Şehir-İnsan-Öykü: Orduzulu Mamulo / Zalatacılar
Bir gün, tüm şehirden olduğu gibi, Akpınar’dan da duyulan patlamayla irkildiler.
Bülent KORKMAZ korkmazbulent@gmail.com
Ayaklarında asker botu, başında asker şapkası ve yaz-kış omuzundan indirmediği asker kaputuyla “Orduzulu Mamulo” (Mamo), Kernek’ten inerek Fuzuli Caddesini geçmiş, Akpınar meydanında “Zalatacı Abit” Dayının dükkânına varmıştı.
Yaklaşık 1.90 boyu, 100-110 kilo ağırlığıyla görünümü hoyflü (heybetli, ürkütücü) babayiğit bir adamdı Mamulo. Kimseye zararı olmayan, kendi halinde, aklı “velilere karışmış” güzel bir insandı. Kafası eserse ve de bir iş bulursa çalışır, üç-beş kuruş harçlığını çıkarır, geçinir giderdi. Kimseye eyvallah etmez, karnını doyurup, gününü gün etmeye bakardı.
Sert geçen bir kışın ardından, karlar eriyip bahar gelince bahçelerde işler açılmıştı. Mamulo, o gün bir bahçede “bel bellemiş”, iş bitince karnını doyurmak üzere “salatacı dükkânına” gelmişti. Daha kapıdayken “Oradan bi sıcağ ekmek yolla hele” diye seslendi. Abit Usta, okul çıkışı yardım için yanına gelen oğluna “Hüseyin, ver oradan hele Mamulo’ya bi ekmek” dedi. Hüseyin, o günler her biri 520-550 gram gelen, yani bugünkü ekmeğin neredeyse 2,5 katı ağırlığındaki, açık ekmeği Mamulo’ya uzattı.
Kimi-kimsesi olmayan, muhacir, kerpiç evlerin tamirini, tadilatını, sıvasını yaparak geçimini sağlayan, evi barkı olmadığından hanlarda yatıp kalkan Alo Dayı’nın yanına oturup, nasırlı ve heybetli elleriyle ekmeği bölmeye başlayan Mamulo (yanda istirahat halindeyken çekilmiş fotoğraftaki zat), duvarlarına ‘fırdolayı’ masa işlevi gören sıraların monte edildiği, küçük dükkâna girip kürsüye oturmadan, mübareği midesine indirmişti bile. Dükkândakiler için şaşılacak bir şey yoktu; çünkü bu Mamulo “normalleriydi”. Arkası gelecekti.
Sonra 50 gram helva istedi. Hüseyin, bir kitap yaprağının üzerine helvayı koyup getirdi. Artık okunmayan-kullanılmayan kitapların veya defterlerin yaprağı, “tost-modern” çağların, yani günümüzün, “kullan-at” tabağına karşılık gelen bir işlev görürdü.
Mamulo, helvanın üzerine biraz toz biber gezdirdi ve sıcağından bir ekmek daha istedi…
****
1950’li yıllarda, Akpınar Meydanında, bugün minibüs duraklarının bulunduğu yerde, yan yana sıralanmış, büyüklüğü 15-20 metrekareyi geçmeyen, “zalatacı” (salatacı) denilen dükkânlar bulunurdu. Abit (Abidin) Ustanın yanı sıra, Sarı Ali (Boz Ali diye de tanınırdı), Orduzulu Cemal, Berber Bayram (eskiden, sünnet, diş çekme, iğne vurma gibi faaliyetleri de içeren berberlik mesleğini yaptığından bu isimle anılırdı) ve Cumali Usta işletirdi zalatacı dükkânlarını.
Zalatacılar her gün geç saatlere kadar açıktı. Ana “menü” şimdi kahvaltılık niyetine yediğimiz yiyeceklerden oluşurdu. Müşterilerin geneli salata ekmekle karnını doyurduğundan işletmeler bu isimle anılıyordu. Servis edilen yiyecekler mevsimine göre değişiklik gösterebiliyordu.
Bir kere her mevsim yoğurt olurdu; kış aylarında bakır sitillere mayalanan veya Orduzu’dan küleklerle gelen yoğurtlar donmuş olur, servis edilmeden önce biraz ılıması beklenirdi. Peynir, zeytin, çökelek, helva, şeker sucuğu da bulundurulurdu. Müşteriye sunulan yiyecek-içecek haliyle mevsimine göre değişiklik gösterirdi. Kışın çorba, pekmez, süt, tereyağı aylarıydı. Bazen tükürük kebabı yapılır, kuru fasulye pişirilirdi.
Baharla birlikte sarmısak ve yoğurtla yapılan marul salatası da ortaya çıkardı. Yaz ayları ise ekmekle beraber Çırmıhtı ve Banazı bağlarından gelen Tahennebi üzümü veya domates salatası ya da hıyar cacığı yenilirdi. Güzün ise Arapgir Siyah üzümü ile yine Malatya’nın üzüm deposu Çırmıhtı ve Banazı’dan arz-ı endam eden Mikeri, Şam, Top üzümü masaları şenlendirirdi.
Hem somun hem açık ekmek bulundurulurdu. Ekmek genellikle kapının önüne konur, isteyen daha dükkâna girmeden ekmeğini alabilirdi. Hatta halk dolaptaki ekmeklerden satın alabilirdi.
Yumurta “bahar ağzında” (*) haşlanmış olarak arz-ı endam ederdi. O zamanın tavukları “laylon” tavuk olmadığından olur-olmaz yumurtlamaz; havaların ısınmasını; kış boyu kapalı kaldıkları kümesin açılmasını ve zeminin yumurtlamaya elverişli (bağların-bahçelerin yeşillenmesi) hale gelmesini beklerdi. Bazı tavuklar istisna olarak kışın yumurta vermeye devam etse de bunlar bile haftada sadece 1-2 defa doğurabilirdi.
Çocukluğumda beslediğimiz beyaz renkli iki “legorn” cinsi tavuğumuzun kışın sürdürdüğü üretkenliği halen hatırlıyor olmamın sebebi, o günlerdeki, yumurtanın mana ve ehemmiyetine bağlıyorum. Leziz yumurtalarıyla ailemize protein yüklemesi yapan evimizin "bereket kızlarını” elim bir tavuk kolerası salgınında kaybetmiştik ve ben az üzülmedim onlar için. Sadece yumurta meselesi değildi aslında; günüm bu sevimli hayvanlarla geçerdi.
Yazın bahçelerde özgürce dolanıp eşinerek ve evin artık yemekleriyle beslenen, kepek ve buğday tanesiyle gıda takviyesi yaptığımız o sevimli tavukların yumurtaları da yumurta olurdu ha! Hele bir de bakır sahanda, odun ateşinde, sarıkızın saf tereyağını eritip üzerine kırmışsanız…
Anlayacağınız “yımırta” kıymetli bir üründü gençler!
***
Garip bir şekilde, yumurtalar bu kadar doğal ve leziz olmasına karşın, ya soğan kabuğuyla ya da ‘Viktorya’ marka kırmızı kumaş boyasıyla haşlanarak renklendirilir, öyle satışa sunulurdu. Niyeyse kırmızı yumurta müşterinin hoşuna gider, ilgisini çekerdi. Bazı müşterilerin yumurta tokuşturduğu olurdu.
Zalatacıların müşterisi sadece Mamulo ve onun gibiler değildi…
İlçelerden, köylerden gelip inşaatlarda, bahçelerde amelelik eden veya köyünde ürettiğini satmak üzere pazara getiren, anlayacağınız üç günlük dünyanın geçim tasasıyla çırpınan garibanların da uğrak yeriydi. Aslında onlar için zalatacı dükkânı bir çeşit lokantaydı. Bir ekmeğin arasına haşlanmış yumurtayı, salatayı ya da peyniri-zeytini yayar, üzerine tuz-biber eker; birkaç kuruş fazladan paraları varsa istedikleri salataya sirke-zeytinyağı-limon sıktırır; karınlarını doyurup işlerine güçlerine dönerlerdi.
Salataya sirke-zeytinyağı veya limon isteyen müşteriler genelde İstanbul’a çalışmaya gidip dönmüş Malatyalılardan oluşurdu. Bugün bize çok sıradan gelen bu yeme şekli o yıllar Malatya mutfak kültüründe yoktu.
***
Mamulo, Helvacı Hakkı Dayı’dan tedarik edilen “Güzel” marka helvayı ikinci açık ekmeğin üzerine sürdü. Üzerine kırmızı toz biber serpip onu da mideye indirdi ama doymamıştı! Üçüncü ekmekle, bir kepçe yoğurt istedi.
Mamulo, karnını doyurup kalkarken masaya “kafasına göre” birkaç kuruş bırakırdı. Bıraktığı para normal müşteriden alınan hesap değildi. Daha doğrusu Mamulo ve onun gibilerinden esnaf, ne yerlerse yesin ne içerlerse içsin, para istemezdi. “Şirin aklın” esirgendiği bu güzel insanlara bakmayı, korumayı, gözetmeyi Çarşı kendine vazife bilmişti. Ama o yine de üç-beş kuruş bırakmayı ihmal etmiyordu.
Mamulo gittikten sonra birkaç saat daha çalıştılar; müşteriler geldi gitti. Artık saat geç olmuştu, müşteri gelmezdi ama elde kalan ekmekler vardı. Fırıncılar iade almazdı; ekmeği çöpe atmak ise o günün insanının aklının ucundan bile geçmezdi. Çünkü ekmek kutsaldı; ona yanlış yapılamazdı; çöpe ekmek atanın, yemek dökenin evinin, iradının bereketi olmazdı.
Abit Usta, Hüseyin’e “…oğlum al şu kalan ekmekleri; sat, gel” dedi. Hüseyin hemen ekmekleri yüklenip biraz ileride, şehrin merkezi Yeni Cami Meydanına gitti. Fırında 25 kuruşa satılan ekmekleri 15-20 kuruştan satıp evine dönecek, derslerini yapacaktı.
***
Üşengeçliği, tembelliği dillere destandı Mamulo’nun. Ama “he” deyip çalıştı mı işçiliğine diyecek laf bulunamazdı.
Zalatacı Abit Dayı bir defasında oğlu Hüseyin’e “Şu Mamulo’nun gönlünü etsek de gaysıların dibini bi bellese” demişti. İş ki o hoş gönül hoş ola da beli eline ala!
Günlerden bir gün Mamulo elinde, arasına peynir-soğan artık ne koyduysa, dürümüyle Kışla Caddesinden giderken bir fırıncı kendisini durdurdu. Fırının önüne odunlar yığılmıştı; Mamulo’ya “bunları fırına daşırsan sana şu gadek para” dedi.
Mamulo, önce elindeki ekmeğe baktı; sonra kuşağında yoklayıp tütününü çıkardı, ona şöyle bir baktı. Ekmeği ve tütününün yerinde olduğunu görünce fırıncıya dönerek, ekonomik bağımsızlığını kazanmış insan özgüveniyle, kuvvetli bir ‘cık’ çektikten sonra “yoğ, daşımıyım” karşılığını verdi.
Yine günlerden bir gün Mamulo çarşıda gezinirken, köyünden gelen birileri yanına yanaştı. “Gara haber” getirmişlerdi.
“Mamulo” dediler, anan öldü”.
Haberi getirenlere ters ters baktı Mamulo. Hiç hoşlanmamıştı gelen haberden ve haberi getirenlerden. Ve “en Bezgin Bekir” karakterini bile dumur edecek şu cevabı verdi:
“…Eyle mi? Neyse ölüyü çoğ bekletmek cayiz degil, haman gömün”
Sonra caddede turlamaya devam etti..
***
Zalatacılar 70’li yıllarda dükkân açıp kapatmaya devam ettiler. Çok çalıştılar. Bayram-seyran, tatil, izin demediler. Ellerine geçen üç-beş kuruşla kendileriyle beraber ailelerinin rızkını helalinden temin etmeye çalışıyorlardı.
Sonra bir gün, şehrin birçok yerinden olduğu gibi, Akpınar’dan da duyulacak bir patlama sesiyle irkildiler. İlk başta bu sesin nereden geldiğini kimse anlamadı. Hayra alamet olmayan, sonradan Kanalboyu’ndan geldiği anlaşılan bu patlama sesinin tüm Malatya’yla birlikte ekmek teknelerine sebep olacağını bilemezlerdi.
