"Fırat Göl Olurken"
Yaklaşık on bir bin sene önce “yeni dünya düzenine” geçilmesiyle, ilk yerleşim..
Bülent KORKMAZ korkmazbulent@gmail.com
Fırat…
Onu anlatmaya gerek var mı?
Geçtiği toprakların ağacına, hayvanına, insanının can suyu olmuş, havada uçandan karada yürüyene sularında yüzene hayat vermiş. Onun bereketiyle doğmuş, yaşamış, karınlarını doyurmuş, tohumlarını saçıp, sıralarını yeni nesillere verip toprağa-suya karışmışlar ama o hep kendi bildiği yolda milyonlarca yıl boyunca akmış. Kimi zaman ılgıt ılgıt; kimi zaman önünde durulamaz vahşi bir boğa gibi.
Gün gelmiş, kardeşi Dicle’yle birlikte, suladığı topraklarda atalarımızın avcı-toplayıcı yaşam tarzından tarıma, tarımla birlikte hayvancılığa geçişine tanıklık etmiş. Greklerin “nehirlerin arasındaki ülke” anlamında Mezopotamya dediği coğrafyaymış burası. İlk köyler, şehirler, devletler ve onlara ait düzen, kültür, ideoloji, madencilik, teknoloji, kısaca insana dair ne varsa, kıyılarında, kollarının eriştiği yerlerde yükselmiş.
***
Veriler, buğdayın evcilleştirilmesiyle başlayan tarımın, ilk Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Ürdün topraklarında icra edildiğini ortaya koyuyor. Akabinde Nil Nehrinin var ettiği Mısır’ın “ekibe” katılmasıyla, Amerikalı doğu bilimci ve arkeolog James Henry Breasted’in terimlendirdiği, “Bereketli Hilal” denen coğrafya bulguru kaynatıp damlara yaylatıyor. Zamanla bu coğrafyadan bağımsız olarak, dünyanın başka yerlerinde de tarım ve olmazsa olmazı hayvancılık başlıyor ama her yerde ve aynı yoğunlukta değil. Günümüzden bir kıyaslama yaparak söylersek, bugün Kore’de icat edilen bir telefonun bir hafta içinde tüm dünya pazarlarına ulaşması gibi, tarım “hop” diye her tarafa yayılmıyor; mesela İngiltere’ye ulaşması 2 bin 500 sene sürüyor. Ulaşılabilen bilgiler, başlarda, tarımın senede ortalama 900 metre öteye ilerlediğini göstermekte. Anlayacağınız, bizim Kasap Pazarından Kernek kadar bir mesafe.
Yaklaşık on bir bin sene önce “yeni dünya düzenine” geçilmesiyle, ilk yerleşimler buralarda kurulmaya başladı ve Fırat ve Dicle boyunca veya yakınında onlarca, yüzlerce köy pıtrak gibi çoğaldı. Bu yerleşimler zamanla terk edilip höyük denilen yapılara dönüşürken, muhtemelen birçoğu doğal sebepler, yangınlar veya savaş yüzünden tamamen yıkıldı.
Bir an önce asıl konuya gelmek istiyorum ama şu bilgiyi anımsamak gerekli: Lütfen tarihi olguları değerlendirirken “en eski, en uzun, en kalın” gibi amaca hizmet etmeyen üstünlük derecelendirmesine kilitlenip kalmayalım. Süreç içerisinde ortaya konacak bir bulgu öncekini boşa çıkarabilir. Örneğin, buğday ve arpa evcilleştirilmeden önce Filistin’de orağı, havanı, havanelini, çukur depolarını (ambar niyetine) icat etmiş ve kendilerini yabani tahıllarla besleyen yerleşik köyler bulunuyordu. 2018 yılına kadar dünyada bulunabilen en eski (9 bin sene) ekmek kalıntıları Çatalhöyük’te ortaya çıkarılmıştı ama o yıl Ürdün Kara Çöl’de kazı yapan Kopenhag Üniversitesinden Dr. Amaia Arranz-Otaegui 14 bin yıllık, yabani tahılla yapılmış, ekmek kalıntılarını keşfetti. Buzul devrini yaşayan dünya iklimi tarıma uygun değildi ama atalarımızın zihninde, önceden beri doğada gördükleri yabani bitki ve meyvelere bakarak, “karnımızı doyurduktan sonra artan şu tohumları saklayabilsek, bunu taşınan ezsek, su katıp hamur etsek, sazlık bitkisinin yumrusunu ezip içine maya niyetine karıştırsak, ateşte pişirsek, keklik etiyle dürüm etsek…” fikri çakmış olabilir. Basit gözüken bir ekmek yapımı bile, insanın gıdasını üretebilmeyi düşündüğünün işareti olabilir.
***
Görsel ve işitsel yayıncılıkta sadece TRT’nin olduğu yıllarda Fırat Göl Olurken adıyla 10 bölümlük bir belgesel çekilmiş. 1985-86 arası çekilen bu belgesel Fırat’la Aktı Zaman, Kıyıdaki Kemancı, Fırat Geçitleri, 2000 Yıllık Sır, Oyunun Kuralları, Cennetin Bedeli, Fırat’ın Vasiyeti, Sular Yükselmeden, Ferhat Dağı Gelecek ve Cumhuriyetin Büyük Projesi başlıklarından oluşuyor. “Karakaya ve Atatürk Barajları yapılırken sular altında kalan bölgelerden, yerlerini, yurtlarını, mezarlarını bırakarak göç etmek zorunda kalan insanların dramatik ve dokunaklı öyküleriyle, inşaat sürecini ve Fırat’ın sularına gömülüp gitmeden kurtarma kazıları yapılan höyüklerin bilgisini” belgeleyen, 1985-86 arası çekilmiş, her biri 30’ar dakikalık eseri Suha Arın ile Hasan Özgen yönetmiş. Prof. Dr. Metin Sözen başkanlığında geniş bir akademik kurul danışmanlık yapmış.
(Soldan itibaren) Süha Arın, Hasan Özgen ve Prof.Dr. Metin Sözen
Aşağı Fırat Projesi diye de bilinen Karakaya (1976-87) ve Atatürk (1983-94) barajları bittiğinde Malatya, Elazığ, Adıyaman, Şanlıurfa topraklarının belirli yerleri göl suları altında kaldı. Kaleköy, Şemsiyetepe, İmikuşağı, İmamoğlu, Değirmentepe, Pirot, Cafer Höyük, Çavi Tarlası, Tille, Hassek, Ancas, Horis, Giritille, Lidar, Samsat, Nevalla Çori, Hayaz, Kumartepe, Kurbanlıhöyük ve Titriş tarihi yerleşimleri de balıklara yurt oldu. Belgeselin tarihi eserlerle ilgili bölümü, konunun bütünlüğü açısından, sadece göl altında kalan yerleşimleri değil, kalmayanları da ele almış.
“Mış” deyip duruyorum. Üzülerek belirteyim ki çok beğendiğim bu belgeselin varlığından, anca 2 sene kadar önce, sevgili arkadaşım, Battalgazi Belediyesinin değerli arkeoloğu Cem Kaya sayesinde haberdar oldum. Youtube ortamında yayınlanmış belgeseli 2 defa izledim.
Tamamını büyük bir ilgiyle izleyip, yeni bilgiler edindiğim belgeselde yer alan “Malatya sınırları içerisindeki tarihi mekânlara ilişkin bölümler” özel ilgimi çekti; notlar aldım, konuşmaları çözdüm. Bunları ilgilenenlerle de paylaşmak istedim.
Adıyaman’daki eserlerden bahsedilirken, ülkemizin olağanüstü tarihi hazinelerinden baraj suları altında kalan Samsat ve elbette “assolist” Nemrut Dağı ile Kommagene ülkesi de anlatılıyor. Nemrut, özel bir ilgi alanım; hakkında elime geçen ne varsa okumuşum, izlemişimdir. Nemrut Dağında kazı ve araştırma yapmış Amerikalı arkeolog Theresa Goell’in yaşam öyküsünün anlatıldığı, yeğeni Martha Goell Lubell tarafından 2001 yılında çekilen Queen of the Mountain (Dağın Kraliçesi) belgeselinde çevirmenlik yaparken “özel” diyebileceğim bilgi ve belgelere ulaşmanın keyfi ilerleyen yıllarda ilgimi daha da arttırmıştı. Okumalarıma ve tanıklıklarıma dayanarak, Fırat Göl Olurken belgeselindeki Nemrut ve Kommagene anlatımının izlediğim “en özlü” anlatım olduğunu söyleyebilirim. Ama Nemrut bu yazının değil, kısmet olursa, başka bir yazının içerisinde yer alacak.
Bu noktada bilhassa gençlere garip gelecek bir not düşmem gerekiyor ama gerekiyor. Çok değil, en fazla yüzyıl kadar önce, insanlar şimdiki kadar hareketli değildi; gerek de yoktu. Yerleşik düzene geçildiğinden beri insanların önemli bir bölümü, binlerce yıl pek değişmeyen ve fazla uzağa gitmeyen bir hayat sürdü. Örneğin, babaannem hayatı boyunca, doğup yaşayıp göçtüğü Çırmıhtı’dan en uzak Akçadağ’ın Karanlıkdere (Aydınlar) köyüne kadar gitmişti; hısımları olmasa oraya da gitmezdi. Neolitik dönemin etkisini sürdürdüğü bir dönemde dünyaya gelen ben de 19 yaşına dek, kuzeyde Eski Malatya’yı; batıda okul pikniği için belediye otobüsüyle gittiğimiz ve dünyanın öbür ucuna geldiğimizi sandığım, Sultansuyu Harasını geçmedim. Gezegende ulaşabildiğim en uzak noktaysa, dayımız oğluna kız almaya gittiğimiz İzollu’nun, şimdi su altında kalan, adını hatırlamadığım bir köyüydü.
Bu belgeseli izlerken, elimizde ve cebimizde olmayan nedenlerle, göremediğim dünyanın en eski köylerini, yapılarını, atalarımızın bıraktığı elle tutulur veya tutulmaz kalıntıları, izleri, kokuyu, duyguyu bir nebze alarak özlem giderdim.
***
Bu yazı elbette baraj sularının yuttuğu höyüklerle ilgili geniş bilgi veremez; merak eden kaynaklardan araştırır, okur, dinler, izler.
1978’de başlayan kurtarma kazılarında Malatya Ovasında ortaya çıkarılan eserleri Kernek’teki Arkeoloji Müzesinin vitrinlerinde görebilirsiniz.
***
Köşkerbaba Höyüğü
Fırat geçitlerinin ele alındığı bölümde, İstanbul Üniversitesinden Prof. Dr. Önder Bilgi (aşağıdaki fotoğrafta), Köşkerbaba Höyüğünü anlatıyor. 8 yıldan beri höyükte kurtarma kazıları yapan ekibin başındaki Bilgi, “Malatya-Elazığ demiryolu köprüsüne yakın bir noktada yer alan höyük Fırat geçitlerinden biri. 2800 yıl önce Fırat Nehrini geçen Urartuların Arslantepe’ye kadar gittiğini biliyoruz. Urartuların hangi yörede Fırat’ı geçtikleri son zamanlara dek tartışma konusuydu. Köşkerbaba kazılarında, demir çağı kültür kalıntıları üzerinde, depo odalarını da içeren, küçük kale tipi bir yapıyla karşılaştık. Askeri amaçla kullanılan, bol miktarda pişmiş topraktan mataralara ve depolama küplerine rastladık. Bu yapının ve malzemenin özelliklerinden, küçük kalenin bir Urartu garnizonu olduğu ve Urartuların da Fırat’ı Köşkerbaba yöresinden geçtiği sonucuna vardık. Fırat’ı ilk geçen kral olmakla övünen Urartu Kralı Sardur II, muhtemelen yan yana bağlanan salların üzerinden ordusunu buradan geçirmiş olmalıdır. Bu tip geçişlerin örneklerini bugün de bölgede görebiliyoruz” diyor.
Van merkezli Urartu’nun kralı Sardur’un, Fırat’ı geçişini anlatan İzoli (İzollu) Yazıtı şu an sular altında ama bir kopyası Arkeoloji Müzesinde sergileniyor. Urartu kralı bu yazıtta, 2800 sene öncesinden “Sardur der ki, Fırat bakir bir yerdi, buradan daha önce hiçbir kral geçmemişti. Ben yüce tanrı Haldi’ye, Teişeba’ya ve Şivini’ye, Urartu tanrılarına, bir prensin büyüklüğüyle yakardım. Onlardan dilekte bulundum. Tanrılar sesimi duydu, bana yol verdi. Tumeşki önünde askerlerin arasından Fırat’ı geçtim” diye sesleniyor.
Yalnız Malatya’ya “demokrasi getirmiş” havalarında (müzede yazıtın çevirisini okursanız ne demek istediğimi anlarsınız) esip gürleyen Sardur’a çok itimat etmeyin; yok suyu yürüyerek geçmiş de. Gerçi sonraki yüzyıllarda uçan halıyla, kilimle geçenler (!) olduğunu ileri sürenler olunca krala çok da kızamıyorsunuz.
İzoli Yazıtı
Asur kabartmaları, hayvan derisinin yüzülüp zedelenmeden bir bütün olarak çıkarılması, külde yıkanıp tüylerinin temizlenmesiyle şişirilerek yapılan tuluk ve keleklerle Fırat’ın geçildiğini gösteriyor. Büyük kazanlar, su kabakları Fırat geçişlerinde kullanılmış. Modern zamanlarda araba iç lastiği de. İnsanlar, Fırat’ın binlerce yıl içerisinde yatak değiştirip oluşturduğu adacıklara ulaşıp, oralarda ekip biçmek için de belirtilen araçları kullanmış.
Şanlıurfa Lidar ve Elazığ İmikoğlu Höyük Fırat’ın diğer önemli geçitleriydi. Ticaret yolları bu geçitlere ihtiyaç duyuyor. Geçmişte köprü yapıldığına dair kanıt bulunamamış ama Birecik’in kuzeyinde Belkıs’da Romalıların köprü yaptığından bahsediliyor. Evliya Çelebi ise Kömürhan yakınlarında Fırat üzerinde bir köprünün varlığından söz ediyor.
Arslantepe
Aynı bölümde Arslantepe’yi kazı heyeti başkanı Profesör Alba Palmieri (aşağıdaki fotoğrafta) anlatıyor. Palmieri “Malatya Ovasında merkezi bir konumda olan Arslantepe yerleşmesi Milattan Önce beşinci bin yıldan başlayıp İslam dönemi sonuna kadar bin yıllar boyunca çeşitli yerleşmelerin üst üste gelmesiyle oluşan yapay bir tepedir [höyük]. Yaklaşık beş bin yıl önce Arslantepe, Mezopotamya’da Suriye ve Uruk uygarlığının ilk kentleriyle ilişki içerisinde olan önemli bir merkezdi. Bir tapınak ve saray bulduk. Tapınağın tam bu ilişki aşamasını temsil ettiğini gördük. Bu kamu yapılarının içinden birçok malzeme ele geçti. Bunlar arasında binlerce kretula ve mühür baskısı ilk olarak devlet tipi bir merkezi yönetim sisteminin varlığını kanıtlar. Bulduğumuz bir grup mızrak ve kılıç, gümüş kakma bezemeleri de gelişmiş ve uzmanlaşmaya dayalı bir maden işçiliğini vurgular. Farklı dönemler boyunca hep önemli bir iletişim yolu oluşturan Fırat özellikle bu dönemde etkin bir rol oynamıştır. Suriye ve Mezopotamya’ya hammadde, madenler, işlenebilen taşlar ve ahşap sağlayan geleneksel ticaret yolları Fırat’ı geçerler. Arslantepe’de yaklaşık 3500 yıl önce yeni bir kültürel etki kendini belli etmeye başlar. Bu etki Orta Anadolu’daki Hitit etkisidir. Bu dönemden kalan sur duvarlarının Fırat yönüne açılan ve iki kuleyle güçlendirilmiş sur kapısı vardır. Buna, aslanlı kapı, denir. Fırat yönüne açılması. Geç Hitit dönemi sonuna kadar aynı yerde birçok kent kurulmuş ve bunlar kapılarını hep Fırat yönüne açmışlardır” diyor.
Günümüzde Malatya’nın “yıldız” yerleşimi Arslantepe hakkında ziyadesiyle kaynağa erişmeniz mümkün olduğundan not düşmek gereksiz ama siyah karakterle vurguladığım sözcüğe dikkat; Malatya’nın Roma İmparatorluğu tarafından neden bugün Eski Malatya (kurulduğundaki adıyla Melitene) dediğimiz yere kurulduğunun ipucu. Fırat, gelen geçenin görülmesi, kontrol edilmesi gereken bir yer ve Eski Malatya “başı kıltında”.
Değirmentepe
Fırat’la Aktı Zaman başlıklı 1. bölümde Değirmentepe Höyüğünü kazı başkanı Prof. Dr. Ufuk Esin anlatıyor:
“Değirmentepe’de çalışıldığı vakit en önemli yerleşmeler olarak başlıca iki devir görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, Milattan Önce birinci bin yıla ait, Demir Çağı adını verdiğimiz bir kültür dönemi. Ondan daha eski olarak M.Ö. 4500 ila 4000 arasına rastlayan Kalkolitik Dönem, yani bakırla taşın bir arada kullanıldığı döneme ait olan kültür. Değirmentepe’de yapılmış olan kazılarda ele geçen hayvan kemikleri ve bitki kalıntıları var. Bu hayvan kemikleri içerisinde özellikle atın evcilleştirilmiş olduğunu görüyoruz. Atın evcilleştirilmesi daha önceki bilgilerimize dayanarak, ancak M.Ö. üçüncü bin yılın sonu ve ikinci bin yıla ait olarak biliniyordu. Oysa Değirmentepe’de yapılmış olan kazılarda atın M.Ö. beşinci bin yıldan itibaren evcilleştirildiğini ve büyük olasılıkla bir binek hayvanı veyahut herhangi bir şekilde bir malzemeyi taşımak üzere bir taşıyıcı, ulaşım aracı olarak kullanılmış olduğunu görüyoruz. Bu gene ticaretle olan ilgiyi bize açıklıyor” açıklamasını yapıyor.
Atın yörede beş bin yıldır koşum hayvanı olarak kullanıldığına dair Lidar Höyük’te ortaya çıkan kanıtları Prof. Dr. Harald Hauptmann anlatıyor.
At deyip geçmeyin. O evcilleştirilemese bugün “tarih” dediğimiz şeyin çoğu olmayabilirdi. Ayrı bir hikaye!
Kıyıdaki Kemancı bölümünde Esin (yandaki fotoğrafta), Değirmentepe hakkında bilgi vermeye devam ediyor.
“Burada Kalkolitik Dönemin Değirmentepe’nin esas önemini teşkil eden bir kültür dönemi olduğunu anladık. Değirmentepe’de Kalkolitik Döneme, yani M.Ö. 4500 ila 4000 yıllarına ait olan bu kültür döneminde karşılaştığımız kültür, Mezopotamya’dan tanıdığımız bir kültür. MÖ beşinci bin yılın ikinci yarısına rastlayan bu kültürü, daha önce Anadolu’da, Toroslar’ın kuzeyinde daha önce önemli çapta bulunduğunu bilmiyorduk. Mezopotamya’dan tanıdığımız bu kültürün niçin var olduğunu araştırdığımız vakit ticaret olduğunu görüyoruz. Fırat, ticarette doğal bir yol teşkil etmiş olmalı. Güney Mezopotamya’dan Anadolu içlerine kadar, Doğu Anadolu’ya kadar ticaret ilişkilerinin Fırat yoluyla geliştiğini görüyoruz. Aynı zamanda bu ticaret ilişkileri ile birlikte bu kültürün, Ubeyd kültürünün yayılmış olduğunu görüyoruz. Değirmentepe’de bizi ilgilendiren ve ilginç buluntular arasında sayabileceğimiz bazı bulgular var ve bunlar mühürler. Mühürlerin üzerinde ilk yazı belirtisi diyebileceğimiz bir takım işaretlere rastlamış olmamız, ayrıca mühürlerin üzerinde neyin, hangi malın mühürlendiği hakkında da bazı bilgiler edinebiliyoruz. Mesela üzerinde başak olan mührün buğdayla ilgili, hayvan başları olanların hayvanlarla ilgili bazı olayları gösterdiğini anlıyoruz. Genel kültür verileri içerisinde bize önemli bir bilgi kazandıran kerpiç mimari. Bu mimaride simetrik bir düzenleme ile karşı karşıyayız. Ortada büyük bir mekân var. Bu ana yapı öğesine ek olarak, ana yapıya yardımcı işlerde kullanılmış olan yapı kompleksleriyle karşılaşıyoruz. Bunlardan bazıları özellikle işlikler şeklinde. Bu işliklerde çeşitli işlemlerin yapıldığını anlıyoruz. Bunlardan bazıları çakmak taşı atölyeleri şeklinde. Bazıları bakır izabesinde kullanılmış. Fırın ve fırınlarla beraber bağlantılı bulunan mekânlar şeklinde”.
İlkel düzeyde de olsa mühürlerin bir bölgede devlet düzeninin varlığına en önemli delil olduğunu düşünüyorum. Değirmentepe, bu özelliğiyle, Arslantepe’yi “önceleyen” bir konumda gözüküyor. Su altında kalmasa Değirmentepe çok önemli, belki hayal bile edemeyeceğimiz, veriler sunabilirdi.
Cafer Höyük
Malatya’nın en eski yerleşimi Cafer Höyük, 9 bin yıl kadar önce tarımın başladığı ilk yerlerden birisi. Mermer kâseler, kadın heykelcikleri ve Anadolu’nun ilk erkek heykelciği Cafer Höyük’te ortaya çıkarılmış. 1979’da başlatılan kurtarma kazılarının yöneten Lyon Üniversitesi profesörü Jack Cauvain (aşağıdaki fotoğrafta) şu bilgileri veriyor:
“Cafer Höyükteyiz… Baraj bölgesinin en eski köyü, Türkiye’nin en eski yerleşimlerinden biri yer almakta. Gün ışığına çıkardığımız evler dokuz bin yıl önceden kalma. Yazının, madenin ve çanak çömleğin bilinmediği insanın evrimi bakımından çok önemli bir çağdayız. Bu çağda yalnızca insan tabiattan bulduğu yabani kaynaklardan yararlanmayı bırakmış; yani toplayıcı derleyici nitelik çıkmış, çiftçilik de yapmışlar. İlk kez tarımı uygulamış, ektiklerini biçip ürünü toplamış. Tarımın bulunması insanlık tarihinin akışını değiştiren en önemli olgudur. Tarım, Aşağı Fırat’a göre, biraz daha güneydeki bölgelerde yaklaşık olarak milattan önce 10 bin yıllarında gerçekleştirilmiştir. Suriyeliler Tabka Barajını inşa ederken Türkiye-Suriye sınırında Orta Fırat bölgesinde bölgenin en eski yerleşkesini kazdım. Burada tarım yaşamına geçişin ilk adımlarını izlemiştim. Şimdi aynı olayı Cafer Höyük’te izliyorum ve bu ilk çiftçilerle birlikte yaşadığımı hissediyorum. Tarım yavaş yavaş Anadolu’ya yayılmış ve ilk uygulayan Cafer Höyük olmuş. Burada ilk köy yerleşmesine ait aynı toprak evleri aynı heykelcikleri aynı dini inançları bazı yenilikler katılmış olarak görmekteyiz. Yenilikler katılmış olarak diyorum çünkü ilk üretime geçiş insanı, yeni yerleştiği bu bölgede kendisine yeni olan bazı hammaddelerle, özellikle obsidyenle karşılaşmıştır. Artık yontma taş aletler çakmak taşından değil de volkanik, bölgede bolca bulunan obsidyenden elde edilmekteydi. Cafer Höyük'te tarım hayatının başlangıcını görmekteyiz. Yani dokuz bin yıl önce burada oturanlar yörenin ilk çiftçileriydiler. Burada kurtarma kazısı yapıyoruz. Bu nedenle bazı olayları yaşayan en son kişiler oluyoruz. Söz gelişi motorlu testerelerin en son ağaçları kestiklerini duyuyor, evlerin damlarının yıkıldıklarını görüyoruz. Bugün yörede gördüklerimiz kazıda karşılaştıklarımızdan pek farklı değil. Bizler bu bölge için hem bir başlangıcın hem de bir tür sonun tanıkları oluyoruz. Bu sona istenirse insanlığın evrimi de denebilir.”
Obsidyenin, eski çağlarda delici ve kesici alet yapımında kullanıldığını hatırlatalım.
Cafer Höyük’te bulunan köpek kemikleri, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Anadolu’da da ilk evcilleştirilen hayvanın köpek olduğunu gösteriyor. Şunun şurasında 50-60 sene önce evlerimizin çoğunun yapı malzemesi ‘anaç ve kuzu’ diye standartlaştırılmış kerpiç de Cafer Höyük’ün bize bıraktığı bilgi mirası.
