Hey Gidi Akpınar Hey..
Malatya deyince Akpınar akla gelir. Akpınar bir “Lokantacı Üniversitesi’ydi.”
Bülent KORKMAZ korkmazbulent@gmail.com
Dünya işlerinden fırsat buldukça yazı yazmaya çalışan sanal âlemlerin bir yazarı olarak “bıldır bu zaman” bir yazı kaleme almış; memleketimizin hoş insanlarından Orduzulu Mamulo ve onun takıldığı mekânlardan Akpınar semtinin “zalatacı” esnafı ekseninde bir dönemin insanlarını, yaşamını aktarmaya çalışmıştım.
Zahmet buyurup o yazıyı okuyan Mehmet Hanifi Yapar amcamız, yazının altına yorum olarak konulsun diye, dönemin sadece Akpınar semtini değil Malatya’sını anlatan uzun bir yazı kaleme almış. Emek ürünü bu yazının sadece okuyucu yorumu olarak araya kaynamasına gönlümüz (bilhassa bizim patron İsmet Yalvaç ağabeyin gönlü) razı olmadı ve bu sütunlardan aktarmaya karar verdik.
Yazıyı aktarmadan önce önceki yazıda değindiğim bir hususu yinelemek ve bir-iki şeyi de eklemek istiyorum:
Memleketim Çırmıhtı’dan çarşıya günlük intikalim 1981-82 yaşam sezonuna tekabül ediyor. Liseyi Sanat Mektebi bünyesindeki Teknik Lisede okumam sebebiyle şehre gelmeye başladım; okul bitti, işti-güçtü derken halen gidip gelmeye devam ediyorum. “Mamulo-zalatacılar-Akpınar” içerikli bu öykü-yazıda aktardıklarım o döneme tekabül etse de benim kişi ve mevzulara tanıklığım olmadığından anlatılardan yola çıkarak -başta Hüseyin Yapar ağabeyimin anlattıkları olmak üzere- bir şeyler karalamaya çalışmıştım.
Malatya'nın yerlisi eskilerin 'Ağpuar' dedikleri Akpınar, okula gidip gelirken, neredeyse her gün yanından-önünden geçtiğimiz yerlerden biriydi ama tam olarak bizim “bölgemiz” sınırlarında kalmıyordu. Kanalboyu, Atatürk (Kışla) Caddesi, antrenmanlarını bile kaçırmadığımız Malatyaspor’umuzun İnönü Stadı ile amatör maçların oynandığı Şeker Stadı arasında dolanır dururduk.
Ayrıca şimdi fark ettiğim kadarıyla, bizim lise yıllarında salatacılar popülaritesini yitirmiş, derme-çatma dükkânlar neredeyse kapanma noktasına gelmişti. Şahsen adlarını bile duymadım, dükkânlarını bile fark etmedim. Aslında aynı dönem arkadaşlarım ve ben de bir tür “self-servis” salatacıydık desem yanlış olmaz. Okuldaki eğitim sabahtan akşama kadar sürdüğünden ve öğrencilerin çoğu öğle arası evine yemek yemeye gidemeyecek kadar uzak mesafeden geldiğinden (Arguvan, Yazıhan, Akçadağ gibi ilçelerden gelip olup okula yakın mahallelerde ev kiralamış arkadaşlarımız bile vardı) öğlen bir şekilde karnımızı doyurmamız gerekirdi. En gözde beslenme şekillerinden biri, Badıllı Camisine bitişik dükkândan (halen faaliyettedir) aldığımız salatalık-domates-biber ile üzerine toz biber serpilmiş zeytin ve açık ekmekten müteşekkil (Canan Karatay Hocamız bunu beğenmedi) yemekti. Bunları alıp hemen yanındaki, şu an kapalı yüzme havuzunun olduğu yerde bulunan, top sahasına geçer; yere serdiğimiz gazete kâğıtlarına nevaleyi yerleştirip atıştırırdık. Bu mönüye bazen evden getirdiğimiz “basılı” (salamura) koyun peyniri ve/veya haşlanmış yumurta eşlik ederdi.