Postayla yollanan bombalı bir paket dönemin belediye başkanı Hamit Fendoğlu, gelini ve iki torununun katline yol açacak, ardından Malatya savaş alanına dönerken 4 kişi daha yaşamını yitirecek, onlarca vatandaş yaralanacak, binalar, matbaalar yıkılıp, beş yüzün üzerinde dükkân ve mağaza tahrip ve talan edilecekti.
Zalatacıların bitişiğinde Dersimli Rıza (Rıza Bingöl) Dayının dükkânı bulunuyordu. Onun dükkânı ateşe verilince alevler bir anda onları da saracak, geriye kömürleşmiş bir enkaz kalacaktı.
Olaylar yatışıp, aradan bir-iki yıl geçtikten sonra yerine betonarme dükkânlar dikildiyse de sanki memleketin de işlerin de tadı kaçmıştı. Zalatacılar 80’lerin ortalarına kadar çalışmaya devam etti. Sonra belediye, dükkânların arkasında bulunan Bitpazarı ile bu dükkânları sağlığa uygun şartlar içermediği gerekçesiyle yıkım kararı aldı.
Mahkemeye gidildi; yıkım durdurma kararı çıktı; belediye buna itiraz etti; karara uydu-uymadı; allem ettiler kallem ettiler derken dükkânlar sonsuza kadar kaldırıldı.
Mamulo ve cümle garibanların karnını doyurduğu mekân “matal” oldu.
________________________________________________________
Anılarını aktarıp bu yazıyı kaleme almamı sağlayan Hüseyin Yapar ağabeyim/dostuma ve babası Abit Dayıya teşekkürlerimi sunuyorum. Hikâyemizde çırak rolünü oynayan Hüseyin Abi, 70’li yıllarda Mamulo’nun bıraktığı yirmi beş kuruşlarla gidip Yıldız Teknik Üniversitesinde okumuş; makine mühendisi çıkmış. Ayrıca katkılarından dolayı İsmet Yalvaç ile merhum Erhan Kırçuval ağabeylerime teşekkür ederim. Elli gram helvayla mutlu olan insanları ve mekânları görmüşlüğüm yok. Onlar anlattı/anlatmış; benim yaptığım kâtiplikten başka bir şey değil.
***
Fotoğraflar, Malatya olayları sırasında yakılan zalatacı dükkânlarının görüntüsü.
- Sol dipte Sarı Ali’nin dükkânı yer alıyor. Yanındaki duvar yıkıntısı Abit Dayı’nın dükkânına ait. Hemen bitişiğinde Dersimli Rıza Bingöl’ün dükkânı görülüyor. Bu dükkân yakılınca hepsi alev alıp yanmış. Sağ köşede, Aydınlar Kıraathanesi tabelasının altında, Malatya Fırıncılar Odası Başkanlığı da yapmış, Çırmıhtılı Kemal Gül’ün fırını var.
- Abit Dayının dükkânından detay. Yerde yanmış halde helva tenekeleri duruyor.
***
(*) Karnının doyması iklim döngüsünce belirlenen tarıma bağlı insanoğlunun mevsim sınıflandırması hep hoşuma gider, ilgimi çeker. Hüseyin Abi’den duyduğum “bahar ağzı” lafı gibi. Benzeri Cervantes’in ölümsüz eseri Donkişot’un ikinci cildinin bir yerinde, eserin karakterlerinden Müslüman filozof Seyyid Hâmid Badincani’nin ağzından “İlkbaharı bahar izler, baharı yaz, yazı sonbahar, sonbaharı kış; zaman bu sürekli çarkla birlikte tekrar tekrar döner…” sözleriyle karşımıza çıkıyor. Bu eşsiz eseri aynı eşsizlikte İspanyolcadan Türkçemize “eksiksiz” kazandıran çevirmen Roza Hakmen yukarıdaki sözlerin yer aldığı sayfanın sonuna “Eskiden yıl beş mevsime bölünürdü: Baharın başlangıcı, bahar sonuyla yaz başı, yaz sonu, sonbahar ve kış” dipnotunu düşmüş (Miguel de Cervantes Saavedra / La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote II - Sayfa 765/Yapı Kredi Yayınları).