı Heyetinden dinleyebildiklerime, okuyabildiğim yayınlara ve ilintili başka okumalarıma dayanarak “özetin özetini” geçmek istiyorum.
Belki bir faydası olur!
***
* Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce, yaşanan iklim değişikliğinin ardından, buğdayın evcilleştirilmesiyle başlayan tarım, ilerleyen bin yıllarda arpa başta başka bitkilerin ekime alınması, hayvanların evcilleştirilmesiyle yerleşik düzene geçişimizi sağladı. O tarihe kadar avcı-toplayıcılıkla karnını doyuran insan, dolayısıyla doğadan tüketen insan, yediğini-içtiğini üretmeye de başladı. Hikâye bugünkü Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Ürdün, Mısır topraklarında, çoğunlukla su kaynaklarına yakın yerlerde ama dağlarda-tepelerde de, avcı-toplayıcılığı tamamen terk etmeden, devam etti. Karakaya Baraj Gölü suları altında uyuyan Malatya Caferhöyük (yaklaşık 9 bin yıl öncesi) Neolitik Dönem dediğimiz evrenin en eski örneklerindendir.
* Haliyle önce köyler kuruldu, onu kasabalar, şehirler izledi; önce Mezopotamya dediğimiz bölgede şehir devletleri, bunların birliğinden oluşan devletler, imparatorluklar ve benzeri yönetim sistemleri oluştu. Yazıyı icat eden Sümerler bunların bilinen en eski ve şöhretlisidir.
* O çağlarda Mezopotamya’nın dışında, mesela bulunduğumuz Doğu Anadolu’da, devlet organizasyonun, sınıflı toplumun varlığına işaret eden verilere pek rastlanmıyordu. Olabilirdi ama kanıt gerekiyordu.
Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildi. Bulunacaktı.
* “Tarih boyunca türlü nedenlerle yıkılan yerleşme bölgelerinde, yıkıntıların üst üste birikmesiyle oluşan ve çoğu kez yapı kalıntılarının bulunduğu yayvan tepe höyük olarak adlandırılmaktadır”. Malatya şehir merkezine 7 kilometre mesafede, Orduzu köyünde, meyve bahçeleri ve tarlaların arasında yükselen Arslantepe, 7 bin yıllık bir höyüktü. Yine baraj altında kalan komşusu Değirmentepe gibi erken dönem yerleşime sahipti.
* Fırat (dost da düşman da onu geçip gelmek zorundaydı) ve Malatya Ovasına hâkim bir noktada konumlanan Arslantepe, yaşamı var ettiği gibi çalımızı yarıp sekimizi yıkarak “evlegimizi” dağıtacak nehrin sel taşkınlarından uzakta, güvenli bir yerdeydi.
* IV. binyıldan itibaren, yani Geç Kalkolitik (Bakırtaş) Dönemi, MÖ 3800-3450 arası büyük tapınak ortaya çıktı. Aslında, tapınak ‘bir tapınaktan daha fazlası” idi. Ekonomik, siyasi ve kesinlikle askeri gücü eline geçiren, bey-rahip formatında, ayrıcalıklı bir sosyal sınıf belirmişti. Bu yapılar onlar tarafından kuruluyor, işletiliyordu. C tapınağı diye tanımlanan yapıda başlayan sistem, MÖ 3400-3000 yıllarında ‘ilk saray’ denilen yapıya evrildi. B tapınağı ve bitişiğinde saray depoları yapıldı; onu ilerleyen evrede A Tapınağı izledi. Tapınak, saray, depolardan oluşan yapıya saray kompleksi demek burayı daha rahat anlamamızı sağlayabilir.
* Burada saraydan kast edilen mimari yapılar, sanılanın aksine, şefin veya kralın oturduğu saray değil, hükümet sarayı diyebileceğimiz yönetim binalarından oluşur. Bu ifadeyi yakın tarihe kadar kullanıyorduk. Malatya’nın tam merkezinde Saray Mahallesi vardır. Bu mahalle adını, birkaç sene önce yıkılan eski belediye binasının bitişiğindeki yerde (birkaç sene önce orada bir banka binası vardı; o da yıkıldı) bulunan hükümet sarayından almıştır.
* Tapınak sadece törenlerin gerçekleştirildiği bir yer değil, farklı kamusal ve ekonomik etkinliklerin yürütüldüğü bir merkezdi. Mezopotamya toplumunda yaşanan Arslantepe’de de yaşanıyordu. Çanak, çömlek, mühür betimlemeleri ve bezemeler çoğunlukla yerel, az da olsa Mezopotamya kökenliydi. Bin yıllar sonra Malatya’nın caddelerinden birine Halep Caddesi adı verilmesi boşa değildi. Yakın olduğumuzdan (360 km kadar) güneyimizle ticari ilişki içindeydik.