Sebzelerin üzerine serpiştirdiğimiz tuz artmışsa onu yere dökmez, kâğıda sarar, duvarların arasındaki yarıklara yerleştirirdik. Maksat bizden sonra bir arkadaşımız tuzsuz gelirse bunu kullansın. Anlayacağınız gençler tuzu bile israf etmezdik.
Şüphesiz öğlen karnımızı başka türlü doyurma şekilleri de vardı. Okulun yemekhanesi; seyyar arabasıyla her öğlen çıkış kapısının önüne gelen Ercan Ustanın yarım ekmek arası ciğer veya köftesi; çarşıya inersek Şehir, Kent, Lale lokantaları ve bazen yakın akrabalarımızın evleri. Mesela ben arada ya bibime ya ablama gider, sağ olsunlar önüme ne koyarlarsa karnımı doyurur, okula dönerdim.
Yeni nesle tuhaf gelebilir ama bu tür dayanışma örnekleri sıradan şeylerdi. Şimdiki gibi sıradan bir çay içme çalıştay havasına büründürülmüyor, dilekçeyle gidilmiyor; davetler-misafirlikler de abartılmıyordu.
Bu tür eskiye dair şeyler yazarken şu noktayı kaçırmamak lazım: Geçmişte her şey çok güzel de değildi. Hatta güzel bile değildi. Yer yer ve zaman rezillik diz boyuydu. Yukarıdakiler geçmişin aklımızda kalan güzellikleri sadece; ağlayıp gözden olmayalım diye kötülükleri unutmuş, iyilikleri belleğimize kazımışız.
****
Lafı fazla uzatmadan Mehmet Hanifi Yapar amcanın gönderdiği yazıyı sizinle paylaşacağım. Şüphesiz o dönemi bilen başka büyüklerimize göre yanlış anımsadığı şeyler olabilir, eksik kalan noktalar olabilir. Buna takılıp bir dönemin Malatya’sına dair bu paylaşımın değerini düşürmemek lazım. Bu bir “hafızadır”, emek verip aktarana teşekkür ediyoruz.
Mehmet Hanifi Yapar'ın üzerinde ufak-tefek müdahaleler yaptığımız yazısını dikkatinize sunuyoruz:
“Mamulo hakkındaki yazınızı okudum. Ben de Akpınar’da zalatacılık (salatacılık) yapmış birisi olarak Mamulo ve tarihi Akpınar hakkında bir katkıda bulunmak istedim.
Mamulo (yandaki fotoğrafta); ekmek elinde, asker kaputu sırtında, başından hiç eksik etmediği şapkası başında, ‘çorçili’ ayağında, elinde o zamanki 530 gramlık açık ekmek elinde, lokması ağzında, bizim salatacı dükkânına gelirdi. Bana, “Veli Dayı’nın oğlu, hele 25 kuruşluk yoğurt ver hele” derdi. Veli Dayı’nın oğlu “Elinin işi olsun haa, sarmısağı da çok olsun haa!” diye devam ederdi. Ben, yoğurdu götürene kadar, 530 gramlık açık ekmeği üç lokmada yiyen Mamulo, zaten bir lokmasını tüketmiş olan ekmeğin kalan iki lokmasını da bitirmiş olurdu. Sıraların, (masaların) üstünde duran açık ekmeklerden bir tane daha alırdı. Mamulo, aldığı bu ekmeği de yine üç lokma yapardı. Yetmezdi, bir tane daha ekmek alırdı. Bana, Veli Dayı’nın oğlu “Bak lokma ekmek elimde kaldı. Hele şurdan acık da tamates salatası ver ki, lokma ekmeği bitirem” derdi. Her ne kadar da parayı almasak da, parasını verirdi. Komşumuz olan Orduzulu rahmetli Cemal Dinç de aynı işi yapardı. Cemal Dinç ne kadar ısrar etse de oraya gitmiyordu. Her yerde ekmek yemez ve herkese işe gitmezdi. Dükkân komşum, rahmetli Cemal Dinç’in oğlu Ersin Dinç’in dediğine göre, Mamulo salıncakta yatar, sabah evden çıkarken dış kapıyı çiviler, akşam eve geldiğinde, kapının çivilerini sökermiş. Her gün de böyle yaparmış.
