Ergiceget'e Son Darbe.. 'Şimdi Biz Nerede Yaşadığh Diyeceyik'
Konstantinos Kavafis, Cevat Çapan’ın çevirisini yaptığı, Şehir isimli şiirinde der ki:
"Bir başka ülkeye,
bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin
olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
- bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yılı tükettiğim bu ülkede."
***
Yeryüzünde, gökyüzünde ve sularda yaşayan canlılar arasında çevresini önemli ölçüde değiştirme kapasitesine sahip tek tür insanoğlu.
Çünkü ellerini kullanabiliyor, dik yürüyebiliyor, alet yapıyor, alet kullanarak başka aletler yapabiliyor, konuşup iletişim kurabiliyor ve en önemlisi, biricik dünyasını paylaştığı diğer canlılarla karşılaştırılamayacak ölçüde düşünme, düşündüğünü de sonraki kuşaklara aktaracak kapasite ve olanaklara sahip.
Yaklaşık 12 bin sene önce Buzul Çağının sona erişini takip eden bin yıllarda, aşamalı olarak tarım ve onun vazgeçilmez unsuru hayvancılık yapmaya başlayıp, üzerinde yaşadığı toprağı tarım aletleriyle sürüp hayvanların gübresiyle besleyerek değiştirmeye, dönüştürmeye başladı. Üstüne üstlük, sadece tarım alanları açmak gayesiyle değil madencilikte gereken enerjiyi temin için ormanları yakarak, ağaçları keserek çevreyi kendi ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda değiştirme sürecinde, hayvan ve bitkilerin de bu gezegenin sahibi olduğuna aldırış etmeden ve halen etmeyerek, eşi benzeri görülmemiş adımlar attı.
Tarım-hayvancılık temelli ekonomi zanaatkarlık ve ticaretle eşzamanlı gelişirken, köyler, kasabalar, kentler oluşmaya, büyümeye başladı; yerleşimler kara ve denizyoluyla birbirine bağlandı. Demir ve havayolu ulaşımı çok sonraları, insanlık tarihinde “dün” denecek kadar yakın tarihte, ortaya çıkacaktı.
Binlerce yıl teknolojik bilgi ve becerisi yetersiz kaldığından mimaride yuvarlak biçimli yapılarla “idare eden” (onu yapmak basit ve kolaydı); ağır yükün taşınmasını gerektiren köşeli, kare veya dikdörtgen planlı mimariye geçmeyi güç bela başaran atalarımız, sanayi devriminin devamında önceden temelleri atılmış teknolojiyi akıl almaz noktalara taşıyarak yapılarda devasa boyutlara ulaştılar. Binlerce yıl bir yana, yüz yıl önceye bile dönüp baktığımız zaman, günümüzde hayal bile edemeyeceğimiz ölçekte, donanım, tasarımda evler, tapınaklar, iş merkezleri, spor alanları, şehirler yaptık; yapmaya devam ediyoruz. İlk çağlarda piramitler gibi dev yapılar vardı elbette ama elektriğin hayatımıza girmesiyle yükselttiğimiz yapıların nitelik ve niceliğiyle boy ölçüşemezler.
Çevremizi öyle değiştirdik, onu yaşamımıza, ekonomimize, kültürümüze uyarladık ki gün geldi, aslında yapay olan, mimarlık ve mühendislik dehası bu olgu, bizim doğal bir parçamız gibi oldu. Bu ifadeyi kullanmak doğru mu bilmiyoruz ama “organik olmayan mimari-peyzaj organik olan bize eklemlendi.”
Yatıp kalktığımız, yemeğimizi yediğimiz, çayımızı içtiğimiz evlerimiz; her gün arşınladığımız sokaklar, şehrin meydanındaki heykel; alışverişimizi yaptığımız, ticaretle uğraştığımız çarşılar; köşedeki çeşme, arkadaşımızla buluştuğumuz lokanta “aileden biri” gibiydi, yaşamımızın bir parçasıydı artık.
