Öz Malatya Mevzuları- Mobilize Hikâyeler
Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com
Sevgili Malatyahaber.com okurları,
Malatyahaber.com sitesinin ilk açıldığı yıllar, Malatya hudutları dâhilinde yaşanmış, kimine bizzat tanıklık ettiğim, kimini başkalarından dinlediğim, insanı gülümseten, gülümsetirken hüzünlendiren gerçek yaşamdan alıntı öyküleri sizinle paylaşmıştık. Zamanla bu tür yazılar seyrekleşti, araya farklı yazılar girdi.
Bende ve dostlarımda bu öykülerden önemli bir külliyat var. Yapabilirsek bu insanlık durumlarını önümüzdeki dönem içerisinde kâğıda dökmeye çalışacağız.
Burada “biz” şahıs zamiriyle konuşmamın sebebi, öykülerin sadece bir bölümünün benim tanıklığımda yaşananlardan oluşması. Yaşayanların, anlatanların emeğini boşa vermemek adına biz demem gerekiyor. Ben ve F klavyem sadece kâtiplik yapacağız.
Yıllar sonra “tekrar ilk” olsun diyerek, motorlu araçların tanıklığında, yaşanan Öz Malatya Mevzularından bir yudumunu paylaşalım.
****
KÖR MÜ ÖLMEYELERDİ!
Onu ilk defa 80li yılların başlarında, henüz 15-16 yaşında iken, bir zamanlar havaya atılan iğnenin yere düşme sorunları yaşadığı, canlı, cıvıl cıvıl, bereketli Çırmıhtı çarşısında, babamın terzihanesinin önünde görmüştüm.
Uzun boylu, esmer, ince yapılı, giydiği yeşil pantolonu, ceketiyle adeta yürüyen bir türbe görüntüsü veren, güler yüzlü, hoş birine benziyordu Ömer Dayı.
Öyle değilmiş!
Hapisten yeni çıkmış. Dediklerine göre, öz annesi vefat etmiş, babası ikinci kez evlenmiş, Ömer Dayı küçük-genç denecek yaştan* itibaren Mensucat denilen Sümerbank fabrikasında çalışmaya başlamış, günahını almayayım, rivayete göre, analığı Suzan Avcı formatında zalim bir kadınmış, ona gün göstermez, fabrikadan aldığı maaşa bile el koyarmış.
Bir gün Ömer Dayı bıçağı eline alıp analığını hunharca katletmiş.
Cenaze hizmetlerinin günümüzdeki gibi “seri üretime” bağlanmadığı yılların Çırmıhtı’sında kadınların ölüsünü Azzet Hoca yıkardı. Kuran, Mevlit okunacaksa da Azzet Hoca çağrılırdı.
Azzet Hoca, önce annemin dayısı Mustafa (Tekin) ile evlenmiş; Mustafa Dayımız genç yaşta vefat edince diğer kardeşi Ali’ye varmış. Ben gezegene intikal ettiğimde Ali Dayı da geçinmişti, herkesin sevip saydığı Azzet Hoca hayattaydı, anneannem gilin komşusuydu, gider gelirdik, evimizin bir ferdi gibiydi. Ben de onu sever, sayar, arada takılırdım; elbette saygı çerçevesindeki bu şakalarımı hoşgörüyle, güler yüzle karşılardı.
“Genç bir kadın, kız, gelin vefat etmişse ayağım kalkmazdı ki gidem de o ölüyü yıkayam; yaşlı biri geçinmişse hemen kalkar cenazeye giderdim” sözüyle “bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi” diyen Yunus’un Anadolu hümanizmasına selam çakacak kadar güzel de bir kalbi vardı.
Büyüklerimden, onca ölüyü yıkamış Azzet Hocanın Ömer Dayının analığını yıkamakta güçlük çektiğini, “kırk yerinden bıçaklanmış” dediği ölüye bakmakta bile zorlandığını anlattığı aklımda kalmış.
Sanıyorum, Ömer Dayı şizofrendi. Özellikle dini içerikli “sapır-supur” konuşurdu; “yangış-yunguş” da dua okurdu. Bildiği ettiği bir şey yok da, kafaya öyle koymuştu işte! Millet de onu konuşturmayı sever, dalga geçer, güler, eğlenirdi.
Oldum olası, şirin aklın esirgendiği insanlarla alay edilmesine kızan babam “Ömer Dayıyı böyle konuşturmayın; günah oluyu” derdi.