Diğer dükkân komşumuz rahmetli Rıza Dayı’nın (Bingöl) dükkân cephesi bizim dükkân cephemizden genişti. Ne rahmetli Rıza dayı ne de oğlu Hüseyin abi dükkânlarının önünü meşgul etmemize ses çıkarırdı. Bir gün dahi nedir bunlar? Kaldırın buradaki domatesleri, ekmekleri, üzümleri demediler. Rıza Dayı’ya Allah rahmet eylesin. Çocuklarının da işleri rast gelsin. İyi bir dükkân komşuluğumuz vardı.
Sabah namazında (saat 4 - 5 gibi ) dükkâna gelirdik. Süt kaynatırdık. Süt, saat 8 - 9 gibi biterdi. Sonra, o zamanın deyimiyle ‘tükürük kebabı’ yapardık. Bahar ağzı, kurutulmuş pirpirimlerden; pirpirim cacığı, pirpirim biterse, marul cacığı (marulları da tek tek yıkardık) ve daha sonra salatalık zamanında da salatalık cacığı, daha sonra da domates salatası yapardık. Üzüm zamanı da üzüm ekmek satardık. Gece saat 10 gibi, posta treni ile gelen müşterileri de beklerdik. İstasyondan gelen banliyö treni; o zamanki hal binası, şimdiki balık- kasap pazarının çevre yoluna çıkan yere kadar gelirdi, hatta şimdiki Adliye Sarayı’nı bile geçerdi.
Süt terazisini elime alıp Tüccar Pazarı, Yemenici Pazarı ta ki şimdiki Soykan Parkı’nın yanında bulunan Taş Mağaza ’ya kadar gider, Antepli simitçi Şükrü Girişken ustanın fırınında, Aşağışeherli Gaffar ve Cafer Kardeşlerin yaptıkları meşhur börekleri, süt ile beraber satardım.
Akpınar bir “Lokantacı Üniversitesi’ydi.” Salatacıların yanında şimdiki birçok meşhur lokantacı, aşçı, tavacı yetişti.
Pötürge’den, Haliken’den ve dağ köylerinden yağ gelirdi, hele ki ne tereyağlardı.
Sinan’dan tuluğ peyniri, bir kat çökelik bir kat peynir olarak basılırdı. Orduzu’dan; salatalık, nahna Çırmıktı’dan, Tecde’den ‘Tahannebi’, Kündübek’ten ‘Mükeri’ ve hele Yukarıbanazı’dan ‘Kureyş’ ve dalına kar yağan ‘Mazılım’ üzümü mü dersin.
Dağ köylerinden, o karda kışta kar diz boyu olmasına rağmen, katır ve eşek yükleriyle odun gelirdi. Katır yükü 60 kuruş, eşek yükü 50 kuruştan satılırdı.
Akpınar’ın etrafında çok han vardı. Hancı Nalbant Bekir, hayvanların gübresi için, hanına hayvanlarını bağlayanlardan para almazdı. Ücreti karşılığında isteyenin hayvanını da nallardı. Köylüler bizim oralara, salatacı dükkânlarına, gelirlerdi, yanlarında getirdikleri mısır ekmeği, sac ekmeği ve katık olarak da kendilerinin getirdiği yağ ve çökeliği de yerlerdi. Katığı olmayanlar da bizden pekmez, helva alıp ekmeklerine katık yaparlardı. Köylerine giderken de ne alırlardı biliyor musunuz? Tuz, hayvanlarının palanlarının arkasına bağlı bir şişe gaz yağı ve boyunlarına astıkları lamba şişesi alırlardı. Köylüler, köyden şehre 5-10 kişilik gruplar halinde gelir giderlerdi; Çünkü yollarda kurtlarla karşılaşırlarmış.
Malatya deyince Akpınar akla gelir. Eski Bakırcılar Çarşısı Akpınar’da idi. Bakırcıların çekiçle bakırı işlemeleri sanki bizlere ağustos böceğinin sesi gibi gelirdi. Bakırcıların bitiminde Fahri Oral’a ait 2 katlı ahşap binada Barbaros Okulu vardı, sene 1954. Okulun tam karşısında 2 katlı Barambaroğlu Hanı vardı. Alt katta 2 dükkân vardı, küçük dükkânı İbrahim diye tahminen Orduzulu bir kişi çalıştırıyordu. Sonradan, İbrahim’in dükkânı Barbaros Okulu’nun karşısında olduğu için, İbrahim’in ismi Barbaros olarak kaldı. Barbaros daha sonra, Kışla Caddesi'ne taşındı. Barbaros Okulu da Beşkonaklardaki Arpacıların konağına taşındı. Barbaros’un yanındaki dükkânı da, tahminen Arapgirli Uzun Kamil diye elbise parçası satan bir amca çalıştırırdı. Ona da yaz günleri cacık götürürdüm.
Akpınar’da aslanın ağzında akardı su, iki yavrusu ile birlikte. Akpınar’daki tarihi bu çeşmeyi kaldırdı zamanın Belediye başkanı, sene 1986. (Akpınar'dan kaldırılan taş aslan çeşmesi, Gazi İlkokulu'nun yanındaki parka konuldu (yandaki fotoğrafta). Mutlaka Akpınar'da uygun bir yere taşınması gerekli, çünkü Akpınar'ın simgesiydi)
Nice hanlar vardı Akpınar’da: Talha Baba Hanı, Hasan Usta Hanı, Hosrafoğlu Hanı, Ali Çavuş Hanı, Çırpıcıların Hanı, Barambarlının Hanı, Nalbant Bekir’in Hanı ve Raif Eylik’in; oteli, garajı, benzin istasyonu, Dört kapılı Afyon Hanı, İki kapılı Şirket Hanı ve hatırlamadığım birkaç han daha vardı.
Talha Baba’nın, iki katlı tarihi hanının yukarısında; yemeniciler, terziler ile ‘Meşhur Şalvarcı’ Faik Usta da vardı. Hanın yukarı kısmının diğer bir bölümü de, bir ara otel olarak kullanılırdı. Daha sonra hanın otel kısmı kapandı, yerini işyerleri doldurdu. Talha Baba Hanı’nın meydanı boştu. Hanın, sağı solu dükkândı ve orada Tuzcu Ziya ve Kerim Erzen kardeşler de tuz satarlardı. Arkada büyük bir ahır vardı. Sinanlılar, develerle Tuzcu Ziya’dan tuz alıp ta Batum’a kadar tuz götürürlermiş. Oradan da tenekelerle gazyağı getirirlermiş. Hatta bizde de, deve resimli bir gazyağı tenekesi vardı. Afyon Hanı, Şirket Hanı, Raif Eylik’in Hanı ve Çırpıcılar’ın hanının olduğu meydan, eski saman pazarıydı. Saman Pazarı'nın girişindeki Afyon hanının üstünde kahve vardı. Adına yüksek kahve denilirdi. Burada bazı etkinlikler yapılırdı. Afyon hanının bir kapısı, saman pazarına açılırdı. Bir kapısı yemenici pazarına (Şeytan Çarşısına), bir kapısı tüccar pazarına, bir kapısı da Söğütlü Cami’ye açılırdı. Söğütlü cami bir ara hapishane olarak kullanılmış. Söğütlü Cami’nin Teze Cami tarafına bakan çıkışında, şimdiki ismi Yeni Hamam Mahallesi Kirazoğlu Sokak’tan Teze Cami’nin musalla taşının yakınına kadar