Sadece birbirimizle değil ellerimizle, emeğimizle, soyut düşüncemizle yarattığımız peyzajla da arkadaş, akraba, sevgili olmuştuk sanki.
6 Şubat 2023 depremi sonrası yaşanan yıkım, sadece sokaklarımızın, mahallemizin insanlarıyla değil, evleri, dükkanları, yolları, meydanları, cegetleriyle de ayrılmaz bir bütünlük içerisinde olduğumuzu bize hatırlattı. Yapılar orada dururken hissetmiyorduk bu bütünlüğü, gidince farkına vardık eksikliklerinin.
Ve biz bu ilişkinin yoğunluğunu, boyutlarını 6 Şubat 2023 sabahı 04:17’den başlayarak hissetmeye başladık, hissetmeye de devam ediyoruz, edeceğiz…
***
Ergiceget, resmi adıyla Malatya’nın Çarmuzu Kaynarca Mahallesi Kesirikli Sokak…
Sıradan bir insanın ömrü için uzun gelebilir ama insanlığın ömrü kıstas alındığında, daha dün diyeceğimiz yakın tarihte, Malatya’nın egemen yaşam kültürü “mahalle” idi. Çoğu kerpiç, tek katlı, bahçeli evleriyle, çocuklarının sokaklarında özgürce koştuğu, oynadığı, yatsı namazından sonra eve gelen son kişinin tahtadan bahçe kapısını kapattığı, herkesin birbirini aile fertlerine kadar yakından tanıdığı, iyi gününde, kötü gününde yalnız bırakmadığı, bir evin derdinin öbür evi gerdiği, sevincinin de diğerini mutlu kıldığı mahalle…
Ergiceget de bunlardan biriydi.
Bu yazıyı okuyanların bir bölümü benim gibi Neolitik çağlardan kalmadığı için, “ceget” nedir, “ergi” nedir, diyelim.
Ergi, eğri demek. Ceget, Malatyalının “zovah” diye telaffuz ettiği sokağa yakın anlamda ama tam olarak sokak değil. Daha çok, “bahçe yoğun” sokağı anlatmakta kullanılıyor.
Deprem, Ergiceget’i de vurdu, 6 Şubat’ta yıkılan yıkıldı, kalanı ağır hasara çıktı, evlerden geriye kalanlar kepçenin son darbesiyle yere indirildi. Bu mahallede doğup büyümüş, işi, yaşam koşulları nedeniyle oradan ayrılsa da kalbini hep mahallesinde bırakmış Cengiz Çakan, yıkımın son anlarına yetişip bir video çekti, Malatya’ya özgü lisanla yıkılan evlerin göçüp gidenlerini anlattı, en sonunda “toz olan” anıları cep telefonuna kaydetti.
“… Amcam gilin tuvarına vurdu son darbeyi, getti, amcamın son tuvarı da getti. Mahammet Ami, Çerkezin Mahammet, iki gardaş birleşip ev yaptınız del mi? (değil mi?) Hanı, evin viran oldu, becerikliydin hanı evin” diye ağıt yakıyor Çakan.
Yıkım bittikten sonra diyor ki:
“Hey heyyy! Şimdi biz ne anlatacayıh, biz nerede yaşadığh diyeceyik, nerde doğdum diyeceyik, nerde güldük, nerde ağladık…”
Evet, bugünlerde deprem bölgesinde evi-barkı yıkılan, mahallesi, işyeri haritadan silinen herkes benzerini söylüyor:
“Şimdi biz gelecek kuşaklara ne anlatacağız, nereyi göstereceğiz?”
Depremle birlikte bizim yaşamımıza tanıklık eden, bizimle yaşayan, adeta canlı mekanları da kaybettik çünkü…
***
Geleneksel yaşamda sülalelerin sonunda genellikle “gil” veya “in” ile biten bir lakabı olur. Bireylere de lakap takıldığı olur. Lakap kişiye öyle yapışır ki, onu ismin önüne eklemeden karşıdakine kim olduğunu anlatamazsınız.
“Çerkezgilin” Cengiz Çakan mahallesi hakkında bilgi verip artık hiçbiri hayatta olmayan sakinlerini ismiyle-lakabıyla bize yazdı; kayda düşelim istedik.
Mensucat fabrikası (Sümerbank) kurulunca “şeherliler” orada çalışmaya çok tenezzül etmemiş. Mahalle bekçileri şeher merkezine gelip gençlere fırça atarak, devlet zoruyla istihdam ediliyormuş. Bekçilerin Mensucat’a işçi toplayacağını duyan gençler kaçışırmış. Binlerce yıldır baharın, yazın, güzün bağda bahçede, ekim yapan, sebzesinin, meyvesinin suyunu veren, en sonunda yaptığı hasatla çalışıp kışa yiyeceğini hazır eden, kışın da ateşin başında oturup tembelliğin tadını çıkaran ahalinin hoşuna gitmemiş her gün disiplin içerisinde 8 saat çalışmak.
Fi tarihte “meydancı” olarak (hastane koridorlarını, odalarını paspaslama başta temizlik işi) işe sokulduğu Sigorta Hastanesinde 2 gün çalışıp, çarşamba günü işi bırakan Çırmıhtı’nın deli-velilerinden Mahammet, neden sonsuza dek paydos ettiğini soranlara “her gün iş, her gün iş… Her gün çalışma mı olur?” diye cevap vermiş ya. İşte o felsefenin askerleriymiş bu gençler.
Haliyle civardaki bağ köylerinden (Çırmıhtı, Banazı, Kileyik, Kündübek) topraksız, fıkara insanlarımız, merkezden de Çarmuzulular (onlar da diğerleri gibi fabrika ayarı fıkara) Sümerbank’a doluşmuşlar.
Anlayacağınız Ergiceget emekçi mahallesi. Çoğu işçiymiş, az buçuk eli kalem tutanlarsa memur.
Kimlermiş, yıllar önce vefat edip de bu kara yazılı günleri görmeyen mahallenin sakinleri?
Terzi İzzet, Güley’in Şükrü (Şükrü Algül), Güley Bacı, İbo Dayı, Muhacirin Hüseyin (oğlu Ali Kuluğ), İhsan Arslan, Vahap Dayı (Yusuf’un babası), Beyaz Bacı, Ömer Dayı (Ağralılar), Çerkezin Ali (Ali Çakan), Çerkezin Muhammed (Mehmet Çakan), Aliseydi Canbay, Etemin İbo (İbrahim Gedik), Etemin Mamo (Mehmet Gedik), Mititin Musto (Mustafa Keten), Aceliyahın (eceli yakın) Ahmet Dayı (Ahmet Kuluşaklı), Arabacı Rıza Dayı (Rıza Açıkgöz), Cabonun Fahri (Kasap Fahri Esmer), Fadime Bacı (Fadime Dokumacı), Zabitenin (zabıta) Hüseyin, Arabacı Cumali Karadağ, Motorcu Salih Dayı (Salih Öztürk), Çerkezin Abdullah (Çakan).
***
Hem Ergiceget’te hem başka mahallelerde, köylerde, ilçelerde birçok eski ev yerinen yeksan oldu. Bu evleri yaptıranların tamamına yakını hayatta olmadığından göremediler kerpicini, tuğlasını elleriyle yerleştirdikleri, eğri çivilerini çekiçle tekrar düzeltip kullandıkları yuvalarının viran olduğunu. Zaten yoksulsundur, zor bela edinmişsindir o evi, bir sürü borç ödemişsin, sırtın bükülmüştür başını sokacak bir yuvanın sahibi olacağım diye.
Bu yıkımı görseler herhalde oldukları yerde yıkılır, kederlerinden çatlarlardı.
Böyle düşünürken, yazar, çevirmen, gezgin bir de yüksek mimar Alkım Doğan’ın bir ay kadar önce Ayrıkotu yayınlarından çıkan dünya sakin bir yer gibi adlı kitabında yer alan Bütün Saçlar Uç Uca başlıklı öyküsündeki şu cümleler karşıma çıktı.
“… ölüm demişken niceler nicesi ölüm gördüm. Kocamışlığın laneti işte. Nicesinin yanmasını, paramparça olmasını, molozlar altında kalmasını seyrettim. Çığlıklar duydum, yakarışlar, acı haykırışlar. Bütün bir insanlığın yeniden yapamayacağı şeyleri tek tek yok etmesini seyrettim. Seyrede seyrede üzülmeyi unuttum. Üzülmek de hatıradan siliniyor. Kader. Yaradan böyle istemiş”
Ama Doğan, göçüp gidenlerin değil de biz geride kalanların bahtsızlığını yazmıştı sanki.
***
Ergiceget’in yakınında bir de Marasalı Sokak vardı.
Dişonun Osman (Osman Dişçi), İriağaçlı Arabacı Levent (Levent Karadağ), Hanımı Dağlının Sultan, Sessizlerin Hacı (Hacı Tosun), Aluçoğlu Şerif (Şerif Aluçoğlu), Hatice Bacı (Hatice Kesirikli), Deli Cumo (Cumali Temurhan), Nuri Dayı, Feride Bacı (Nuri Aktaşgil’in eşi), Doyuranlardan İzzettin Doyuran, Çilingir Mamo (Mehmet Bay) ve niceleri şimdi yerinde yeller esen bu sokakta yaşamış.
Onların ardından çocukları bu mahallede oturmuş, yaşamışlar, hayat onları bir yerlere savurana kadar.
Malatya Bakırcılar Çarşısında mesleklerini icra eden çok sayıda sıhhi tesisatçı, demirci ve nalbur Ergiceget’te toplanmış.
Malatya’yı bilmeyenler için söyleyelim. Sokağın bulunduğu Çarmuzu ile Bakırcılar Çarşısı yaklaşık yarım saat yürüyüş mesafesinde. Anlayacağınız, sabah erkenden kalkıp işe gitmişler, akşam eve dönüp ayran, turşu veya kuru soğan ya da salata eşliğinde bulgur pilavına kaşık sallamışlar.
Ha, pilav şareli (şehriye), tereyağı da bol olacak. O yüzdendir, pilava dökülen tereyağı boşa gitmez, atasözümüz.
***
“Ergiceget’te dostluk, samimiyet, kardeşlik vardı” diye anlatıyor Çakan. Sokağın bir başında oynayan çocuk diğer taraftaki evden yemek kokusu alıp canı çekti mi o eve gider, evin hanımına “hala ne pişirdin” diye teklifsizce sorar, o da hemen pişirdiği yemekten, Allah ne verdiyse, bakır sahende (sahan) önüne koyar, “…ye çağam, doyur garnını eyice” dermiş.
Bir komşu diğerini anlık yemeğe çağırmışsa, nezaketle daveti reddetmez ama kendisi de yemek pişirmişse “gel gidek önce bizdekini yiyek, sonra sizdekini de yeriz” dermiş. İkramda yarışılırmış anlayacağınız.
Elbette, bu paylaşım, güven dolu, sade, gürültüsüz, iletişim cihazlarının neredeyse hiç olmadığı ama iletişimin zirvede olduğu yaşam sadece Ergiceget için değil Malatya ve çevresinin neredeyse tamamı için geçerliydi.
***
“Ve şehrimizin ergi cegetleri kepçelerle, bombalarla yıkılırken” Kavafis şöyle bitirir şiirini:
Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.
___
DERLEYEN: Bülent KORKMAZ
ARŞİV FOTO: Ergiceget'in deprem öncesindeki görüntüleri..