Geldik sene 1993’e, dün gibi aklımda…
Sanki Çırmıhtı’nın kuruluş tarihiyle yaşıt, sadece, okula, çarşıya değil, Malatyaspor’un Adana, Mersin, Maraş deplasmanlarına bile bizi taşımış, belediyenin emektar kırmızı Mercedes otobüsüyle ilçeden yola koyulduk, Malatya merkeze doğru gidiyoruz. Ömer Dayı da arabaya bindi, şoför koltuğunun hemen arkasındaki ikili koltuğa, başka bir amcayla birlikte oturdu, havadan sudan konuşmaya başladılar. Otobüsü babamın halası oğlu rahmetli Mehmet (Özcan) Usta kullanıyor.
Ömer Dayının yanına oturan amcaya eğlence lazım. Artık ne soruyorsa soruyor, Ömer Dayı bir şeyler söylüyor, inanın oraya dikkat etmiyorum, ne konuştukları aklımda değil ama babamın kızdığı türden muhabbet de değil fakat Mehmet Abi gülmekten arabayı bir yere vuracak diye endişe etmiyor değiliz. Otobüs sakin, boş koltuklar da var.
Japonya ila Güney Kore cep telefonunu, Amerika Internet’i icat etmemiş, daha doğrusu icat etmiş de bize salmamış, kimse elindeki “yitelemeli” telefonlarla vakit geçiremiyor, haliyle herkes saatte 60-70 kilometre hızla giden mobil tiyatroyu beleşe izliyor, replikleri dinliyor.
Ben yaşlarda genç bir bacımız (o zaman ha, şimdiye babaanne olmuştur; biz de dede adayı) yolcular arasında; belli ki Ömer Dayının laflarına o da gülecek, çevreden çekindiği için kendini sıkıyor, gülmesini bastırıyor; anlayacağınız eziyet çekiyor.
Malum, bizim gezegenimizde kızlar gülmez, hele o zamanlar, çok ayıp! Hatta kızlar terlemezler, tuvalete gitmezler, karınları acıkmaz, fotosentez yaparak yaşamlarını idame ettirler.
Anlayacağınız, “yalnız ve güzel ülkemin” Nuri Bilge Ceylan insanları ve halleriyle yolumuza devam ediyoruz.
Gedik, Üç Kalas, Şentepe, Tecde derken, Paşaköşküne varmadan, Kuyuönü Mezarlığının olduğu yere kadar geldik. Otobüs mezarlığın başına vardı, varmadı, Ömer Dayı yanındakiyle konuşmayı kesip arkaya döndü.
“Ey cemaati Müslimin” diye söze girdi. İçimden, aha şimdi Ömer Dayı aşr okuyacak, dedim.
Sandığım gibi olmadı, on sene kadar önce ilk gördüğümdeki gülen yüzüyle, yolculara ne dese beğenirsiniz:
- Siz siz olun, sakın burada yatanlara Fatiha okumayın. Kör mü ölmeyelerdi...
Hepimiz güldük gülmesine ama o bacımızın hali halen gözümün önünden gitmiyor. Gülmesini bastıra bastıra o ana kadar bir hal olmuş fıkara öyle bir kahkaha atıp, gülme krizine girdi ki, sanki biri nükleer reaktördeki kaçağı çakmakla tespit etmeye çalışmıştı.
DUYDUM Kİ UNUTMUŞSUN!
Takribi 10 sene olmuştur.
Minibüsle iş çıkışı Malatya’dan eve doğru gidiyoruz. Koltuklar dolu, ayakta da epey yolcu var. Klasik bir minibüs görüntüsü. Yanımda bir arkadaşla havadan sudan konuşarak yolculuğumuzun bitmesini bekliyoruz.
Minibüs Fahri Kayahan kavşağına geldiğinde, direksiyon tuttuğu iki elini bırakıp hayretle açan, şoför Murat Usta söylenmeye başladı, yav bu nassı iş, minibüste çocuğu unutuyorlar, diye. Ne olduğunu biz de anlamadık, minibüs kenara yanaşıp durdu, genç bir kızımız açılan kapıdan içeri girdi, yüzünde bir gülümsemeyle, 3-4 yaşlarında bir erkek çocuğunu kucaklayarak geri indi, inerken de gülmeye devam ediyordu.
Vakayı yine de tam kavrayamadık ama anlaşıldı ki bu hanım kızımız kendi kendine “öz eleştirel” biçimde gülüyormuş. Şoförün kızdığı vakanın faili o!