* Ovada üretilen yiyeceğe el koyan ağalar dağıtımı törensel biçimde yapıyor gözükseler de emeği bu şekilde ücretlendiriyorlardı. Örneğin, çalıştırdıkları insanlara “sen şu kadar gün tarlada çalıştın, senin hakkın beş tas buğday” demiş olabilirlerdi. Tanrılarla ahali arasında aracı olduğu varsayılan yüksek konuma sahip liderler, evlerini de tapınakların yakınına (aha size lojmanın da kökeni) yapmıştı. Halk ise civarda yaşıyordu.
* B Tapınağına bitişik yapılan saray depolarında ekonomik etkinliklerin esasını oluşturan işlemler gerçekleştiriliyordu. İşgücü kontrol ediliyor ve ortaya çıkan merkezi yönetim ile bürokrasi yiyeceklerin depolanması ve dağıtımını yaparken kilden yapılmış mühür baskılar kullanıyordu. Çömlek, çuval, hasır sepet ve kaplara konulan ürünler, farklı türden şekiller içeren mühür baskılarla bağlanıyor; ihtiyaç olduğunda kırılarak açılıyor ve çöpe atılmayıp hemen karşıdaki “arşive”, hem de tasnif edilerek, konuluyordu. Muhtemelen, kime ne verdiklerini, kaç torba veya sepet mal dağıttıklarını bilmek istiyorlar veya hangi “memur” belli bir ürünü nereye, kaç torba veya sepet verdi, kayıt altına alıyorlardı.
* Yapılar zaman içerisinde değişikliğe uğrayacak, örneğin A Tapınağı dinden bağımsız amaçla kullanılmaya başlayacaktı. Zamanla güç dengelerinin değişmesi kaçınılmazdı. MÖ 3000’lerde çöküş başladı. İdeolojik unsurlar önemini yitiriyor, savunma ve askeri odaklı sistem önem kazanıyordu. Girişteki tahkimatlı savunma duvarı krizin kanıtıydı. Dinsel etkinin azaldığının da kanıtı olsa gerek, dini öneme sahip duvar süsleme ve bezemeleri sıvanmıştı. Sosyal gerilim arttı, işgücü ve ekonomik kaynakların kontrolüne dayanan siyasi iktidar sistemi çöktü.
* Çöküş, Transkafkasya kökenli dağlık bölge halklarının Fırat üzerinden gelip baskı kurmasıyla ortaya çıkmış olabilir. İlginç (ve bana gayet makul gelen) bir teoriyse, merkezi gücün ekonomik isteklerinin büyümesi ve bu nedenle toplum üzerinde baskı kurması, Mezopotamya’da olduğu gibi, kabul görmedi. Malatya zengin su kaynakları ve toprakları verimli, dağlarla çevriliydi. Üretim talebi artıyor ama sınıflar arasında farkın yüksek olmaması talebin karşılanmasını zorlaştırıyordu.
Bugüne uyarlayarak söyleyelim: Kündübek’te, Çırmıhtı’da, Banazı’da yaşayan halk (orada yerleşim vardıysa elbette) yeteri kadar suya ve karnını doyuracak araziye sahipti, bir de ineği varsa, niye Orduzu’daki beylere teslim olsundu?
Eski uygarlıklarda suyun yönetim ve kontrolü ekonomik etkinliklerin dizginlerini ele almada kontrolünde hayati öneme sahipti. Suyu bol Malatya’da bu düzen yemezdi!
* Saray, şiddetli bir yangınla, yeniden inşa edilmemek üzere, çöktü. İç savaş sonucu mu dışarıdan gelenlerce mi yakıldı, bilmiyoruz; büyük olasılıkla asla bilemeyeceğiz çünkü o dönem Anadolu’da, yazılı kayıt bir yana, yazı yok. Yangın sonrası yerleşim üst katmanlara doğru devam etti. MÖ 3000-2900 arası Güney Kafkasya kültüründen göçebe toplulukların kulübeleri yapıldı. MÖ 2800 yıllarında başka bir yangın VI B köyü diye tanımlanan yerleşimi ve suru tahrip etti. Kafkasya ve Doğu Anadolu kökenli halklar, 2 asrı aşkın süre bölgeye ve ovalara yerleşmeye başladı. Ahşap çit, kulübe ve toprağı kazarak yuvarlak planlı ev yapan bu halklar Arslantepe’de görüldü. 2600-2500 arası küçük bir yerleşim kurdular; çanak çömlekleri el yapımıydı. Orta Fırat Vadisi ve Yukarı Mezopotamya ile ilişkiler azalırken, Elazığ bölgesiyle yakın ilişki tesisine geçilmişti. Eskisi kadar baskın bir politik sistem gözükmüyor; şefler bölgesini yönetiyordu ama merkez Arslantepe’ydi.