İmamoğlu Höyük
İmamoğlu Höyük kazılarında, bir zamanlar ev içlerini süsleyen çok sayıda çanak çömlek çıkarılmış. İnsanın bütün mimari öğeleriyle yaşadığı evi var etmesi çok uzun bir dönemde gerçekleşiyor. Bugün bize sıradan gelen bir merdivenin yapımı büyük bir aşamayı temsil ediyor ve Kazı Heyeti Başkanı Profesör Edibe Uzunoğlu (aşağıdaki fotoğrafta) yürütülen çalışmalarla ilgili şunları söylemiş:
“Arkeoloji, insanı uygarlık tarihinde, belli bir tarih süreci içinde kültür kesitinden araştırmak, onu kendi elinden çıkmış eserlerle tanımlayabilmek ve uygarlık tarihindeki yerini, seviyesini saptayabilmedir. Bunu biz kazılarla yapıyoruz. Burada, İmamoğlu’nda 1980 yılından beri yaptığımız kazılarda İmamoğlulu insanını İlk Tunç Çağının sonuna kadar izledik. İnsanoğlunun kültür tarihinde yarattığı, büyük bir eseriyle karşı karşıyayız. Bu yıl bir merdiven bulduk. Bu da bir insan zekâsının bir gelişimidir. Merdiveni kullanması, yedi basamakla iki yüksekliği birbirine bağlaması çok önemli bir şeydir. Burada, İmamoğlulu ustanın merdiveni, mimari bir öğe olarak kerpiçten yapması ve mimarinin içinde sabitleştirmesi önemli bir olay.”
***
Başta belirttiğimiz gibi, Arın ve Özgen’in tarihimize, kültürümüze, yaşamımıza ışık tutan belgeseli sadece ilimiz sınırları içerisindeki höyüklerde yapılan kurtarma kazılarında ortaya çıkan bulgu ve bilgiden ibaret değil. Hanlar, yollar, bir bibinin özgün ve hoş anlatımıyla Korucuk efsanesi, 70’lerde barajın yapılacağı belli olunca mezarı gölün suyuna karışsın istemeyen bir babanın oğluna defin yeri vasiyetindeki hüzün, Kırkgöz Köprüsü, Şişman Han, dönemin Malatya Baro Başkanı merhum Avukat Hayrettin Abacı’nın (6. Bölüm), - yakından tanıyanların bildiği gibi- bir hukukçu olmanın ötesinde, bir kültür insanı olduğunu gösteren konuşma içeriği, kayısı festivali görüntüleri ve nicesi…
***
Süreyya Arın’ın seslendirdiği belgeselin müziğini yapan Turgay Erdener’i de kutlamak gerekiyor. Derin, etkileyici, duygu yüklü, dramatik… Müzikten anlamadığım için bu kadarını söyleyebilirim. Erdener’in bestelediği belgeselin müziği, birkaç ay önce yaşama veda eden kült filmlerin kült bestecisi Ennio Morricone için yönetmen Sergei Leone’nin söylediği bir lafı hatırlatıyor: “Ennio film müziğini yapar; filmi ona göre çekerdik”.
Sanki belgesele müzik; müziğe belgesel çekmişler!
***
Bu açıklama gerekli mi emin değilim; sürçü lisan edersem affola: Bazı okuyucular son yazdıklarımın çok uzun olmasından şikâyetçi. Calibri yazı tipinin 11 boyutunda, 5-6 sayfa tutan yazı bana uzun gelmese de onlar kendi açısından haklı olabilir, kimseye bir şey diyemem. Uzun yazma sebebim 1) mevzu derin ve bu derinlikte mevzuları özlü anlatacak yetenek bende yok. 2) Türkçe ve İngilizce okuyup anlamaya çalıştığım yazarların kitap ve makaleleri “iki anaç, bir kuzu” kalınlığında. Belki de bu “zalımlar” yüzünden kısa yazamıyorum. 3) Fi tarihte Malatyahaber.com tesislerinin sanal patronu İsmet Yalvaç Ağabey, sitemizin Hazine arazisi gibi geniş olduğunu söyleyince…
Şakası bir yana, elbette insanlar yazılarımı beğenir, beğenmez ve eleştiri getirebilir. Beğeni ve eleştirilere teşekkür eder; beğenilmemeyi saygıyla karşılarım.