Çağayı unutan genç henüz annesinin koyduğu adla durduğundan, belli ki sevimli ufaklık onun evladı değil; ya bibisi ya halası veya başka bir yakını işte!
Bir-iki durak önce çağayı almayı unutup minibüsten inmiş, fark edince arkadan gelen başka bir minibüse binip, öndeki minibüsü takip et demiş, o da selektördü kornaydı Murat Usta’yı durdurup sevenleri kavuşturmuş.
Yoksa o sevimli çağa bizimle Çırmıhtı’ya kadar gelip misafirimiz olacaktı.
Mesele bundan ibaret sanıyorsunuz değil mi, yanılıyorsunuz…
Tekrar yolumuza koyulurken yanımdaki arkadaşa yıllar önce şehirlerarası yolculuk sırasında yaşanan benzer hadiseyi anlatmaya başladım. Mevzuyu yılların uzun yol şoförü, çocukluk arkadaşım Ahmet Solmaz’dan dinlemiştim.
Malatya otobüsü bir mola yerinde durmuş. Çaydı, çorbaydı, gece vakti, tekrar yola koyulmuşlar. Yaklaşık 30 kilometre kadar gittikten sonra, Malatyalı bir bibi feryadı basmış, “… otobüsü durdurun hele, gocam yoh, gocamı mola yerinde unuttuh.”
Demek herifin de kıt zamanı, bibimiz ortalığı velveleye veriyi, kocasız kaldı diye. Nasıl olmuşsa dayımız mola bitiminde arabaya binmeyi başaramamış. Cep telefonunun, Internet’in, Twitter’ın olmadığı zamanlar; artık onların kafası neye daldıysa…
Çare yok, otobüs dönmüş o kadar yolu, mola yerinde bekleyen dayıyı alıp yola devam etmişler.
Mesele burada bitiyor sanıyorsunuz değil mi, yanılıyorsunuz muhterem sanal âlem sakinleri…
Ben oturduğumuz en arka koltukta bu meseleyi anlatırken hemen önümüzdeki ikili koltukta bir anneyle kızı oturuyordu. 55-60 yaşlarında bir ablamız, mecbur kulak misafiri beni dinliyormuş. Kadın, “mola yerinde kocasını unutmuş” lafını duyunca, hiç başını çevirmeden, biraz da sert bir ses tonuyla, aynen şunu dedi:
“Goca unutulur, çocuk unutulmaz”
Bu yoruma ses bile edemedim, o anda ve esnada ne diyeceğimi bilemedim, sessizleşerek hayatın anlamını çözmeye çalıştım. Ve ikrar ettim ki:
Evlilik aşkı öldürüyor.
VER ORGANI, KAP PASOYU
2004-05 gibi sanıyorum, şimdiki Battalgazi Belediyesi binasının karşısında, İtfaiye Binasının yanında Malatyaspor’un idari binası bulunuyordu. Öğlen saatleri, belediye otobüsüne bindim, bir iş için kulübe gidiyorum.
Otobüsü kullanan şoför, yanında ayakta duran biriyle sohbet ediyor, konuştuğu konu yaşlılar için başlatılan paso uygulaması. O dönem yaşlılara yönelik ücretsiz veya indirimli paso uygulaması yeni başlamıştı; şimdiki gibi yerleşik bir belediye uygulaması değildi.
Anlaşılan şoför arkadaşın ücretsiz yolcu taşınmasına gönlü elvermiyor, konuya yönelik eleştirel bir yaklaşımı var, konuşma tarzından muzip birisi olduğu anlaşılıyor, yanındakine anlatır gibi tüm otobüsün duyacağı biçimde alenen fikir beyanında bulunuyor.
Şoför, “tamam”, “yaşlılara paso verilmesin demiyorum ama bunun bir karşılığı olmalı” dedikten hemen sonra bir “çözüm önerisi” getirdi:
“Hastanelerde binlerce hasta organ bağışı bekliyor. Belediye pasoyu verirken, pasoyu alan kâğıt imzalasın, organlarını bağışlasın. Ver organı, al pasoyu kardeşim”
Son cümlenin vurgusu kamu spotu gibiydi mübarek!
O sırada otobüsün en ön sırasında sağdaki tekli koltukta oturan yaşlıca bir bibi de şoförü dinliyor hepimiz gibi. Başı kapalı, tülbendiyle ağzını da hafif örtmüş, hiç onu çıkarmaya bile lüzum görmeden, sitemkâr, derinden gelen bir ses tonuyla şoföre seslendi:
“Nassı yanı, içimiz boş mu gezeceyik?”