olan bölgede, aynı İstanbul’daki “Kapalı Çarşı” gibi üzeri kantarmalı sağlı sollu dükkânları olan bir çarşı vardı. İsmine de “Mısır Çarşısı” diyorlardı. Şimdi olsa, bu tarihi çarşıyı yıkmazlardı. Şimdiki Vakıflar İşhanı olan yerde de eski Çınarlı Cami vardı. Teze Cami’nin karşısındaki, Belediye Hamamı’nın yanındaki eski itfaiye binası, şimdiki Belediye Esenlik marketinin (hamamın yanındaki) yeri ile markete bitişik Belediye İş hanının yeri de, Fırat İlkokulu idi. Okulda yazları da askerlik yoklaması yapılırdı. Şimdiki Ordu Evi olan yerde, eskiden Topçu Er Eğitim Alayının kışlası vardı. ‘Kışla Caddesi’ de ismini buradan almıştır. Şimdiki Atatürk evi bir ara ortaokul olarak eğitim verdi. Ben de orta ikiyi orada okudum.
Sivas Caddesi'nin bitimi ile Tekke camisinin arasında kalan bina Şehir Sineması idi. Topçu Er Eğitim Alayının ‘Gadana Atları’ şehir sinemasının bodrumundaki yerde kalıyorlardı. Gazi ilkokulunun yanında da, İstanbul sineması vardı. İstanbul sineması da Gazi İlkokulu gibi taş binaydı. Şehir sineması ile İstanbul sineması, çaprazlama karşı karşıyaydı. Şimdiki Çınarlı Camisinin kıble duvarı ile Pamuk Han’ın kuzey duvarında, sağlı sollu eski kasap dükkânları vardı. Şark sineması da, kasap dükkânlarının bitiminde yer alırdı. Eski belediye binasının arkasında, şimdiki Emekliler parkının yerinde de, Yeni Melek sineması vardı. Eski Arasa’nın tam karşısında da, Malatyalı meşhur kâğıt kebapçı İbrahim Baba’nın fırını vardı. Kışla caddesinde Beyoğlu Kahvesi vardı. Burada da ara sıra etkinlik yapılırdı.
Şimdiki postanenin tam karşısında, yazlık İstanbul sineması vardı. Yazın bu sinemada, güreş gibi müsabakalar yapılırdı. Sümerbank’ın da sineması vardı. Ayrıca Sümerbank’ın olimpik sayılabilecek yüzme havuzu da vardı. Havuzda kademeli olarak yükselen, atlama yerleri vardı (yandaki fotoğrafta). Ben de oradan birkaç sefer çivileme atladım. Şimdi o kadar yükseklikten nasıl atladığıma şaşırıyorum. Atlama yerinin alt kısmı tahminen 5 metre vardı. İleriye doğru gittikçe derinlik yuhalaşıyordu, yani derinlik azalıyordu.
Akpınar’daki dükkân komşularımız; yanımızda rahmetli Rıza Dayı, öbür yanımızda salatacı Boz Ali, berber ve salatacı Bayram Dayı, Cemal Dinç, Sinanlı Mustafa Dayı, Sütçü Cumali, hem salatacı hem lokantacı İbrahim Tuna Usta, tam karşımızda Antepli Muharrem Usta, Sütçü Turan Usta, Mehmet Usta, Hasan Usta, Adil Usta, aşağılarda Salatacı Yusuf ve Musa Usta, kebapçı ve aşçı İbrahim Perk ve Dev Abuzer ustalar, Teze Cami’ye yakın yerde ‘Boynik’ Tahir Usta, Etyemezler’in Çavuş Vahap Candaş ve daha birçok ustalar vardı. Tüm ölmüşlere Cenab-ı Allah gani gani rahmet eylesin.”