* MÖ 2000’lerde Arslantepe Hitit etkisine girmişti. Malatya, Orta Anadolu’da koloni kuran Asurlu tüccarların faaliyetlerinden etkileniyordu. Hitit-Asur arasında sınıra dönüşmüştü. MÖ 1500 civarı yerleşimin merkezi Fırat’ı görebileceği, tepenin kuzeyine taşındı. Hitit Eski Krallık döneminde muazzam savunma duvarı, İmparatorluk döneminde kerpeten biçimli yeni bir şehir kapısı ve büyük sal taşlarından bir tünel inşa edilmişti. Beklendiği gibi, bu yapılar Orta Anadolu (Hitit) etkiliydi. Arslantepe, artık Fırat kenarında bir “kale” olmuştu.
* Arslantepe, daha doğrusu Malatya’nın, isim kökenini tam da bu dönemin kaynakları bize veriyor. Boğazköy’de bulunan yazılı kaynaklar şehrimize Malitiya (Melit = bal) dendiğini gösteriyor. Urartu ve Yeni Asurlular Meliteya, Melid ve Meliddu yazmışlar.
Kanıtı yok, olamaz ama ben Hititlerden önce de Arslantepe’de yaşayan halkın şehri aynı veya benzer isimle adlandırdığını düşünüyorum. Eski çağlarda insanlar bir yere, bugün olduğu gibi, saçma sapan isimler takmıyor; oranın bir özelliğini yansıtan bir isim veriyorlardı.
“Bal” derken kast edilenin bildiğimiz bal olmaması olası; mecaz anlam içerebilir. Verimli toprakları, bol suyu, bereketli toprakları ve lezzetli meyveleriyle Malatya’mıza “bal gibi, şeker gibi memleket” manasında Melit (veya Melid) denmiş olabilir. Keza İngilizcede de bal (honey), asıl anlamının yanı sıra, Malatya isminin kökenindeki mantıkla, “canım, şekerim, tatlım, sevgilim” manasında kullanılır.
Bu arada şeker hastalığının Latince adının Diabetes Mellitus olduğunu kenara yazalım.
Buraya Arslantepe diyen biziz. Şöyle ki:
* MÖ 1200 civarı Hitit İmparatorluğu matal (masal) olunca yönetim krizinin ortaya çıkması beklenebilirdi. Olasıdır ki başta kriz çıktı çıkmasına ama uzun sürmedi. Bölgesel şefler idareyi ele aldı; Hitit idari, siyasi, dini, kültürel mirası ellerinin altındaydı. Günümüzde Geç Hitit (Batıda Yeni Hitit diyorlar) dediğimiz Melid Krallığı kuruldu. Şehre gelenleri görkemli iki aslan ve kral heykeli selamlıyordu. Saray duvarına yerleştirilen kabartmalar şehre girenleri hayran bırakıyordu. Az-buz değil beş asır hüküm sürecekti Melid Krallığı. Son dönemde bulunanlar hariç, bu parçaların tamamı 90 yıl kadar önce Ankara’ya götürüldü ve halen orada sergileniyor.
* MÖ 732 gibi Asur Kralı II. Sargon, yazdırdığı tabletlerde, vergisini ödemedi diye, bizim son kral Tarhunza’yı bertaraf ettiğini anlatıyor. “Dünyanın dört bir yanına hâkim olan ben eşsiz kral” diye böbürlenen II. Sargon, haraç vermeyi reddeden Melid Kralı Tarhunza’ya karşı ordusunu salıp, şehri işgal ettiğini ve “kilden bir vazo gibi” ezip yıktığını söylüyor.
* Arkeolojik buluntular MÖ 8. yüzyılın sonunda Arslantepe’nin terk edildiğini, bir ara Geç Roma dönemi yerleşildiğini ve sonra tamamen terk edildiğini gösteriyor.
* Arslantepe, UNESCO Dünya Miras Listesine alınmasına gerekçe oluşturan bölüm, saray kompleksidir (MÖ 3300). UNESCO, bu tür bir eseri listeye alırken belirli ölçütler kullanır. Arslantepe için kullanılan ölçüt onun “üstün evrensel değere” (outstanding universal value) sahip olmasıdır. Ayrıca eserin bütünlüğünün ve özgünlüğünün korunması, kerpiç gibi hassas bir malzemenin başarılı bir çalışmayla, son haliyle gün yüzüne çıkarılabilmesidir.
UNESCO adaylık başvuru sürecinde, dosya ve eklerinin tamamına yakınını çevirmek gibi bir şansa sahip olan şahsım buradaki outstanding terimini seçkin diye de çevirmeyi düşünmedi değil ama “eşi benzeri bulunmayan” diye çevirse fena olmazdı sanki!
* Mezopotamya’nın dışında devletin, bürokrasinin ve siyasi kuruluşların kökenini ispatlayan tek arkeolojik alandır. Bunlar kadar önemli olmak üzere, sürecin ayrıntılı olarak belgelendirilmesi (yanılmıyorsam şu anda Türkiye’de hakkında en çok bilimsel makale yayınlanan arkeolojik alan Arslantepe), kalıntıların olağanüstü derecede iyi korunması (2015 Şangay Arkeoloji Forumunda dünyada en başarılı yürütülen kazı seçildi) ve ziyaretçilerin bu deneyimi yaşayabildiği tek alan olması seçkin evrensel değerin gerekçeleri arasında yer alır. Sanki bunlar yetmezmiş gibi, dünyada bugüne kadar bulunabilen en eski kılıç ve mızrak uçlarının ortaya çıktığı, ticari ilişki, bürokrasi ve muhasebenin kanıtı olan binlerce kil mühürle, binlerce çanak çömlek parçası, pağasının (ahşap kilit sistemimiz) izlerinin sürüldüğü, yerleşik düzenli dünya tarihinde yaşananların bir film şeridi gibi sahneye konulduğu özgün varlığıyla Arslantepe, ödülünü fazlasıyla hak etmiştir.
* Son olarak, B Tapınağının devamında, kuzeye doğru konumlanan bölümde, şefin veya kralın veya yetkilendirdiği bir yöneticinin “bireyler arasında ortaya çıkan ihtilafları çözüme kavuşturduğu, şikâyetleri dinlediği, yasaları ihlal edenleri cezalandırdığı” diye spekülasyonların yapıldığı, bir tür “kabul veya huzura alınma makamı” olabilecek yapıdan bahsetmek gerekiyor. Girişte geniş bir avlunun etrafına kilden oturma yerleri yapılmış. Halkın durduğu yerden ileride, onlara hitap eden her kimse onun durduğu varsayılan yüksekçe bir platform yer alıyor. Laboratuar analizleri burada meşeden bir koltuk olabileceğini ortaya koyuyor. Günümüzde, nutuk atan birinin yüksek bir platformda durmasına veya hâkimlerin nispeten yüksek bir koltuğa oturup dava yönetmesine benziyor. Bu yapı ayrıca seçkinlerin evleriyle bağlantılı gözüküyor.
Devamında iki pencereli bir oda var. Odanın içerisinde “temiz ateş” (ateşin yemek pişirme amaçlı yakılmayıp, yakılmış olmak için yakılması) yakılmış. Acaba burası Mecusilikteki ateşgah (ateş mabedi) gibi bir yer miydi? Alevlerin, saray depolarında yer alan insan figürlerinin başında yükselen alevle ritüel bir bağlantısı var mıydı? Yoksa pencerelerinden saray kompleksinin kapısını tam gören bu mekân, gündüzleri gelen gideni görmenin yanı sıra, geceleri dışarıdan gelebilecek kötü niyetli kişilere karşı, biz buradayız, uyarısı mıydı?
Bilmiyoruz…
***
Arslantepe’yi gelecek kuşaklara layıkıyla miras bırakmak umudu ve özlemiyle, hepimize hayırlı-uğurlu olsun.
______________
ARSLANTEPE HÖYÜK HAVA FOTOĞRAFLARI: M. Kayahan
ARSLANTEPE ARŞİV FOTOĞRAFLAR KAYNAK: © Missione Archeologica Italiana nell’Anatolia Orientale - Sapienza Università di Roma. (İtalya Doğu Anadolu Arkeoloji Heyeti – Roma Sapienza Üniversitesi).
ARŞİV FOTO: Kayısı bahçeleri arasında, Malatya Ovasına hakim konumdaki Arslantepe, yeşilliğin bitiminde Tohma ve Fırat’a (şimdi baraj gölü) bakıyor.
ARŞİV FOTO: Çatı örtü sistemi yapılmadan önce koridor etrafına kümelenmiş yapılarıyla saray kompleksi.
ARŞİV FOTO: Geç Hitit tabakasında ortaya çıkarılan bir duvar kabartmasını işçiler özenle taşıyor. Kazılar başladığı günden bu yana hep Orduzulu işçiler işe alınıyor.
ARŞİV FOTO: UNESCO başvuru sürecinde bakanlık uzmanları, kazı heyeti ve başka paydaşların katılımıyla Kazı Evinde yapılan bir toplantı
ARŞİV FOTO: 60lı yıllardan “efsane” bir siyah-beyaz kare. Bugüne kadar görev yapan beş başkanın üçü bir arada.
ARŞİV FOTO: Yazının son paragrafında açıklamaya çalıştığımız tesis. Arkadaki odada, dikdörtgen şekilli bölüm temiz ateşin yakıldığı yer
ARŞİV FOTO: Marcella Frangipane, bir kazı çalışması sırasında