Anlaşılan o ki, bibimiz organ naklini hayattayken gerçekleştirilen bir operasyon sanıyormuş. Yani MOTAş’a gideceksin, Araştırma Hastanesinden bir heyet gelecek, böbreği, dalağı alacak, sana da pasoyu verecekler.
Âleme Gel
Bu anlatacağım hikâyeye ben tanık olmadım. Şehir efsanesi de olabilir. Yaşadığım yerde geçtiği söylense de Akçadağlılardan da benzer öyküyü duydum.
Ama öykü Çırmıhtı mitolojisinde kabul görmüş, genç kuşak arasında bile, kahramanların ismi zikredilerek, geyiği kızartılan bir vakaya dönüşmüş. O kadar ki, ekli fotoğrafta görüleceği gibi, gençlerce, ironi içerecek şekilde kayda geçirilmiş.
Hikâyenin kahramanı, alkolist ideolojinin pençesine düşmüş bir yurttaşımız. Açıkçası, eyleminin tadını kaçırıyor, aile ortamında da huzursuzluğa yol açıyor.
Nerede yedilerse içtilerse sofrayı toplamışlar, herkes evinin yolunu tutmuş. Bizimki arabasına binmiş, kafa hoş, neşe yerinde, arabanın teybine sürmüş oynak havalar çalan bir kaset, pencereler açık, o halde evine kadar gelmiş. Demek, yoldaki keyif kesmemiş, evinin önünde arabayı durdurmuş, kontağı kapatmadan kapıları açıp inmiş, teyp çalmaya devam ediyor, kendi kendine alkışla tempo tutup, çiftetelli oynuyor. Bir yandan da bağırıyor:
“Âleme gellll, alemeeee gelll”
Mahalleli, ne oluyor, ne bitiyor diye olay mahalline varırken, gürültüye anası da pencereye koşmuş. Bakmış ki, oğlunun halı hal değil, sinirlenmiş, oğluna pencereden bağırmış:
“Âlem ağzına s…a; ahşam oldu, eve gel eve…”.
Gençler fark ettiniz mi bilmem ama halamız burada bize Türkçe dersi de veriyor. Arapçadan dilimize geçmiş âlem sözcüğünün alkolist jargondaki anlamı “eğlence”, güdümlü anne terliği sözlüğündeki anlamı “herkes, başkaları” oluyor.
Sınavda çıkarsa dikkatli olalım!
Hadiseye dair ekteki fotoğrafı, şimdi tekstil müzesi olarak kullanılan eski Yeşilyurt belediye binasının önünde çektim. Binanın önündeki bankamatiğin az ilerisinde dökülen betonun üzerine gencin biri “ÂLEME GEL” yazmış. Malatyahaber.com tesisleri olarak hepsi büyük harfle yazılan yorumları onaylamıyoruz ama bu seferlik kardeşimizin emeğine saygıdan idare edelim. Beton yazarımız, yazıyı bankamatiğin hemen birkaç metre ilerisine, yuvarlak içerisine aldığım bölüme yazarken, “parasız âlem olmaz” şeklinde subliminal mesaj vermiş de olabilir.
Zaten bir Malatya atasözü der ki: “Tud gurusuynan yar sevilmez”.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Sümerbank’ın açıldığı yıllarda işçi bulunmakta zorlanıldığı için 16-17 yaşında gençler, bazen gönüllü bazen “gayri resmi” cebren, erken yaşta işe alınıyordu.
** “Kör mü ölmeyelerdi” cümlesindeki “kör” sözcüğü bizim ağzımıza özgü bir sesle çıkıyor, yazarken bu sesi verecek harf/harfler yok. Söyleyişteki “ö” o sesine benzer biçimde ağızdan çıkarken, “k” ne “ke” ne “ka” ne de dilimizde harf olarak yazılmayan “q” ya benziyor.
Son not: Birinci öyküyü yıllar önce bir başka yazıda daha kısa şekilde kaleme almıştım. Zaman içerisinde elime yeni veriler geçince yeni baştan yazdım. Mevzu eski, yazı yeni.
En Son Not: Yazar arkadaşım Tuğba Tülin Durdu ile yukarıda okuduğunuz hikayeleri de dinleyeceğiniz bir Youtube kanalı açtık. Kanala Youtube üzerinden @bizdekalmasin yazarak veya şu linkten erişebilirsiniz: